Hasan Turgut
Gülten Akın 1956 yılında Rüzgâr Saati’yle giriş yaptığı şiir ortamından 2013’teki Beni Sorarsan kitabıyla çıkış yapıyor. Şairin yarım yüzyıla yaklaşan şiir üretimine baktığımızda dönemsel arayışların yön verdiği pek çok kesişim, çatallanma ve kriz ânı görüyoruz. Gülten Akın şiirini yeniden tarihselleştirmeyi denersek karşımıza nasıl bir manzara çıkabilir? Size göre dönüm noktalarından ve bu dönüm noktalarının arkasında yatan saiklerden söz eder misiniz?
Bir şairi anlamak için doğrudan bakacağımız yer metin olsa da daha derin ve yakın okumalar için şairin mizacı, yaşadığı tarihsel dönem, kültürel ve iletişimsel bellekle ilişkisi gibi farklı dinamikleri de hesaba katmamız gerekir. Gülten Akın böyle bir şair. Onun içinin kuyusundan yakalayıp çıkarttığı ses de şiirinin inşası da ne yaşamından, psikolojik dinamiklerinden ne de tarihsel, sosyal bağlamda ülke gerçeğinden ayrı okunamaz. O nedenle bu şiir, bir yönüyle bir şair personasının en baştan sona nasıl erginleştiğinin anlatısını karşımıza çıkarır -tıpkı “oluşum romanları”ndaki gibi- bir yönüyle de o özenin toplumsal değişimlere, dönüşümlere, kırılmalara tanıklığı ile toplumsalı yorumlayışını. O nedenle Akın şiiri üzerine konuşurken bu çift yönlülüğü göz ardı etmeden düşünmeliyiz. Şiiri ile ilgili çeşitli bölümleme çalışmaları akademice de eleştirmenlerce de yapılageldi. İlk dönemindeki bireysellik ve II. Yeni ile bağı, Kırmızı Karanfil kitabı ve sonrasındaki toplumcu ve gerçekçi tavrı ve yine kimilerinin bireşim dönemi demeyi tercih ettiği her iki dönemine ilişkin taşıdıklarından damıttıklarıyla kurduğu olgunluk dönemi. Hikmet dönemi demek de yanlış olmaz. Ben Gülten Akın şiirine salt böyle bir kategorileştirmeyle bakmanın yanlış değil ama çoğu zaman o şiirin özünü kaçıran bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Elimizde söylediğiniz gibi yarım yüzyıla yaklaşan bir şiir birikimi var. Çemberi kapanmış. Ben bu verimliliğe bir bütün olarak bakarsak özünü daha saf ve doğrudan yakalayabiliriz, diyorum. İlk şiirlerdeki II. Yeni ile kurabileceğimiz yakınlığa, “Bende İkinci Yeni de var,” demesine rağmen tam da o grubun içinde şairi göremeyiz; toplumsal dönüşüm odağındaki biz’e dair kolektif sesi daha güçlü biçimde yüzeye çıkarmasına rağmen dönemin toplumcu şiirinin merkezine kolaylıkla değil, bazı dikkatlerle yerleştiririz onu. Güven Turan’ın şairin Toplu Eserleri için yazdığı giriş metninde işaret ettiği Yazı ile Sözlü Kültür arasında, aradaki geçişlerle sarmaladığı söylemini neden tam oraya ya da tam öte tarafa, karşıtına yerleştiremeyiz? Forma, söyleyişe, sese ve anlama ilişkin sorularımızı çoğaltabiliriz. Bu tür sorularla yaklaştığımızda derinde duranı daha berrak görebiliriz. Gelenekten aldıklarını modern bir özne olarak modernist bir şiir içinde nasıl dönüştürdüğünü bu bütüncül bakışla anlayabiliriz. Toplumsal ve bireysel yabancılaşmanın öğüttüğü bireyin, modernleşmekte olan toplum yapıları ve kurumları içindeki var olma çabasını sorgulayışının ipuçlarını ilk dönem şiirlerinde de toplumcu döneminde olduğu gibi görebiliriz. Kırılgan grupların ya da bireylerin mücadelelerini, tutunma biçimlerini köle-efendi karşıtlığı sınırlılığıyla değil yalnızca, başka türlü bir kavrayışla ele aldığını, mahrem alandan kamusala değin irdelediğini, güç ilişkilerini sorguladığını tek bir dönemi için söyleyemeyiz.
