Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com
Geçtiğimiz Nisan-Mayıs döneminde Gate 27’de misafir sanatçı olarak bulundunuz. Biyo-sanat ile ilgilenen bir sanatçı olarak Gate 27’nin Yeniköy’deki mekânında geçirdiğiniz süreç sizin için farklı şekillerde besleyici olmuştur diye düşünüyorum. Öncelikle Gate 27 ile bir araya gelme süreciniz nasıl gelişti ve bu tür misafir sanatçı programları, sanatçılara ne tür alanlar açıyor?
Farklı pratiklerin araştırma ve üretim süreçlerini desteklemek ve disiplinler arası etkileşime zemin yaratmak amacıyla kurulan Gate 27’nin Yeniköy’deki mekânına Nisan-Mayıs döneminde konuk oldum. Burada tasarladığımprojemin çıkış noktasını da insan bedeni için yeni organ geliştirmeye yönelik bilimsel çalışmalar oluşturuyor. İnsan-doğa ve yaşam-ölüm ilişkisine de yeni bir form kazandırmayı amaçlayarak ilk adımı attım.
Gate 27’deki sürecim sırasında Sabancı Üniversitesi’nin Biyoloji laboratuvarlarından da faydalandım. Moleküler Biyoloji, Genetik ve Biyomühendislik bölümü öğretim üyelerinden Nur Mustafaoğlu ve ekibinin desteğiyle üniversitedeki biyoloji laboratuvarlarında birkaç gün geçirdim. Bu süreçte yapraklar üzerine çeşitli hücre türlerinin transferi, yaprak damarlarına farklı türde sıvıların enjeksiyonu ile yaprakların mikroskop altı görüntülerini almak üzerine çalıştık.
Gate 27 süreci benim için hızlandırılmış bir kamp oldu diyebilirim. Kendi çabalarımla ilerletmenin uzun zaman aldığı bir proje, bu programın sağlamış olduğu geniş çalışma alanı, bir düzen içerisinde çalışabilme fırsatı ve doğru teknik desteklerle çok hızlı bir şekilde ilerledi ve şu anki haline geldi. Hayatın rutininden bir süre uzaklaşmak ve sadece projeyle ilgilenme fırsatına sahip olmak, ayrıca etrafımda bu süreci benim için daha verimli ve kolay hale getirmeye çalışan insanların olması projenin son halini almasında büyük katkı sağladı.
Biyo-sanat, son yıllarda kendisine daha farklı bir alan açan, üzerine daha fazla konuşulmaya başlanan bir alan/disiplin/başlık olarak görülebilir. Sizin de çalışmalarınızın biyo temelli olduğu ifade edilebilir. Peki “biyo-sanat” ifadesini/kavramını siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Biyo-sanat aslında kısaca bilimin yöntemlerini kullanarak yapılan bir sanat üretimi olarak tanımlanabilir. Ben aslında bu yola biyo-sanat yapacağım diye çıkmadım. Çalışmalarımı atölyenin dışına taşıdığım ve doğal malzemeyi birebir deneyimleyerek işler üretmeye başladığım bir dönem, organik olarak beni bu noktaya getirdi. Doğal malzemeyle çalışmak ve onun özüyle ilgili düşünmek tabii ki ister istemez bilimi işin içerisine katıyor. İnsanın fiziksel olarak doğayla tekrar bir olabilme ihtimali üzerine düşündüğüm bir noktada yapraklardan insanlar için organ üretilebilme ve bir ıspanaktan bir kalp nakli gerçekleştirme ihtimali ile karşılaşmak aslında bu düşüncemi tam olarak ete kemiğe büründürmüş oldu. Bu projeyi üretmek için, aslında zaten atölyeden dış mekâna atmış olduğum adımı bir biyoloji laboratuvarına taşımak durumunda kaldım. Şu anda bu üç ortamı birleştiren bir konumda işlerimi üretmekteyim.
Gate 27 için gerçekleştirdiğiniz projede insanlar için organ üretilmesi amacıyla geliştirilen bilimsel proje kapsamında yayınlanmış bir makaleden (“Crossing kingdoms: Using decellularized plants as perfusable tissue engineering scaffolds”) yola çıkıyorsunuz. Bu makale size nasıl bir ilham verdi, nasıl bir yol açtı?
İnsanlar için organ üretilmesi amacıyla geliştirilen bilimsel proje kapsamında yayınlanmış bir makaleden (“Crossing kingdoms: Using decellularized plants as perfusable tissue engineering scaffolds”) yola çıkarak hazırladığım bu projede, bitki yapraklarının insan için yeni bir beden olarak konumlandırılması konusuna odaklanıyorum. Çevreden topladığım yaprakları, bir biyokimya uzmanı ile birlikte laboratuvar ortamında geliştirdiğimiz özel bir solüsyon içinde bekleterek hücresizleştiriyor ve yeni organ geliştirme çalışmalarında kullanılabilecek bir “ev” haline getiriyoruz.
