Meryem Çakır ve Yağmur Yıldırımay Bayrakçı bu ayki Odak Yazar dosyamızın konuğu Banu Özyürek ile konuştular.
Meryem Çakır-Yağmur Yıldırımay Bayrakçı
MÇ: İlk kitabınız olan Bir Günü Bitirme Sanatı’ndaki öykülerin tümü birinci tekil şahsın diliyle yazılmış, anlatılmış. Bunun sebebi nedir? Anlatıcıyı metinde konumlandırma süreciniz hakkında bilgi verir misiniz?
Metinlerin ortaya çıkışı bir süreç meselesi olduğu için, onlara dair verdiğim kararları, seçtiğim yolları tek bir sebebe dayandıramıyorum. Anlatıcı konusu da böyle. Öncelikle yazar olarak metnin içinde en rahat ve en doğru şekilde hareket etmemi sağlayacak sesi bulmaya çalışıyorum. Çünkü metnin yönünü ve güzergâhını, nerelere uzanabileceğini, nelere yaklaşıp nelerden uzak duracağını, sapılacak ara yolları, kullanılacak sözcükleri ve onlarla birlikte yeniden şekillenecek düşünceleri, hikâyenin kadrajını ve okurla kuracağı ilişki biçimini o ses belirliyor. Bir Günü Bitirme Sanatı’ndaki öykülerin baktığı yeri kazabilmek için en güçlü araçlar birinci tekil anlatıcının elindeydi. Ayrıca metinlerin okurla mümkün olan en yakın mesafeden konuşmasını istemiştim. Karakterler kendileriyle sürekli bir çatışma içindeydi ve bunu kendi sesleri ile daha rahat yapabileceklerdi. Bir de ben okur olarak birinci tekil anlatıcıyı çok severim ve okur olarak eğilimlerimizin de yazarlık tercihlerimizi etkilediğini düşünüyorum. Sonuçta bütün bunlar bir araya gelerek çoğu zaman daha hikâyeyi kafanızda dolaştırdığınız esnada ona bir ses veriyor zaten. Ama anlatıcısıyla birlikte gelmeyen ya da birlikte geldiği anlatıcıdan tatmin olmayan hikâyeler de oluyor tabii. O zaman da deniyorum, farklı anlatıcılarla yeniden yazıyorum öyküyü ve hangisi bana yol açıyorsa onunla devam ediyorum.
MÇ: Bir Günü Bitirme Sanatı’nda ortak dil ve temayla karşılaşmak mümkün. Öyküler, sanki bir bütünün kronolojik olmayan parçaları gibi. Bu bütünlüğe dair ne düşünüyorsunuz? Planlanmış bir şey mi; yoksa kendiliğinden varılan sonuç mu?
Neredeyse tamamen plansız hareket ettiğimi söyleyebilirim. Görece serbestliğin bu mutluluğunu herhalde başka bir kitapta yaşayamayacağım. Bir Günü Bitirme Sanatı’ndaki öyküleri oldukça uzun bir zamana dağılmış şekilde, aralıklarla yazmıştım. Fakat görünen o ki, o uzun zaman boyunca benzer sorunlar meşgul etmiş beni. Ben zaten bu biçimde yazabiliyorum, yani uzaklaşamadığım, düşünmeden yapamadığım meseleler etrafında şekilleniyor öyküler. Bu kitapta, her biri dünya ile kurduğu anlam ilişkisini yitirmiş karakterler vardı. Bir yaranın ne olduğunu, bir sohbetin ne olduğunu, bir yalanın ne olduğunu, bedenin görünür/gösterilir olmasının yarattığı yeni ve yabancı bedenlerini, ölümün yaşamımıza ne yaptığını anlamaya, daha doğrusu yeniden anlamaya çalışan karakterler. Hepsinin kadın olması ve birinci tekil aktarımı da tabii kitabı adeta parçalanmış bir roman gibi okumayı mümkün kıldı.
MÇ: Bir Günü Bitirme Sanatı’nda yer alan “M.’nin 79. Yalanı” adlı öykü “M.’nin 78. Yalanı”nın devamı gibi. İlkinin bittiği yerden ikincisi devam ediyor. Ancak iki önemli farkla: üslup ve yapı. İkinci öyküdeki üslubu bir “coşku dili” olarak adlandırabilir miyiz? Metnin şiirsel yapısından hareketle sormak istiyorum, öyküde form sizin için ne ifade ediyor?