Şairi yeniden tarihselleştirmekten şunu anlıyorum: Onu tüm yapıtlarıyla şimdiki zamana çağırmak, o zamanın öznelerinin bakışı ve bilgisiyle ona yeniden bakmak. Ben derken hep bizi gözeten bir bilinç ve sorumlulukla hareket etmiş bir şairdir Gülten Akın. Hem yeşerdiği çekirdekten getirdiği hem toplumsallığın içinde edindiği üst üste binmiş dünya ve şiir görüşünü ben/biz iç içeliği belirlemiş, güçlendirmiştir. Bugün dünyanın ve insanın sonu üzerine tartıştığımız, düşündüğümüz tüm eleştirileri o şiirinde kendi zamanından söylemiştir. Bu şiir o nedenle Türkiye’nin şiiridir.
Gülten Akın şiiri, haklı olarak kadın duyarlılığı, feminist göstergeler, patriyarka eleştirisi gibi kimi izleklerle kuşatılmaya çalışılan bir şiir. Ben, bu izleklerden cesaret alan bazı okumaların başka eleştirel yaklaşımları dışarda bırakmaya dönük birtakım handikaplar barındırdığını düşünüyorum. Tabii burada sözünü ettiklerim, şairi “bacı, ana, teyze” gibi birtakım sabit kategorilere hapseden okumalar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Gülten Akın şiirinin etrafında mitik bir katman, bir aura yaratmıyor mu bu analizler?
İşin içine “kuşatılma” girdiğinde sonucun olumlu olması zor. İndirgeyici, sabitleyici ve sınırlayıcı yaklaşımlar şairin evrenini küçültür. Bu istenmez elbette. Biraz önce yeniden tarihselleştirmekten söz ettik. Bu kavrama burada yeniden bakmak gerek belki de. Edebiyat ve özellikle şiir öyle erkek egemen bir hegemonyanın içinden ilerledi ki upuzun bir zaman, -ki hâlâ tüm yeniden-yazım çabalarına rağmen öyle- bizler feminist edebiyatımızı daha yeni tarihselleştiriyoruz. Bu çaba içinde feminist edebiyat bağlamında modernist şiirimizin kurucu öznesidir Gülten Akın. Bunu, ona kadar gelen, onunla birlikte yola çıkan hiçbir şair kadını göz ardı etmeden söylüyorum. Çağın yeni düşünce patikalarından giderek daha üzerinde durulacak, söz kurulacak gözden kaçmış konular var diye düşünüyorum. Gülten Akın uzun bir yaşamın tüm dönüşümleri, başkalaşımlarını şiiriyle birlikte kat etmiş biri. Kadın oluş ve yaşlılık kavramları üzerinden bu şiire hak ettiği derinliğiyle bakılmadı mesela henüz. Destan türü, epik şiir kahramanlık merkezli, eril seslidir, bu türde yazmış Akın’ın sesten forma, söyleyişten kurguya mesela nasıl farklı bir şiir inşa ettiği feminist kodlarla da okunabilir, okunmalı. Ekopoetikanın bugün dert edindiklerine o nasıl bakmış, belki yeni fark edilmekte. Çoğaltabiliriz soru bırakacağımız alanları böyle böyle. Sorunuzun diğer bölümü, şairi “bacı, ana, teyze” gibi birtakım sabit kategorilere hapseden okumalar’a gelince… Bu tanımlama, yakıştırmalar da söyleyenlerinin bazen niyetlerinden bağımsız eril zihin sürçmeleri bana kalırsa. Yüceltirken cinsiyetlendirerek yeniden talileştirmektir bu sesi. Feminist eleştiri itiraz eder, bunu yeniden üretmez.
Gülten Akın, İkinci Yeni’nin bugünkü tabirle trend olmaya başladığı bir dönemde yazmaya başlamasına ve özellikle de Turgut Uyar’la kimi bakımlardan ortaklıklar taşıyan bir şiir kurmasına rağmen bağımsız kalmış ya da bağımsız bir kategoride değerlendirilmiş bir şair. 70’lerden itibaren dönemin sosyalist şiiri içine yerleşse de orada da duramıyor ve 90’lardan itibaren şiirinde melez bileşimler yaratma yoluna gidiyor. Bir etkileme ve etkilenme haritası çıkarırsak bu haritada kimler olur sizce? Gülten Akın şiirinin network’ünde hangi isimler mutlaka yer almalı?
