.

Jale Karabekir: “Fatma Aliye Hanım’a karşı tüm Osmanlı ve Batı dünyası.”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Yeni tiyatro oyununuz Aliye, bir kadın’da doğumunun 160. yılında Türk edebiyatının ilk kadın yazarlarından birisini, Fatma Aliye Hanım’ın hayatını işliyorsunuz. Öncelikle sizi Fatma Aliye Hanım üzerine çalışmaya yönlendiren süreç nasıl gelişti?

2005 ya da 2006 senesiydi. Fatma Aliye Hanım’ın Udî romanını okumuştum. Beni şaşırtan ve büyüleyen bir romandı. O zamanlar Osmanlı Türkçesi okuyamadığım için kitapları Latin harflerine çevrildikçe hemen okumaya çalışıyordum. Levayih-i Hayat’ı okuduğumda bu romanla diğer romanlar arasında ilişki kurarak bir oyun yapmak istedim. 2010’ların başıydı. Ancak Tiyatro Boyalı Kuş olarak bunun için birkaç sene bütçe aradığımız halde maalesef bulamadık. Kısacası 16-17 senedir hem şahsi hayatımda hem de tiyatromuzun repertuvar planlarında önemli bir yeri vardı Fatma Aliye Hanım’ın. Aliye, bir kadın’ın vücut bulması ise, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı eseriyle oldu. Tiyatro Boyalı Kuş’un başucu kitaplarından biridir Kendine Ait Bir Oda. Ancak bu eseri sahnelemek hiç aklımıza gelmemişti. Bir performans üretmek için bir araya geldiğimiz bir dönemdi. Tesadüfi bir şekilde 2018 yılındaki çalışma mekânımızın -Cihangir Performans- çok odalı yapısından ötürü, bu eseri mekâna özgü bir performans olarak Türkçeye çevirdim, sahneye uyarladım ve rejisini üstlendim. Pandemiyle birlikte bu yapımı 25. İstanbul Tiyatro Festivali için kulak/radyo tiyatrosu haline getirdik, daha sonra da hâlâ sahnelenmekte olan sahne versiyonunu yaptık. Bir başucu kitabını hem biçim hem içerik açısından farklı versiyonlarla seyirciyle buluşturmak o metnin daha derinlerine inmek ve sorduğu sorulara, yaptığı eleştirilere farklı açılardan bakmayı sağlıyor. Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde Virginia Woolf, 16. yüzyıldan başlayarak kadın yazarların izini sürer ve tarih boyunca kadınların sistematik bir şekilde yok sayılmasını ve edebiyat dünyasındaki eşitsizliği kurmaca ile gerçeğin bir arada olduğu bir anlatıyla aktarır. Kendine Ait Bir Oda yapımları bana şu soruyu sordurmaya başladı: “Peki ya bizim coğrafyamızda neler oldu?”

Aliye, bir kadın’ın arka planında oldukça önemli bir araştırma/çalışma süreci olduğu oyundaki göndermelerden hemen fark edilebilir. Gerek öncesinde gerekse metnin yazım sürecinde hangi kaynaklardan yararlandınız, nasıl bir çalışma süreci yürüttünüz?

Aliye, bir kadın’ı yazmaya karar verdiğimde zaten Fatma Aliye Hanım’ın eserlerinin çoğunu okumuştum. Dramaturji kökenliyim, artık aktif olarak dramaturji yapmasam da o disiplinin bende hâlâ izleri mevcut. O nedenle Fatma Aliye Hanım ile ilgili her şeyi toplamaya başladım. Akademik makaleler, tezler, yazılar, gazete ve dergi haberleri/yazıları, Atatürk Kitaplığı’ndaki şahsi evrakı, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin yayımladığı kadın dergileri seçkileri gibi… Ancak sadece Fatma Aliye Hanım ile ilgili değil, cumhuriyet öncesi dönemin öncü kadınları Şair Nigâr Hanım, Makbule Leman, Fatma Fahrünnisa, Şükûfe Nihal, Halide Edip hakkında da çalışmaya başladım. Kadın tarihi, kadın edebiyatı araştıran ve kitap yazan araştırmacılara çok şey borçluyum. Tek tek isimlerini yazmaya kalksam yerimiz kalmaz ve bir kişiyi unuturum diye korkarım. Gerçekten Fatma Aliye Hanım hakkında çalışan çok değerli kalemler var. Hepsine müteşekkirim! Bu arşivi tasnif etmem tek başıma mümkün olmadığından dramaturgumuz Efsun Pırıl Yeneroğlu imdadıma yetişti. Fatma Aliye Hanım döneminin entelektüel bir ailesinden geliyordu. Babası Ahmet Cevdet Paşa, ağabeyi Ali Sedat, kız kardeşi Emine Semiye üzerine de araştırma yapmaya çalıştım.