Bir metnin nasıl yazılması gerektiğini o kadar çok düşünüyorum ki, sonunda çoğu zaman yazamaz hale geliyorum. Bazen de kendiliğinden ya da çalışarak böyle çeşitlemelere varıyor işin sonu. “M.’nin 78. Yalanı”nı bitirdiğim zaman, oradaki fikrin ve duygunun hâlâ işlenmesi gerektiğini düşünüyordum. Daha açık söyleyeyim ve buradan coşku dili ifadenize bağlanayım, ilk metni bitirdiğimde hikâyeyi deşmeye, onunla oynamaya ve onu anlatmaya dair coşkum dinmemişti. Ama çare metni uzatmak ya da yeniden yazmak değildi, oradaki yolun kapandığını biliyordum. Yeni bir yoldan devam ettim. Düz yazıdan çıkayım diye bir amacım yoktu ama dediğim gibi hikâye bir süreç ve yürüdüğüm yol beni bu forma getirdi. Burada ben çok değişik bir şey mi yaptım, hayır elbette ama hikâyenin iki ayrı yapıda akması ve ikinci bir dille tekrar kurulması yani bir bakıma okurla diyalog biçiminin de yeniden inşa edilmesi bence onu oldukça canlı kıldı.
Öykü yeniliklere çok açık bir tür olduğu halde aslında epey muhafazakar bir tutumun hakim olduğunu söyleyebiliriz. Her unsuruyla. Ama alıştığımız, bildiğimiz ve onaylanmış bir biçime teslim olduğumuzda, pek çok başka arzumuzu da o biçimin ve o onayın emrine vermiş oluyoruz. Ve kendimi bir kavanozun içine konulmuş gibi hissediyorum. Bir seyir nesnesine dönmüşüm gibi. Çalışırken, kafamda sürekli bununla mücadele ediyorum ve kendimi de metni de kurtaracak bir şey arıyorum; buluyorum, bulamıyorum. Bu başka tabii.
MÇ: Bir Günü Bitirme Sanatı’ndaki öykülerde duyguların, kendi olmayı deneyimlemenin yeri oldukça büyük. Çeşitli hisleri ince ince işlemiş biri olarak içselliğin edebiyatınızdaki yerini nasıl tarif edersiniz?
Kundera’nın Roman Sanatı’nda bir ifadesi var; “Bütün zamanların bütün romanları ‘ben’in bilmecesi üzerine eğilmişlerdir” diyor. Bütün zamanların bütün romanlarını bilmiyorum ama iki kitabımdaki bütün öykülerin bu bilmeceyle meşgul olduklarını söyleyebilirim. Yine aynı kitapta unutulmuş varlığın keşfine de gönderme yapar Kundera. Onun roman için söylediklerinin öykü için de uygun hatta çok daha uygun olduğunu düşünüyorum. Dar bir alanda derinlemesine yol almak istiyorsanız, öykü muhteşem bir tür. Duygularımız, düşüncelerimiz, deneyimlerimiz, bunların ahengi ve çatışması bizim biricik evrenimizi oluşturuyor. Küçük kıskaçlarla, evrenin bir noktasını kazıyorsunuz ve orada minicik bir toz zerresine denk gelip şaşırmak istiyorsunuz. İşte ben o zerreyi çoğu zaman içsellikte arıyorum. Bu yüzden de pek çok metinde kendini en küçük parçasına kadar ayırıp, varlığını o parçada görmek ve tanımak isteyen karakterleri yazıyorum.
YYB: Şu cümlenin, Poz’un tamamını anlatan bir cümle olduğunu düşündüm: “… önümdeki görünmez duvar tarafından durduruldum.” Ve siz öykülerinizde bu görünmeyeni bulmaya, aşmaya, yıkmaya niyetlisiniz diyebilir miyiz?
Evet, dediğim gibi ben kıskaçlarımla katı bir zeminde dalış yaparak bir toz zerresine ulaşmaya çalışıyorum. Yıkmak belki çok iddialı bir talep olur, şimdilik o duvarı görmeye bir nebze yaklaşabilsem yeterli. Çünkü farkında olduğumuz ve olmadığımız pek çok sınır hem yaşamımızı hem edebiyatımızı tahakküm altına alıyor. Özgürlüğe bir adım atabilmek için de ilk etapta bu sınırları açık yüreklilikle aramaktan başka bir yol göremiyorum. Edebiyatın kendine ait bir zemini olsa da bu zemin yaşamın dışında değil, yazdıklarımız gaipten gelmiyor. Dolayısıyla her metin içeriğiyle biçemiyle yazarın hayata karşı tutumunun, bakışının bir ilanı aslında. Poz da benim yazar olarak bu duvarın karşısında söylediklerimin bir toplamı.