Hiçbir şairi ve şiirlerini yaşadığı dönemin, ülkenin ve dünyanın dinamiklerinden bağımsız bir seyir içinde düşünemeyiz. Sesler duyuyor, dünyaya sesler bırakıyoruz. Kimileriyle duyum, zihin ve duyuş ortaklıklarımız daha yüksek olabiliyor. Gülten Akın da yol alırken hem yaşadığı zamanın tüm belirleyenlerinden etkilenmiş, kendini onları yoklayarak, eleştirerek kurmuş hem de onlardan kendine özgülüğü içinde beslenmiş biri; dolayısıyla İkinci Yeni gibi şiirdeki özerkliğe doğru yol alış, poetik ilkeleriyle de öznelik halleriyle de elbette doğal olarak ilgilendirmiştir onu. Öncesindeki kimi şairlerin cumhuriyetin kurucu ilkelerine bağlı Aydınlanmacı, yurtsever tutumlarından da el almıştır bir ölçüde. İkinci Yeni sonrası değişen toplumsal ve siyasal koşullar içinde gelişen ve genişleyen toplumcu ve gerçekçi damar da dünya görüşü itibari ile doğaldır ki uzak durmayacağı bir damardı. Ama dediğiniz gibi o, akış içinde bir köksap gibi hepsine dolanarak ve kurduğu bağlar ile değişerek kendi ada şiirini kurmaya çalışmıştır ve bana kalırsa en başından gösterdiği çaba ile bunu bilince taşımayı başarmıştır. O nedenle onun şiirini başka şairlerin şiirleriyle yan yana okumaya çalıştığınızda o bağların çok da kuvvetle kurulamadığını görürsünüz. Cahit Külebi’den Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya dek. Burada Gülten Akın şiiri için ses, söyleyiş ve dize kuruluşlarına ilişkin örtük akrabalığı Necatigil şiiriyle kurarım. İki şair arasındaki yakınlık daha çok tematik bağlar, insanın derinliklerini yalın, sade, derin yorumlayışları ile kurulmuştur genellikle. İki şiiri de art arda yakın zamanlı düşüne taşına çalışırken ben bu yakınlığı daha çok sesten, edadan, söyleyişten duydum. İkisindeki yüksek sesle okunmaya çok da uygun olmayan, eksiltili, kesik kesik, içe doğru çekilen seslerle kurulan dize yapıları, sentaks, sessizlikler ve boşluklar vb. ile bu iki şiir birbirini, birbirinde bence en çok duyuran şiirlerdir.
Gülten Akın bir yazısında her zaman 1979 tarihli Seyran Destanı’nındaki gibi bir şiir yazmak istediğinden bahseder. Aslında Rüzgâr Saati’nden Sığda’ya kadar olan görece bireysel dönemde de adım adım 70’li yıllardaki devrimci, isyankâr ve halkçı içeriğe doğru yol alan bir poetika görüyoruz. Gülten Akın’ın son döneminde yazdığı Celâliler Destanı’yla yine bu yıllara selam gönderdiğini düşünürsek şairin Türkiye’deki devrimci momentumun tam da göbeğinde bir poetika inşa ettiğini savunabiliriz. 70’ler, kaçan fırsatlar, dönemin özellikle Halkın Dostları eksenindeki çıkışları ve Akın’ın bu yıllarda yazdığı şiirin bugün için barındırdığı imkânlar konusunda ne söylemek istersiniz?
Gülten Akın bir bilinç şairidir, demek yanlış olmaz sanırım. Birey odaklı, bireyden yola çıktığı şiirlerinde de yalnızca kendine kapalı bir bireycilik görmezsiniz. Onun poetikasında hep halka doğruluk vardır. Ondan aldığını, onu yükseltmek için, aldıklarını da yükselterek geri vermek. Dünyada oluş onda öznelik sorumluluğu içinden hissedilir. Anlam arayışının çıkış kaynağı burasıdır. Kâinata, yeryüzüne ve onda karşılaştığı her şeye aydınlık bir bilinç ve sorumlulukla bakmak. Şiirle dünyayı onarmayı, anlamayı, ona direnmeyi, onu değiştirmeyi ilke edinmiş birinin Seyran Destanı’ndan yola çıkarak yazmayı arzuladığı şiire vurgusu şaşırtıcı olmaz. Seyran Destanı da Celâliler Destanı da aslında bir açıdan romanın yaptığı dönem, tarih, toplum okumasını şiirin diline tercüme ederek yapar. Şiiri bir bilinç yükseltme aracı olarak da düşünür şair; elbette estetikten, şiir oluştan tavizsiz.