Benim için ilk olarak o dönemi anlamak çok önemliydi. Nasıl bir dönemden bahsediliyordu? Aslında hem şahsım hem Tiyatro Boyalı Kuş olarak şunu söyleyebilirim; genel olarak 19. yüzyıl sonuna ve cumhuriyet öncesi Türkiye’sine bakmak daha önceki yapımlarımızda da yaptığımız bir şeydi. 19. yüzyılın modern tiyatro örneklerinden Henrik Ibsen’in Bir Bebek Evi-Nora (1879), August Strindberg’in Matmazel Julie (1888) adlı eserlerini sahnelemiştik. Kadın meselesiyle ilgili olan bu eserleri ele alırken de dönemsel birçok bilgiye ve bunların sahnede nasıl göstergelenebileceğine dair deneyime sahip olmuştuk. Türkiye özelinde de 2008 yılından itibaren özellikle geç Osmanlı ve erken cumhuriyet döneminde bu coğrafyada yazılmış oyun metinlerini feminist dramaturjiyle ele alarak, bazen o metinleri ortaya çıkarmaya, bazen ifşa etmeye, bazen de feminist eleştirisini yaparak okuma tiyatrosu biçiminde seyirciyle paylaşmaya çalışmıştık. Bu feminist dramaturjiyle okuma tiyatrosu etkinliklerini şu şekilde özetleyebiliriz:  Namık Kemal-Vatan yahut Silistre, İbrahim Şinasi Efendi-Şair Evlenmesi, Şahabettin Süleyman tarafından kaleme alınan ve Türkiye’de kadın eşcinselliği üzerine yazılmış ilk oyun olan Çıkmaz Sokak, Üç Kadın Üç Oyun Üç Mekân başlığıyla mekâna özgü olarak tasarladığımız Meşrutiyet dönemi kadın oyun yazarlarından Nezihe Muhittin’in Vicdanların Emri, Afife Kemal’in Gençlere Nasihatlar ve Mes’adet Bedirhan’ın Hasbıhal adlı eserleri, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kadın Erkekleşince adlı eseri ve Dâr-ül-bedâyî’nin ünlü oyun yazarı İbn-ür Refik Ahmet Nuri Sekizinci’nin Sekizinci adlı eserinin Clarisse Pinkola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’daki Mavi Sakal hikâyesiyle birlikte okunması vb.

Çalışma alanı olarak uzak olmasam dahi bunun Osmanlı’da bu kez kadınlar açısından nasıl bir dönem olduğunu anlayabilmek amacıyla dönemin iyice içine girmeye çalıştım. Pandemi sırasında çalıştığım için benim için de kapalı, dış dünya ile ilişkimin çok kısıtlı olduğu bir dönemdi. Bir tür sosyal ve fiziksel bir inziva içinde çalışmaya başladım. Sanırım beni çok yaralayan, düşünsel dünyamla duygusal dünyam arasında bağların kurulduğu bir dönem oldu bu. Tanzimat sonrasında kadınların toplumsal hayata ve edebiyat dünyasına girmeye çalıştıkları o zor dönemi ben de kendimde hissetmeye başlamıştım. Bu duygulanımdan hala kurtulabilmiş olduğumu düşünmüyorum. Aliye, bir kadın seyirciyle buluştukça bu duygulanımın dönüşeceğine inanıyorum, çünkü artık bir tiyatro eseri olarak seyirciyle birlikte dönüşecek bir yapım olacak ve ben metinde, rejide bahsedebildiklerim kadar bahsedemediklerimi de yüreğimde ve zihnimde başka bir yere bırakabileceğim. Oyunun araştırma ve yazım aşamasında çok büyük üzüntü duyduğumu, kadınlara ve kadınlığa karşı olan baskıları, engellemeleri bu kadar detaylı incelemenin zor olduğunu söylemek isterim. Üstelik hâlâ değişmeyen ne çok şey olduğu görmek zor…

Fatma Aliye Hanım, Osmanlı kadın hakları hareketinin gelişiminde oldukça önemli bir isim. Gerek edebiyat çalışmalarının gerekse fikir yazılarının bu anlamda onu ve mücadelesini oldukça anlamlı kıldığı söylenebilir. Bu noktada Fatma Aliye Hanım figürü ve onun mücadelesi ile Türkiye’nin ilk profesyonel feminist tiyatro topluluğu olan Tiyatro Boyalı Kuş’un serüveni nasıl iç içe geçti? Topluluğun mücadelesine paralel olarak Fatma Aliye Hanım’a dair neler söylersiniz?

Fatma Aliye Hanım gerçek bir öncü. Özellikle edebiyat alanında, Osmanlı’da roman türünün yeni olduğu bir dönemde roman kaleme alıyor. Beni en çok etkileyen, bu romanlarda kadınların baş kahraman ve özne olmaları. Bu kadınlar dönemindeki romanlarında yer alan kadınlara hiç benzemiyor. Bu kadınlar mücadeleci, direnişçi kadınlar. Hikâyenin içindeki tüm engellemelere rağmen bir çıkış yolu bulabilen kadınlar. Mesela, diğer Tanzimat romanlarındaki gibi intihar etmeyi bir çözüm olarak görmüyorlar. Hatta Muhadarat romanında Fazıla karakteri bunu kendi iç dünyasında tartışıyor. Üstelik kadınlar çalışıyor, kendi paralarını kazanıyorlar, bugünün deyişiyle ekonomik özgürlüklerine sahip oluyorlar, okuyorlar, diploma ve meslek sahibi oluyorlar. Bunlar o dönem için gerçekten ilerici ve devrimci söylemler; ki Fatma Aliye aslında çok baskıcı ve sansürcü bir dönemde yaşıyor. Üstelik önemli bir aileden gelmesinin de kuşkusuz üzerinde bir baskısı olmuştur. Bir de Ahmet Midhat Efendi unsuru var. Bir şekilde hem destekleyici bir kişilik ama hem de aslında Fatma Aliye Hanım’ı sürekli kontrol eden, denetleyen ve hizaya sokmaya çalışan bir zat.  Elbette Tiyatro Boyalı Kuş olarak kurulduğumuz 2000 yılından beri çok şey değişti. Ama sanırım Fatma Aliye Hanım ile aramızdaki en önemli ortak nokta sebat etmemiz, başkalarının dediklerine, eleştirilerine kulak asmadan, her ne kadar incinsek, yaralansak bile bunu belli etmeden işimize yoğunlaşarak devam etmemiz ve üretmemiz. Virginia Woolf da yaptığı konuşmada bunu salık veriyor zaten dinleyicilerine. Fatma Aliye Hanım’ın ve Virginia Woolf’un mücadelesi, direnişi ve sebatı bizimle örtüşüyor ve biz de seyircimize bunu geçirmeye çalışıyoruz elimizden geldiğince. Zorluklara, engellere rağmen… Rağmen, sanırım en temel ve önemli kelime!