Yaprak damarları, insan bedenindeki damarlarla yakın bir benzerlik taşıdığı için makalede bahsedilen prosedürleri uygulamak bana heyecan verdi. İnsanoğlu, kendi geleceği için teknolojinin sınırlarını zorlayıp, dünyanın enerjisini ve maddi kaynaklarını harcıyor ancak çözümü bir ıspanak yaprağında, doğanın ta kendisinde bulabiliyor. Bilimdeki bu gibi araştırmalarla bir yandan bedenimizin sınırları zorlanırken; doğa, yaşam ve ölüm ile olan ilişkimizin de yeni bir boyut kazanacağını düşünüyorum.
Sizin sanat pratiğinizde tekrar edilemez, her uygulamada yeniden inşa edilen, belki farklı sonuçlara da gebe bir yapı söz konusu. Bu hem iş üretimini güçleştiren hem de buna paralel bir şekilde çıkan sonucu daha da değerli kılan bir unsur bana kalırsa. Peki bu durum, her yeni iş üretiminizde sizi nasıl etkiliyor? Üretimleriniz ve çıkan sonuçlar arasında nasıl bir ilişki söz konusu?
Aslında bu işlerin beni en çok heyecanlandıran tarafı, herkesin her anına şahit olamaması ve her izleyicinin kendine ait bir deneyime orada bulunduğu ve işe odaklandığı düzeyde sahip olması.
Bio-art projesinde ise aslında nihai bir sonuç, elimizde bir nesne var. Ancak bilimsel sürecini tamamlamadığı için -hücresizleştirdiğim yapraklar üzerine tekrar canlı hücre ekimi yapmadığımdan- herhangi bir noktada bulunduğu kabın veya çerçevenin içerisinden çıkartılıp dezenfekte edildikten sonra, üzerine hücre nakli gerçekleştirildiğinde başka bir formda tekrar yaşama dönme ihtimali hep üzerinde. Bu projenin de beni en çok heyecanlandıran yönü bu aslında. Onları hep uzun yıllar sonra, sergilediğim bir ışık kutusunun ya da kapsülün içerisinden çıkartılıp ben yaşarken bir konumda var olan ve belki de nesli tükenmiş bir bitkinin araştırmasında ya da yeni bir yaşama ev sahipliği yapmasında kullanılırken hayal ediyorum.
Bir önceki sorunun devamı olarak şu meseleye de değinmek istiyorum: Sizin üretimlerinizde sonuçtan ziyade süreç daha önemli bir yerde duruyor. Sonucu değil de süreci öncülemek sizi düşünsel olarak nasıl etkiliyor? İşlerinizin süreçsel gelişimine dair neler söylersiniz?
Beni sürece yönlendiren ve odaklayan şey aslında malzemenin kendisiyle ve özüyle ilgili düşünmeye başlamak ve sınırlarını zorlamaya çalışarak işler üretmeye çalışmak oldu. Bu da beni sonuca yönelik bir süreci öğrenmeye çalışmaktansa sürecin kendisini deneyimleyip her bir aşamanın işe nasıl dahil olabileceğini düşünmeye yöneltti. Bu bakış açısıyla, süreci devam eden ya da oluşum sürecinin bir noktasında dondurulmuş işler üretmekteyim. Örneğin, açtığım sergilerde sıkça deneyimlediğim bir şey var; izleyiciler arasında belirli aralıklarla geri dönüp gelen ve işin değişim ve dönüşümünü takip etmeye çalışanlar oluyor. Ben de günden güne bu değişimi belgelemeye çalışıyorum. Kontrol edemediğimiz ve her anına şahit olamadığımız bir süreci elimizden geldiğince takip etmeye çalışıyoruz. Aslında bu hayatın, günlük yaşamımızın ta kendisi gibi. İşte bu noktada süreç odaklı çalışmak beni bir noktada kontrolü elden bırakıp sürecin kendi gidişatına güvenmeyi öğretti. Gerçek yaşamda da kontrol ettiğimi sandığım çoğu şeyin belli noktalarda ya da bir noktadan sonra kendi gidişatında gittiğinin farkında olarak yaşamayı, değişimin korkunç değil, farkında olunması gereken, kaçınılmaz ve doğal bir unsur olduğunu ve belki de vurgulanması gerektiğini gösterdi.
Malzeme, özellikle de biyo-sanat ekseninde önemli bir başlık olarak değerlendirilebilir. Tercih ettiğiniz malzemelerin doğadan olması ve zamanla doğaya karışması oldukça ilginç bir konu. Bu anlamda iş üretimleriniz sırasında malzeme-eser denklemini nasıl şekillendiriyorsunuz? Malzeme mi işe, iş mi malzemeye götürüyor sizi?