Bugün için böyle bir şiirin barındırdığı imkân meselesini şiir içi düşünmek elbette önemli. Akın hem kendi içinin, bilincinin sesine dikkat kesilmiş hem yeryüzü ve dünyanın sesine hep kulak vermiş bir şair. Şiirinin kendi içinde dönüşüm imkânlarını zorlaması hep bu dinleme, duyma eylemiyle ilgili. Kendi dışındaki her şeye de meraklı bir ilgi. Olaya, olguya, kavrama nedensellik bağlarıyla dikkatli, ayrıntıcı bir bakış. Anlamın anlamaktan geçtiğini bilen bir duyuş. Dili kendi düzeninden bu meraklar, dikkatlerle çıkarış. Öznenin eyleyişinin kolektif bilinç ve bellek ile ilgisi, iletişimsel ve kültürel belleğin taşıdıklarıyla sürekli temas, şimdiyi bu üst üste binen geniş ve kuşatıcı zamansallık içinden okuma ve kurma…Şimdinin şiiri için tüm bunları düşünmenin imkânını verir bu şiir. Bunlar, benim okuduğum yerden görebildiklerim. Elbette başka açılar, başka imkânlara da çıkaracaktır düşünenleri.
Jacques Ranciére, estetiğin politik ve etik krizleri maddi biçimde somutlaştırdığından söz eder Estetiğin Huzursuzluğu’nda. Gülten Akın şiiri, ilk dönemindeki baskıcı ve kişiliksizleştirici nomosa dönük karşıtlığı, 70’lerde, -ki ben buna aktivizm dönemi diyebileceğimizi düşünüyorum- özgürleştirici ve eşitlikçi bir sınıf bilincine dayalı nomosla ikame ediyor. İlk dönemdeki aslında yine politik olan bireysel stratejiyi, 70’lerde daha majör bir devrimci bilince tahvil ediliyor. Dolayısıyla Akın’ın temelde aynı şiiri yazdığını düşünebiliriz. Siz de onun şiirinin bir tür palimpsest olduğunu söylüyorsunuz zaten. Buradan hareketle Gülten Akın şiirinde siyasalın görünümlerinden söz edebilir misiniz?
Gülten Akın’ın söyleşilerinde sık sık altını çizme zorunluluğunu hissettiği şey, şiirin doğrudan siyasalın aracısı kılınmaması. Şiir, siyasalın alanı için dolaylı nesnedir. O nedenle sözünü, şiirini siyasetin eline estetikleştirerek vermez. Şiirinin estetik unsurlarını politikleştirmeye çalışır. Halkın dertlerini halkın duyuşuyla vermeye çalışırken bunu olduğu gibilik içinden değil, kimileyin yadırgatıcı dönüşümler içinden vermeye çabalar. Hem tanıdık, bildik olana çengel atma hem de onu değiştirerek tuhaf bir yabancılık hissi ile duyuşu bozma. Oradaki estetik huzursuzluk hakikate açılmanın ve düşünmeye davetin ara yerini oluşturur.
Burada duyma ve duyurma meselesi önemlidir. Duyduğunu kendi sesinin içinden yeniden kurarak duyurma. Bu, ben ve biz dolanıklığını en başından beri şiirine getirmiş, bunu kurmuş ve bundan vazgeçmemiştir. O nedenle de çift seslidir şiiri. Birey oluşu hep bir toplumsal art alan bilgisiyle okur. Toplumsal olanın izlerini de bireyin tekil hikâyelerinde arar. Kendinin ve ötekinin bilgisini böyle bir hissedişle kavrar. Dolayısıyla bu şiirdeki siyasalın görünümleri bazen toplumdan bireye bazen tersi olarak kurulur. Sınıfsal eleştirisini de güç merkezli yapar. Gücün adaletsiz ve eşitsiz kullanımının yarattığı tüm olumsuzluklara, açmazlara, çaresizliklere ve şiddete hem ben’deki hem biz’deki yansımalarıyla bakar. Yazarak kendini silerken silinenin altından kendi çıkan bir şair Akın. Kendi şiirine dair metinlerarası bağları takip ettiğinizde de bunu görüyorsunuz. Onun şiirinde hem bireyselliğin hem de toplumsal tarihin izlerini bulursunuz. Hem kendinin hem toplumun sesini duyarsınız. Tüm eşitsiz ilişkilerin eleştirisini, yapısal bozuklukların deşifresini görürsünüz.