Oyunun sahneye taşınma sürecinde oyuncular ve ekip ile nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

Yaratıcı ekiple daha oyunun araştırma aşamasında konuştum. Dekor, kostüm, müzik gibi alanlardaki arkadaşlarımıza önceden bu çalışmanın bilgisini verdik. Metnin yazımı çok uzun zaman alacaktı ancak onların da yaratıcılığının ortaya çıkması için vakit vermek gerektiğine inanıyordum. Oyuncularla birlikte prova zannettiğimizden daha uzun zaman aldı, diyebilirim.

Aliye, bir kadın’ı biyografik bir oyun olarak da değerlendirebiliriz. Oyun boyunca Fatma Aliye Hanım’ın hayatındaki birçok önemli an ve yaşamının dönüm noktaları sürerlilik içerisinde işlenir. Öte taraftan biyografik bir oyun üzerinde çalışmanın beraberinde getirdiği belirli zorluklar, tercih ve seçimler de söz konusu olsa gerek. (Nelerin oyuna taşınacağı, hangi meselelere, anlara, olaylara yer verileceği gibi…) Siz bu anlamda nasıl bir yol izlediniz? Biyografik bir metin/oyun olarak Aliye, bir kadın’a dair neler söylersiniz?

Fatma Aliye Hanım hakkında araştırmaya başladığınızda o kadar çok malzemeye ulaşıyorsunuz ki! Sonra o dönemdeki başka eserlerle ya da kişilerle ilişkiler ortaya çıkıyor. Ben ilk olarak küçük notlarla başladım. Sonra o notlar büyümeye başladı. En zorlandığım arşiv malzemeleriyle birlikte tüm okuduklarımdan bir kronoloji çıkarmaktı. Haftalarca bununla ilgili çalıştım diyebilirim. Çünkü gerçekten Fatma Aliye Hanım’ın hayatı bir tiyatro oyunuyla anlatılamayacak kadar kapsamlı. Bir tercih yapmam gerekiyordu. Ben tercihimi kendi bildiğimiz alandan yani bir tür Woolf’un yaptığı gibi edebiyat alanından yana kullandım. Açıkçası Tiyatro Boyalı Kuş olarak biz de tiyatro edebiyatının içinde çalışıyoruz ve ayrıca feminist bir yapı ve örgütlenmemiz var. O halde edebiyat ve kadın hakları mücadelesinin bizim için doğru alanlar olduğuna karar vererek -her ne kadar üzülsem de- kendisinin hayatıyla ilgili bazı konuları oyunun dışında bırakmak zorunda kaldım. Aksi halde oyun tam da o zamanki romanlar gibi, tefrika oyun olabilirdi. Latife ediyorum elbette. Ama Tiyatro Boyalı Kuş gibi bir feminist tiyatronun odaklanması gerekenler de sanırım odaklanması gerekenler bunlardı. Fatma Aliye Hanım’ın ilmi, fikri dünyasını anlamak da açıkçası çok kolay değil. Bunu açıklıkla söylemek isterim: Kendisinin fikir dünyası, babasından da aldığı özel dersleri de hesaba katarsak İslamiyet ve diğer dinlerle ilgili bilgisi, felsefe ve tarih bilgisi çok geniş. Benim bir yazar olarak bu malumat dünyasını anlamaya çalışmam da çok uzun sürdü, ki tam anlamam da mümkün değil, çünkü kendisi gibi bu disiplinlere hakimiyetim mevcut değil. Ayrıca kendisinin fikri dünyasını anlamak o dönemin egemen fikir dünyasını da bilmeyi gerektiriyor. Ben oyunda elimden geldiğince bugün, yani 2022’de de mevcut olan dünyayla ilişki kurulabilecek meseleleri ele almaya çalıştım. Çünkü ilk olarak benimle, sonra Tiyatro Boyalı Kuş ile ve daha sonra da seyirci ile Fatma Aliye Hanım arasında bir bağ kurmam gerekiyordu. Fatma Aliye Hanım’ın sanat-edebiyat ve kadın hakları alanlarındaki mücadelesine odaklanmaya bu şekilde karar verdim.