Aslında önce bir konu hakkında düşünmeye başlıyorum ve teorik bir araştırma içerisine giriyorum. Sanat pratiğimin başından beri üzerinde ilerlediğim ana tema, doğa ve insan etkileşimi. İlk dönemlerde atölye ortamından çıkmadan -seramik eğitimi almış bir sanatçı olarak- öğrendiğim yöntemler çerçevesinde, pişmiş toprak üzerinde bu konuyu işlemeye çalışıyordum. Zamanla bu durum bana aslında samimiyetsiz bir şey yaptığımı hissettirdi. Doğa ve insan etkileşimi üzerine düşünüyorum ama doğal olan malzemeyi, alanları asla deneyimlemeden, tek bir yöntemle, dört duvar arasında iş üretmeye çalışıyorum. Kendimi biraz ahkam keser gibi hissettim. İşte bu farkındalık beni atölyeden çıkarttı. Malzemeyi işlenmemiş, doğal haliyle toplayıp kendi yöntemlerimle tekrar keşfetmeye, deneyler yapmaya başladım. Arazide çalıştığım zamanlarda, dere kenarından topladığım kilin özelliğini, derenin hangi noktasının istediğim sonucu vereceğini, güneş ışığını nasıl kullanabileceğimi ve işlerime dahil edebileceğimi zamanla baştan öğrendim. Ya da yapraklarla ilgili geliştirilmiş bir bilimsel yöntemin işlerime dahil olabileceğini düşünme özgürlüğünü sağladı bana. Bu yöntem üzerinde yine farklı yaprak türleriyle kendi yürüttüğüm deneyler yaptım. Kısacası, bu bakış açısının beni özgürleştirdiğine inanıyorum çünkü sadece bir yönteme odaklanarak iş üretmektense düşündüğüm fikre uygun herhangi bir malzeme bulup o malzemeyi de o düşünceye göre tekrar keşfediyorum artık.
İlk kişisel serginizi 2019 yılında Galeri Siyah Beyaz, Ankara’da açtınız. Aradan geçen 4 yıllık süreçte farklı sergi ve projelerin parçası oldunuz ve pandemi gibi büyük bir değişim/dönüşüm sürecine de tanıklık ettiniz. Söz konusu bu 4 yıl ve pandemi, biyo-sanat temelli işler yaptığınız düşünüldüğünde sizi nasıl değiştirdi/etkiledi?
Ben pandemiden önce zamanının çoğunu dışarıda geçiren bir insandım. Tek başıma zaman geçirdiğimde de çevreyi keşfetmeyi severim çünkü. Fakat pandemi bir süreliğine bu alışkanlığı elimden aldı. Aynı zamanda evden de çalışıyor olmak beni çok uzun süre birçok şeyden uzaklaştırdı. Bu sırada İstanbul’a da taşındım ve tamamen bilmediğim, daha kalabalık bir ortam beni daha da ürküttü. Atölye düzenimi tam kuramadım. O yüzden tekrar istediğim gibi bir tempo yakalamam bu sene başını buldu ve Gate 27 ile ve laboratuvar çalışmaları sayesinde de eski tempoma kavuştum diyebilirim. Bunun dışında, pandemi sürecinin insanlar için bir ders olacağına, daha duyarlı toplumlar yaratacağına inanmıştım ama hastalık biter bitmez insanların doğal çevrelerine olan kibirli yaklaşımı, hatta eskisinden daha da yapay bir şekilde kaldığı yerden devam etti. Bu da aslında benim için bir hayal kırıklığıydı. Bu sebeplerden dolayı ben biyo-sanat aracılığıyla, bu bilimsel buluşların insan yaşamını uzatmak odaklı amaçlarına odaklanmaktan ve bunu yüceltmekten ziyade doğal çevremizle olan ilişkimiz hakkında neler söylediği ile ilgili ironik bir bakış açısı benimsiyorum aslında.
Bugüne kadar yerleştirme, video, heykel gibi birçok farklı formda eser ürettiniz. Son olarak bu çeşitlilik, birçok farklı biçimde eser üretmek, bir sanatçı olarak sizi nasıl zenginleştirdi?
Ben aslında çalışmalarımı üretirken hangi disiplinde üreteceğimden çok hangi malzemeyle üreteceğim noktasından yola çıkıyorum. İfade etmek istediğim düşüncenin hangi yöntem, hangi malzeme veya hangi disiplinle daha iyi aktarılabileceğine inanıyorsam o alanın sınırlarını ve o alanda kendi sınırlarımı zorlamak bana ilgi çekici geliyor. Bu da her yolun başında benim için aslında sıfırdan bir başlangıç demek. Yeni bir proje için yeni bir malzeme, yeni bir ortam, yeni bir yöntem ve bunların hepsinin benim süzgecimden geçerek yeniden keşfi, işime yarayacak yönlerini bulmak, farklı alanlarda uzman kişilerin bilgilerinden yararlanmak, yardımını almak, fikirlerine başvurmak… Kendimi sonsuz bir keşif alanının içerisinde, sonsuz yöntemler ve malzeme çeşidi arasında gezinen, sürekli keşfetmeye ve öğrenmeye çalışan bir öğrenci gibi hissediyorum. Her şeyi deneyimlemeye tabii ki ömrüm yetmez ama önüme çıkan tüm fırsatları hızla değerlendirmenin ve bu süreçleri paylaşmanın peşindeyim.