Gülten Akın şiirinin Türkiye’deki sol akımlar içinde eşsiz bir konumu olduğu açık. Kojin Karatani’nin deyişiyle manzaranın proleterleştiği bir dönemin şiirini yazıyor Akın 70’lerden sonra. Onun şiiri sosyalist aktivizmin dokümanter anlatısına dönüşmüş durumda. Akın’daki sosyalist vurgunun birtakım farklarla özellikle Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nda ve Seyran Destanı’nda yerlici bir ton barındırdığını savunabiliriz sanırım. Bu bakımdan şairin, Kuvâyi Milliye Destanı’nın Nâzım Hikmet’inin geleneğine eklemlendiğini söylemek mümkün. Onun söz konusu dönemdeki ATÜT tartışmalarına olan ilgisini de düşündüğümüzde nasıl bir ülke tahayyül ediyor Gülten Akın şiiri sizce? Bunun şiirdeki aşikâr göstergeleri neler?
Zor bir soru bu. Başlı başına uzun bir değerlendirmeyi hak eden bir soru. “Sosyalist aktivizmin dokümanter anlatısına dönüşmüş şiir”, saptamanız değerli. Hayattan, gözlediklerinden, karşılaştıklarından, çatışmalarından yola çıkarak ve gerçeği dönüştürme arzusu duyarak yazılmış şiirler onun şiirleri. Destanlarına ilişkin ayrı ayrı çalışmalar yapılmış olsa da üçlemenin bütünselliğine dair bir okuma, şerhleri ile birlikte henüz yapılmış değil. Neden destan sorusuna aranacak yanıtlar önemli. Nasıl bir destan yazıcılığına dair de öyle. Kahramansız, kahraman yüceltmeleri, idealleştirmeler olmadan kurulmuş, bu anlamıyla merkezsiz, olaya ve olayların insan hayatını nasıl etkilediğine yönelik bakış hâkim bu şiirlerde. Bu şiirlerin sesi de sesleniş biçimi de üzerinde durulması gerekenlerden. Erkekliği yücelten, yüksek, meydan okuyucu bir sesten uzaktır Akın’ın destanları. Bunlardaki biçim, söyleyiş ve içeriğin yorumlanışına dair stratejiler, alıştığımız epik türün özelliklerini bire bir taşımaz. Akın yine bu şiirlerde de türün biçim ve içerik özelliklerini kendine özgülüğü ile başkalaştırmıştır. Şairin Batı’nın estetik değerlerinin olduğu gibi alınıp taklit edilmesine yönelik estetik odaklı itirazları bilinir. Bu anlamda ondaki yerel dair vurgular ve bunu evrensele yükseltme önermeleri de eleştirel kuram içinden aranabilir.
Ben bu destanlardan Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı diğerlerinden ayrı görüyorum, vurguladığınız yerelci tonun, kimlik üzerinden özcü denebilecek yaklaşımın diğer destanlardan ayrı bu şiirde baskın olduğunu düşünüyorum. Kurtuluş Savaşı, burada ulus devletin kurucu unsuru Türklük üzerinden, resmî ideoloji ile uyumlu okunur. Tarih burada tartışmaya açılan değil, yeniden üretilendir. Ancak Akın’ın diğer destanları kurgulayışı onun buradan politik bir tutum olarak uzaklaştığını gösterir niteliktedir.
Seyran Destanı, köyden kente göçler üzerinden kenti, çeperlerinden saran ve başka türlü bir arada-kentlilik durumunu sınıf dinamikleriyle tartışmaya açan, güç ilişkileri ve onun yol açtığı krizleri makrodan mikroya, kamusaldan hane içine doğru anlamaya ve göstermeye çağıran bir metin. Bu türden bir kentlileşme doğanın, doğallığın ve özgürlüğün yitimidir. Başka türlü bir köleleştirilme biçiminin yeniden üretilmesidir. Burada zorbalığa, farklı türden şiddet ve sömürü biçimlerine, yabancılaşmaya, yalnızlığa yeni bir kent olgusu olan gecekondulaşma içinden bakış vardır.