Birbirinden farklı yollar izledim diyebilirim. Ama tüm malzemenin toplanmasından sonra ilk ne ile başladınız diye sorarsanız, bana da ilginç gelen bir metinle başladım. İlk olarak George Ohnet’in Volonte roman çevirisini okumaya başladım. Fatma Aliye Hanım bu romanı Meram başlığıyla tercüme etmişti. Fatma Aliye Hanım bu tercümeye bir kadın imzası koyarak basın hayatına girmişti. Bu romanı okurken ne kadar anlaşılır ve tertemiz bir Türkçe ile tercüme ettiğini gördüm. Aslında kendi kelimeleri değildi, yani kendi yazdığı bir roman değildi ama bir yandan da tercüme de teliftir. Bu beni çok etkiledi ve o roman başta olmak üzere kendisinin yazdığı tüm roman ve makalelerdeki kelime dağarcığı üzerine çalışmaya başladım. Elbette daha önce okumuş olduğum tüm eserlerini baştan okuyor ve hangi kelimeleri, hangi fiilleri, hangi yabancı kelimeleri kullandığına dair bir kendime ait bir Fatma Aliye Hanım kelime hazinesi yaratıyordum. Evet bu benim için bir hazineydi. Onun kelime tercihleri benim oyunu yazarken de tercihlerimi belirleyebilirdi. Kelimelerden sonra cümleler de bunu takip etti. Bunları çalıştığım kronoloji üzerinde de uygulamaya çalıştım. Fatma Aliye Hanım gibi ben de bu tür analitik ve matematiksel düşünme sistemini seviyorum. O noktada bu edebi dünyanın içinde çok mutlu olarak çalıştım diyebilirim.

Her biyografik çalışmada olduğu gibi, hele Fatma Aliye Hanım gibi yazılı eserler bırakmış bir edebiyat insanının dünyasını bu şekilde çalışmak insanı çok geliştiriyor. Kendisinin bir üslubu mevcut elbette; elimden geldiğince kendi üslubumla arasında bir bağ kurmaya çalıştım. Onun sözleriyle ve fikirleriyle kendimin ve bugünün dünyası arasında bağ kurmaya çalıştım. Ancak itiraf ediyorum, bir zaman geliyor ki, kronolojiyi çıkarıp sahneleri oluşturmaya başladığınızda artık metnin kendi sesi oluyor. Bu ses artık ortak bir sese dönüşüyor, bir şekilde artık ne benim ne de Fatma Aliye Hanım’ın şahsi sesi oluyor. Buna erişebildiğim için çok mutluyum. Yalnız zorlandığım bir kısım var ki, onu da belirtmek isterim. Oyunun ilk bölümü Ahmet Midhat Efendi’nin Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti başlıklı Fatma Aliye Hanım’ın biyografisinin oyunlaştırılması. Fatma Aliye Hanım Ahmet Midhat Efendi’ye mektuplar yazmış ve bu mektuplarda çocukluğunu ve gençliğini anlatmıştır. Bu anlatıyı oyunlaştırmak zorunda kaldım çünkü seyircimiz Fatma Aliye Hanım’ı tanımıyor ve onun tanınması için tam da kendi sözleriyle anlatılmaya ihtiyacı var. Meram’ı yani ilk tercümesini yaptığı zamana kadarki kısmı Fatma Aliye Hanım bize bu kitapla anlatıyor. İşte bu kısmı oyunlaştırmak sanırım benim için en zor kısımdı, çünkü Fatma Aliye Hanım’ın kendi sözlerine sadık kalmak mecburiyetini hissettim. Orada yazar olarak özgür olamazdım. Özgürlüğüme ancak epik bir biçim kullanarak ulaşabildim. Fatma Aliye Hanım’ın 1890’lara kadarki hayatını anlattığı bir dönemi oyunlaştırmak çok kolay değil. Ancak fark ettiğim en önemli mesele şu oldu bu oyunlaştırma sürecinde: Fatma Aliye Hanım’ın engelleri dış dünyayla ilişkili! Şimdi bir tiyatro eseri yazdığınızda sahnede çatışma yaşayan karakterler kurmanız gerekiyor. Bir karakter bir şey ister diğeri onu engeller gibi. Bizim alışageldiğimiz baba, ağabey, eş gibi karşı çıkan karakterler Fatma Aliye Hanım’ın şahsi anlatısının içinde bir tiyatro oyununu kurgulamaya olanak vermiyor. İyi, destekçi, arzularına yön veren, hatta ona malumat aktaran bir baba; çocukluğunda onunla malumat ve tecrübe paylaşan bir ağabey (daha sonra şahsi evrakında bazı çatışma unsurları yakalamış olsam dahi gençlik döneminde bu şekilde), on yıl okumasına yazmasına müsaade etmediği halde daha sonra desteğini esirgemeyen bir eş. Zaten konak eğitimi almış, seçkin sınıftan bir kadın, her şey güllük gülistanlık gibi görünüyor. Hane içindeki küçük engelleri hızlıca aşabiliyor Fatma Aliye Hanım. Peki ya dış dünyada? İşte bu soru tüm oyunun kurgusunu belirledi diyebilirim. Kadının kendi iç dairesindeki yani kişisel yaşamındaki engeller belki aşılabiliyordu, peki ya dış dünyadakiler? Dış dünyadaki kişilerle de Fatma Aliye Hanım’ın birebir, yüz yüze ilişkisi olmadığını, dönemin kaçgöç devri olduğunu da düşünürsek yazar olarak tiyatral çatışmayı nasıl kurgulayabilirdim? İşte bu noktada ‘dış sesler’ imdadıma yetişti. Sahnede Fatma Aliye Hanım’ın çalışma ortamını, yaşayışını anlatabilirdim ama onu sürekli eleştiren, hakaret eden, ona inanmayan koskocaman bir eril dünya vardı. Fatma Aliye Hanım’ın gerçek çatışması ve tabii ki tiyatral çatışma asıl oradaydı. Fatma Aliye Hanım’a karşı tüm Osmanlı ve Batı dünyası. Bu açıdan gerçekten büyük bir öncü diyorum Fatma Aliye Hanım için! Elinde kılıcı olmadan sadece kalemiyle tüm tenkitlere, yanlış bilgilere karşı çıkmaya çalışan ve bunu gerçekten mümkün kılan çok önemli bir Amazon kadını o bizim için!