YYB: Poz’daki öykülerde görünür olmak arzusu ve bu görünürlükten korkma dürtüsü yan yana. Bu ikiliklerin sizi yazmaya ittiğini söyleyebilir miyiz?
Bu ikilik benim için yaşamlarımızdaki, benliklerimizdeki belirleyici mücadelelerden biri. Yani var olduğumuzu haykırmak istiyoruz ama bu varlığın yükünü taşımakta zorlanıyoruz. Özgür olmak istiyoruz ama özgürlüğün getirdiği sorumluluklarla sınanmaktan korkuyoruz. İnsanlarla birlikte olmak istiyoruz ama bu birlikteliğin bizi davet ettiği yargı meydanında çok kolay yara alıyoruz. Dans etmek istiyoruz ama sanki şu kollarımız fazla mı uzun. Ben bütün bu insanca arzularımızı, heveslerimizi, korkularımızı, tereddütlerimizi, oyunlarımızı, kendimizi inşa ve ifşa etme biçimlerimizi düşünmeyi ve bunları edebiyat içinde tekrar tekrar düşünmeyi seviyorum. Çünkü biz bir duruşlar bütünüyüz, varlığımızın çeşitli görünümlerinden müteşekkiliz, başka deyişle pozumuza gömülüyüz ve bize bakmaksa benim niyetim, bu alanı işaretledim ve şimdilik burada çalışıyorum diyebilirim.
YYB: “Cesaret”, Poz’daki öykülerin ortak anahtarı gibi. Sanki o adım atılsa, tüm çırpınışlar son bulacak (ya da son bulmasa da olur?).
Evet, hatta cesaret etmeye cüret etmek de diyebiliriz. Çünkü önce cesaret etme arzu ve kuvvetini bulmaları gerekiyor. Bunu bulduklarında harekete geçmeye yelteniyorlar ya da o hareketin eşiğinde verdikleri mücadeleye eşlik ediyoruz. Kimi sokağa çıkıp bir mekâna girebilmek yani insanların arasında bir insan olmak savaşını veriyor, kimi eksikliğiyle yüzleşip bunu kabullenmeye çalışıyor, kimi bedenini sevmeyi unutmuş, bu sevgiyi arıyor, kimi de zamanı anlamaya çalışarak geçiciliği karşısında yaşadığı hüsranı olağanlaştırmak istiyor. Eh, benim açımdan bunların hepsi belli bir kuvvet isteyen zor işler.
YYB: “Ne kadar durursam o kadar ağırlaşacağım,” diyorsunuz Poz’daki bir öyküde. İnsanın iyisiyle / kötüsüyle olmaya çalışmasının mücadelesini ve aslında bu mücadelenin diri tuttuğunu okuyoruz, diyebilir miyiz öyküleriniz için?
Demin konuştuğumuz cesaret meselesi bizi buraya getiriyor aslında. Sonuçta bir yola çıkmak olmaya çalışmak zaten. Bence poz, bütün yaşam hikâyemizi saran bir sözcük, olma çabamız da pozumuza dahil. Tek başımıza yaşamadığımıza göre, oluşumuz illaki bir gözler sahnesinde vuku buluyor. Hikâyelere bu boyutu da katarak, maceramızı birkaç açıdan ele almak istedim.
MÇ & YYB: Okurlarınızı bundan sonra ne bekliyor? Yazma planlarınızın hâlihazırdaki durumundan bahseder misiniz?
İki kitabımdan sonra da aynı şeyi hissetim, yazmayı yeniden öğrenmem gerekiyor. Şu an okuyarak ve yazarak bunu yapmaya çalışıyorum. Tam olarak ne olduğunu bilmediğim bir şeyi arıyorum aslında. Herhalde bulduğum zaman ve bir süreliğine ‘işte şimdi böyle yazmak istiyorum’ diyeceğim. Bu tabii, karşınıza aniden çıkıverecek bir işaretle olmuyor; pek çok şey bir araya gelecek ve umut ediyorum ki bir gün bir araya gelenler, bilerek bilmeyerek bir araya getirdiklerim beni o arzuladığım yeni yola çıkaracak. Şu an üzerinde çalıştığım metinler yayınlatmak için yazdığım şeyler değil yani, daha çok çeşitli denemelerin ve yeniden öğrenme mücadelesinin parçaları. Umarım neticede beni de okurları da heyecanlandıracak bir yere varabilirim.