Fatma Aliye Hanım yaşantısı boyunca birçok farklı zorlukla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu kimi zaman erkekler ve erkek egemen dünyadır, kimi zaman kişisel yaşantısı, kimi zamansa hastalıklar. Ancak onun tüm bunlara rağmen mücadelesinden, yazma ısrarından ve kadın hakları mücadelesinden vazgeçmediği söylenebilir. Peki onu tüm bu konularda bu kadar ısrarcı yapan nedir? Devri ve bugün için Fatma Aliye Hanım nasıl bir mücadele ruhunu temsil eder?

Bence Fatma Aliye Hanım’ı büyük bir öncü kadın yapan onun mücadeleci yapısıdır. Kendisinin fikri dünyası gerçekten çok engin. Ama bir öncü olduğunun da çok farkında. Her öncü gibi pes etmesi mümkün ve muhtemel değil, çünkü kendisinden sonraki kadınları etkilediğini ve etkileyeceğini biliyor. O nedenle oyunun adı Aliye, bir kadın. Çünkü o sadece Aliye Hanım değil, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı, Faik Paşa’nın eşi değil. Kendisi bir kadın imzasıyla edebiyat hayatına giriyor, çünkü kendisini, kendi adını öne çıkarmak gibi bir niyeti yok. Önemli olan kadınları, kadınlığı öne çıkarmak o devirde! Kendi şahsi evrakı içinde bazı makale ve yazı müsveddelerinde bunlara dair ipuçları buldum. O nedenle bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bugünkü hayat ise çok farklı. Bugünün dünyası hep bireye odaklanıyor. Neoliberal sistem kişinin başarısını veyahut başarısızlığını hep bireye yüklüyor. Oysa Fatma Aliye Hanım’ın yaşadığı dönem bambaşka. Hatta sanırım ben içinde olduğumuz bu neoliberal sistemi bu oyunla da eleştirmeye çalışıyorum. Biz yaptığımız mücadelede, gösterdiğimiz direnişte belki kazanamayacağız ama bizden sonrakiler bunun meyvelerini toplayacak. Tıpkı bizim Fatma Aliye ve diğer hanımların ektiği tohumların meyvelerini topladığımız gibi. Egemen sistemlere karşı çıkmak ve kazanım elde etmek ne kolay ne de hızlı sonuç veriyor. Fatma Aliye Hanım bildiğiniz gibi ata ve daha sonra da bisiklete biniyor. Bunlar o dönem için yine çok ilerici eylemler, hareketler. Ve hatta kendi kelimeleriyle çocukken ona dizgin öğretilme aşamasında “Sanki benden bir Amazon yapmak ister gibi…” diyor. İşte bu kelime benim yazdığım oyun metinde bir mihenk taşına dönüştü.  2017’de yazdığım ve sahnelediğim Troyalı Kadınlar Korosu ya da Kayıp Tablet adlı feminist tragedya metninde Amazon’a, bu evrensel kadın imgesine odaklanmıştım: O dönem at üzerinde savaşmayı sadece Amazon kadınları yapıyordu, çok ilerici ve devrimci bir taktik idi. Ve Aliye, bir kadın adlı oyunumuzda da sürekli bu tekrar ediliyor: “Her devir kendi Amazon’unu yaratır” Gerçekten öyle! Her devrin mücadele ve direniş alanları farklı. Ama şu soru da önemli: “Peki bu Amazon her zaman kendi devrinde takdir görür mü?” Ben Fatma Aliye Hanım’ın ne kendi zamanında ne de sonrasında yeterli takdiri gördüğünü düşünüyorum. O nedenle bu oyunu yazmanın ve sahnelemenin de kadın edebiyatı ve kadın hak mücadelesi bağlamında yine önemli bir direniş anlamına geldiğini düşünüyorum. Biz de feminist bir tiyatro topluluğu olarak elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.

Fatma Aliye Hanım’ın hayatının ilk yıllarında babası Ahmet Cevdet Paşa ile, ardından eşi Mehmet Faik Bey ile ilişkisi onun yaşantısını ve çalışmalarını derinden etkiler. Bu iki isimden kimi zaman gördüğü destek, kimi zamansa engellemeler onun için işlerin her zaman pek de yolunda gitmediğini açıkça ortaya koyar. Siz Fatma Aliye Hanım’ın mücadelesi içerisinde bu iki başat/baskın figür ile olan ilişkisini oyunda nasıl yorumladınız?

Biyografi yazarken arşivdeki kaynaklar çok önemli. Eğer yazılı bilgiler var ise, onları göz ardı etmeniz mümkün değil. Fatma Aliye Hanım’ı tanıyan kişilerle de artık mülakat yapmak mümkün olmadığı için o da size yol gösteremiyor. Bu noktada elbette hem Fatma Aliye Hanım’ın biyografisindeki mektuplara odaklandım hem de kendi şahsi arşivine ve kurmaca eserlerine. Fatma Aliye Hanım ile ilgili belgesel çalışması yapmış olan Nurgül Bayram ile kıymetli meslektaşlarımız Fatma Aliye Hanım’ın torunu Suna Selen ve kızı Güner Özkul ile yaptığım mülakatlar ışığında oyunda bahsettiğim ve etmediğim bazı bilgilere de ulaştım. Öyle ki Suna Hanım’ın da annesinden ve akrabalarından işittiği, dinlediği bir Fatma Aliye Hanım anlatısı mevcut. Gerçek mi değil mi diye sorgulamamızın mümkün olmadığı ancak benim kurmaya çalıştığım kurgunun içinde yer bulabilecek bilgiler. İlginçtir ki bir seyirci görüşünü de burada paylaşmak isterim: Ahmet Cevdet Paşa Osmanlı döneminin en önemli hukukçularından birisidir ve Suna Selen’in de hem anne babası hem de kız kardeşi Oya Selen Soner hukukçudur. Fatma Aliye Hanım için de babasının kızı ifadesi çok kullanılıyor. Aslında bu ifade ilk başta beni çok rahatsız etti, bir kadını babası üzerinden tanımlamak manasında. Ancak babasının öğretilerini ve uygulamalarını kadın meselesi alanında sürdüren bir kişilik olarak baktığımızda bu ifadenin daha geniş manasına varabiliyor insan. Oyunda da sürekli zikredilen hak, hukuk mücadelesi ve üstelik benim babamın da hukukçu olması belki çok da tesadüfi değil. Bir yazar olarak bilinçli olarak bu bağlantıları kurmamış olsam da baba kız ilişkisi açısından bakıldığında toplumsal ve psikanalitik açıdan farklı açılımlar da sağlıyor.

Oyun metninin ilk taslaklarını okuyan dostlarım bu kadar iyi bir baba figüründen rahatsız olmuşlardı mesela. Ancak ne yapabilirim? Babası iyi ise iyidir. Ben bir yazar olarak gerçek ve tarihi bir kişiyi (Ahmet Cevdet Paşa’yı) tiyatral zorunluluklarım nedeniyle, yani sahnede karakterler arası çatışma yaratmak zorunda olduğumdan, nasıl gerçek dışı sahnelerle anlatabilirim. Biyografik oyun yazmaya çalışan bir kişi olarak bunu yapamazdım. Zaten sanırım en büyük savunmam böylece şekillendi: Babası ne kadar iyi olursa olsun, asıl çatışma sistemin kendisiyle oluyor. Yani küçük duvarları, engelleri yıkmakla sadece kişisel özgürlüğe sahip olunabilir ki bence Fatma Aliye Hanım bunun bilincindeydi. Onun arzu ettiği, mücadele ettiği şahsi hürriyeti değil, kadınların ve kadınlığın özgürlüğüydü. Eşi ile de ilgili elimizdeki en önemli bilgi on sene boyunca onu okumaktan yazmaktan men etmesi. Ve sonra birdenbire bu değişiyor ve müsaade çıkıyor. Kronolojik olarak incelediğimde, bu Fatma Aliye Hanım’ın ciddi ve ölümcül bir hastalığa yakalanmasıyla aynı döneme tekabül ediyor. Bu hem gerçek hayatta (ve hâlâ) hem de kurmaca dünyada sıklıkla karşılaştığımız bir durum değil mi? Kısıtlanan, engellenen kadınların bir süre sonra fiziksel ya da psikolojik hastalıklara tutulması? Ben de oyunda bu iki meseleyi birbirine bağlamaya çalıştım. Baskı gösteren erkekler bu ölümcül hastalıklardan sonra fikir değiştiriyorlar, bu durumla kendi yaptığım bazı kadın araştırmalarında ve mülakatlarda da bizzat karşılaşmıştım. Ancak yine de Faik Paşa ile Ahmet Midhat Efendi arasında dostluktan kuşkum var. Çünkü Ahmet Midhat Efendi çok kontrolcü bir zat ve acaba Faik Bey’in bundan ne kadar haberi var ya da o da bu kontrol mekanizmasının içinde mi? Oyunda buna değinmek istemedim. Çünkü tam tamına bilemediğim, duyumsayamadığım bir mesele. Bilinçli olarak olmadığına neredeyse eminim. Fatma Aliye Hanım’ın da sert mizaca sahip bir kişilik olduğunu biliyoruz ve ayrıca çok zeki bir kadın. Böyle bir duruma müdahale ederdi diye düşünüyorum. Bence Faik Bey daha naif bir kişilik, Fatma Aliye Hanım ile kıyaslandığında.

Bir de dönemin edebiyatındaki hikâye ve anlatıların nasıl şekillendiğine baktım. Biliyorsunuz o dönem hakikati hikâye etmek çok önemli. O halde ben de Fatma Aliye Hanım’ın kurmaca eserleri içinde kendisini bulabilir miydim? Eserlerinde otobiyografik unsurların izini sürmeye başladım. Elbette bu konuda yazılan makaleler de bana yol gösterdi. Mesela Zafer Hanım’ın Aşk-ı Vatan’ı, Osmanlı’da bir kadın yazarın yazdığı ilk roman. Bizim oyunda Fatma Aliye Hanım’ın oradaki zorla ya da tanımadığı kişiyle evlilik meselesine tepkisi oluyor, çünkü başına gelmeyeceğini düşünüyor. Oysa tabii ki kendi başına da geliyor. Ve ilk romanı Muhazarat’ta da bunu uzun uzun tartışıyor Fazıla karakteri üzerinden. Burada otobiyografik unsurlar yok mu? Elbette bunları bu bağlamda sahnede seyirciyle paylaşmaya çalıştım. Kendi yaşadıklarını yarattığı kurmaca dünyasında nasıl ifade ettiğini vurgulamak istedim. Aynı şekilde onun hayatını anlatırken bazı sahnelerde de o kurmaca dünyasındaki izlekleri yaşamına kurguladım. Bu benim için gerçekten yazar olarak muhteşem bir iç içe geçmeydi diyebilirim. Kurmaca ve gerçek ya da Fatma Aliye Hanım’ın deyişiyle hakikat ve hikâye arasındaki o gidip gelmeler!

Aliye, bir kadın, aynı zamanda Tiyatro Boyalı Kuş’un bir diğer oyunu, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sından ilhamla sahneye taşıdığınız oyun ile de birlikte düşünülebilir. Bu iki oyun/metin arasında nasıl bir diyalog görüyorsunuz?

Çok ciddi bir diyalog mevcut. Daha önce bahsettiğim gibi Kendine Ait bir Oda benim için ilk ilhamdı. Kendine Ait Bir Oda’nın sorguladığı meseleleri Fatma Aliye Hanım gibi bir öncü kadınının hayatı üzerinden tekrar ve bu coğrafyaya özgü olarak ele almak… Açıkçası kavramlar benzer, karşılaşılan engeller, eril dünya benzerdi; üstelik neredeyse öneriler de öyle. Daha önce çalışmış olduğum ve hâlâ sahnelenmekte olan, yani benim için canlı olan o metinle yeni yazacağım Aliye, bir kadın metni arasında tematik açıdan bağlantılar ve hatta diyalog kurmak hiç de zor değildi. Ta ki Fatma Aliye Hanım’ın İnas Darülfünununda (Şimdiki İstanbul Üniversitesi, kadınlar için ayrı bir üniversite açılıyor 1914’te) ders verdiğini öğrenene kadar. Bu bilgi, oyunun tüm kurgusunu ele geçirdi diyebilirim. Çünkü 1928’te Virginia Woolf “Kadın ve Kurmaca Yazın” başlıklı konuşmasını İngiltere’de, o dönem kadınlara açık olan iki üniversitede yapmıyor muydu? Bu konuşma sonradan Kendine Ait Bir Oda adıyla kitaplaştırılmıyor muydu?  Bu nasıl bir benzerlik? Bu iki kadın da kendilerinin alamadığı eğitim fırsatlarına sahip olan genç kadınlara -ki hem İngiltere’de hem de Osmanlı’da kadınlar için karma eğitim mümkün değildi ancak kadınlara mahsus üniversitede okuyabiliyorlardı- ders veriyor, konuşma yapıyorlardı. Bunun adına ümit diyelim. Kendinden sonraki kuşağa ilham veren bu iki kadın! O halde benim için de elbette oyunun içeriği benzer taşlarla örülecekti ama yazacağım oyunun da temeli ve iskeleti işte bu yapıya işaret edecekti. O nedenle bu iki oyun arasında ciddi bir diyalog var diyebilirim. Üstelik ne ilginçtir ki, her iki yazar da bu konuşma ve ders verme eyleminde 45-50 yaşları arasındalar (ne tesadüf ki ben de öyleyim) ve işe bakın ki Fatma Aliye Hanım Woolf’tan on küsur yıl önce kadın üniversitesinde ders vermiyor mu? Acaba bu konuda Woolf’un da öncüsü sayılır mı, Fatma Aliye Hanım?

Fatma Aliye Hanım (1862-1936) ile Virginia Woolf (1882-1941) aynı dönemde yaşamış/yazmış, hayatlarını birbirlerinden farklı coğrafyalarda sürdürseler de ortak bir amaç ile hareket etmiş iki özel kadın yazar olarak değerlendirilebilir. Her iki ismi de çalışmış ve sahneye taşımış bir isim olarak, dünyada ve Türkiye’de kadın hareketlerinin gelişmesinde bu iki ismi siz nasıl değerlendirirsiniz?

Değerlendirme yapmak istemem. Bence bu iki önemli kadın yazar için de benzer şeyler söyleyebilirim. Dönemlerinin Amazonları olduğunu düşünüyorum. Birçok kadına öncülük ettiklerini düşünüyorum. Ancak dönemlerindeki erkek egemen sistemin çok baskın olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Ne kadar özgür olabildiler? Arzu ettiklerini yazabilecekleri bir haletiruhiyeye sahipler miydi? Ya da Amazon oldukları halde kendi devirlerinde hakiki bir takdir gördüler mi? Ben gördüklerine inanmıyorum. Bunu belgeler de gösteriyor. Ancak Senem Timuroğlu Kanatlanmış Kadınlar-Osmanlı ve Avrupalı Kadın Yazarların Dostluğu kitabında Fatma Aliye Hanım’ın birinci dalga feminizm diye nitelendirilen dönemde yaşamış diğer Avrupalı kadınlarla olan ilişkisini ortaya seriliyor ve Timuroğlu, Fatma Aliye Hanım’ın Osmanlı’daki birinci dalga feministlerden biri olduğunu savunuyor. Ben tiyatrocuyum, sonuçta çalışmalarım araştırmalar sonucu olsa dahi sonuçta kurmaca bir dünya yaratıyorum. Yazdığım metinde ve sahnelediğim oyunda Fatma Aliye Hanım’ın feminist olduğunu görmek zaten mümkün. Aksini kim söyleyebilir? Ama elbette tarih, edebiyat tarihi gibi disiplinler çok farklı dayanaklar kullanıyorlar ve farklı ispat sistemleri var. Ne var ki ben bir kurmaca yazarı olarak az da olsa bunlardan muafiyetim olduğunu varsayıyorum. Ancak Timuroğlu ile elbette aynı fikirdeyim. Şüphesiz. Üstelik Fatma Aliye Hanım gibi zeki, çalışkan, yabancı dil bilen, dünyayı takip eden bir kadının zamanında yayımlanan birçok eseri okuduğuna ve takip ettiğine de eminim. Hem nasıl Fatma Aliye Hanım ve Virginia Woolf’un bize aktardığı kadın yazarlar onlara unutturuldu ise ya da gerçek anlamda yaşatılmadı ise, şu an bizim için de aynısı geçerli. Bizim de kendi geleneğimize bakmamız gerekiyor. Bizim de bu edebiyat ve sanat geleneğinde unutturulan kadınları ve onların eserlerini bulmamız gerekiyor. Kendi köklerimizi görmemiz, okumamız, hatta eleştirmemiz gerekiyor. 87 yaşındaki annem bile Fatma Aliye Hanım’ın hiçbir eserini okumamış, çünkü onun gençliğinde eserleri henüz Latin harfleriyle basılmış değil. Ne mutlu ki artık kendisinin eserlerine ulaşabiliyoruz. Ve gerçekten inanılmaz eserler! Ben Fatma Aliye Hanım’la tanıştığıma, onun dünyasını anlama sürecine girdiğim için çok mutluyum. Üstelik şunu söyleyebilirim ki, yaklaşık 7-8 senedir Meşrutiyet dönemi ile ilgili bir oyun kaleme almak istiyordum. Araştırması oldukça meşakkatli, tarihi değil kurmaca bir eser olacaktı. Yıllardır o nedenle erteliyordum. Ama şimdi ertelemiş olduğuma çok seviniyorum. Çünkü aslında Meşrutiyet dönemindeki kadın hareketini, kadın dergilerini, kadın edebiyatını hazırlayan dönemi öğrenmiş ve hatta yazmış oldum. O hissiyata bir yerinden dokundum. Fatma Aliye Hanım o dönemin ve sonrasında gelen cumhuriyet döneminin öncüsü. Bunu kimsenin değiştirmesi mümkün değil. Ne yazık ki dönem çok süratle değişiyor ve Fatma Aliye Hanım’ın öncülüğü unutuluyor, egemen ideolojilerin baskısıyla da onlarca yıl unutturuluyor. Bir de özgürlük yani hürriyet çok önemli bir mesele. Çünkü hürriyet olmadan hüviyet yani kimlik de olmuyor. Bir kadın kimliğinin oluşması açısından Fatma Aliye Hanım’ın yazıları ve makaleleri de önem taşıyor. Beni en etkileyen mevzu sanırım erkeklerin tahayyül ettiği bir kadın kimliğine karşı çıkmaları. Bunu sadece Fatma Aliye Hanım değil, dönemin tüm öncü kadınları yapıyor. Kadınların arzularının konuşulabildiği ve kadın kimliği üzerine tartışılabildiği bir dönemden bahsediyoruz. Bugünden bakınca bile ne kadar ilerici geliyor!

Son bir soru olarak, Tiyatro Boyalı Kuş bağlamında bizi bu sezon neler bekliyor?

2022-2023 tiyatro sezonunda Hem Kendine Ait Bir Oda’yı hem de Aliye, bir kadın’ı oynayacağız. Birbiriyle bu kadar diyalog içinde olan bu iki oyunu aynı sezonda seyirciyle buluşturmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Ancak bu sezon sanırım yirmi iki yıldır karşılaştığımız en zor sezon. Pandemi döneminde tiyatro salonlarının bir kısmı mekânlarını kapatmak zorunda kaldı. Bu da bizim gibi tiyatro topluluklarının salon bulmasını iyice zorlaştırıyor. Sonuçta biz alternatif ve feminist bir tiyatro topluluğuyuz. Destekçilerimize ve seyircimize çok teşekkür ediyoruz, onlar olmadan asla 22. yılımızı deviremezdik, ancak salon bulma konusunda zorluklarla karşılaşıyoruz. Mesela Kadıköy tarafında ve Anadolu yakasında Aliye, bir kadın’ı sahneleyebileceğimiz (bunu özellikle dekor bağlamında söylüyorum) salon bulamıyoruz. Ülkenin içinde bulunduğu mali durum da açık. Her iki oyun için de çok kısıtlı bütçemiz var. Dayanabildiğimiz kadar bu iki oyunu seyirciyle buluşturmaya çalışacağız. Belki bu öncü kadınımızı, Fatma Aliye Hanım’ı, konuk etmek isteyen tiyatro salonları çıkar. Ümidimiz elbette var.

Gösterimler:

11 ve 12 Ocak 2023 // 25, 26 ve 27 Ocak 2023 // 20.30 Tatavla Sahne

Metin ve Reji: Jale Karabekir

Dramaturji: Efsun Pırıl Yeneroğlu, Nelin Dükkancı Yaman

Koreografi: Gökmen Kasabalı

Müzik: Murat Hasarı

Dekor Tasarım: Cihan Aşar

Kostüm Tasarım: Sema Işık Saral

Işık Tasarım: Mehmet Doğan, Jale Karabekir

Reji Asistanları: Tuğçe Yükselel, Hazal Deniz, Hatice Elif Kahraman

Afiş Tasarım: Rauf Kösemen

Fotoğraf: Volkan Erkan

Ahmet Midhat Efendi’nin Sesi: Can Emrah Yaman

Vokal: Burçak Gürbüz

Oyuncular: Tuğçe Yükselel, Nisan Yenigül, Murat Avni Yürekli