Celâliler Destanı, tam da dediğiniz belgesel nitelikli art alanıyla tarihin akışında yarattığı bir kırılma ile anakronik diyebileceğimiz bir biçimde geçmişten getirdiği olayı bugüne taşır. Bakmamız istenen, farklı katmanlardaki güç ve zor ilişkilerinin nasıl yer, el, zaman ve mekân değiştirerek kendini yeniden üreterek devam ettiğidir. Burada özellikle sistemi ilerleten yapıların nasıl işlediğine dair eleştiri vardır. Bu yapıların devletten aileye, yukarıdan aşağıya nasıl hiyerarşisini kurduğu, rızayı nasıl ürettiği, hegemonik akışın nasıl devam ettiği tartışılmak istenir.
1980’lerde yazılan ama 2007’de yayımlanan bu şiirler, 16. yüzyıl Osmanlı’sını içeriden sarsan uzun sürmüş isyanlarla ilgilidir. Osmanlı mülküne isyan, tarihi yeniden düşünme, halkın, bireyin haklarını sorgulama açısından değerlidir. Tarihin metinselleştirilmesi anlamında da değerlidir. Burada resmî algıyı ters yüz etme söz konusudur. Özellikle kapanışıyla tarihsel olanı şimdiki zamana taşıma, tarihsel akışı kesintiye uğratma, zamanın eleştirisini, süregiden düzenin hilesini açık ediş, geçmişle şimdi arasında kurulan diyalog, bir gayriresmî tarih oluşturma çabası önemlidir. Kendi halinde süren yaşamın zorbalık, şiddet ve korkuyla kesintiye uğraması, devlete değil, düzene başkaldırı, adalet beklentisi, bir türlü kurulamayan dirlik, düzen ve özgürlük… Halihazırda sürendir de. Şairi asıl ilgilendiren, bu sürene dikkat kesilmesidir okuyanın.
Akın’ın ülke tahayyülüne bakarken Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı özelinde özcü ve yerelci tutumunu elbette eleştirebiliriz ama anlamak için bakmak istersek cumhuriyetin onuncu yılında doğmuş, çocukluğu II. Dünya Savaşı’nın uzak da olsa soğuk gölgesinde, yoksulluk ve yoksunluklarla baş etmeye çalışan genç bir ülkede geçmiş, aldığı hukuk eğitimiyle dünya inancının kesiştiği yerden halkını aydınlatma, onlarla sömürüsüz ve tam bağımsız bir ülke için mücadele etme arzusu taşıyan birinin karşısında olduğumuzu bilmemiz gerek. Akın cumhuriyetin kurucu ilkeleri ve devlet kavramıyla çatışmaz. Oradaki güç odaklarının kötülüğü, istismarı, çıkarcı sömürüsüdür onun mücadele alanı. Yoksulluğun, sömürünün olmadığı, eşitlik ve adaletin hâkim olduğu, kendine yeten ve bulunduğu yeri aşmak için çaba gösteren, dayanışmanın hâkim olduğu bir toplumdur onun düşü.
Gülten Akın şiirinde sömürü çok kilit bir kavram. Doğanın sömürüsü, cinsiyet kimliklerinin sömürüsü, emeğin sömürüsü, kentin sömürüsü gibi pek çok tema belirlemek mümkün burada. Bu bakımdan aslında bütün sömürü alanlarının cinsiyet kimlikleriyle ilişkili olduğunu savunan ekofeminist etik açısından da okunabilecek işaretler de sunuyor Akın şiiri. Bu işaretlere dair ne söylemek istersiniz? Akın sömürüye odaklanarak nasıl bir etik inşa etmeyi amaçlıyor?
Gülten Akın insanın özüne, derinine bakmayı amaç edinmiş şairlerden. Bu bakışta tek yanlılık yok; her zaman karşılıklılık, etkileşim, iletişim esas. O nedenle insansa söz konusu olan doğayla, onun bir parçası olarak var olan, kentse onun dinamikleri içinde kendi kalma çabası veren ya da kaybolan, emek ilişkileri içindeyse gücün eziciliği karşısında diklenen ya da savrulan insanların tüm mekânsal, yersel ilişkileriyle varoluşlardır söz konusu olan. Bu şiirin sinemayla ilişkisi de belki konuşulmayı bekliyor ve buradan bir bakış ondaki ekopoetik yanı daha net açığa çıkarabilir. İçerisi ve dışarısıyla ilişkisi, yeryüzünü ve dünyayı duyuşu ve hissedişi temaşa eden, seyreden bir öznenin hali iledir. Ağır ağır seyreden bir bakıştır bu. Somutluklar içinden. İçerinin bilgisiyle dışarıya, dışarıdan aldıklarıyla içeriye doğru dokur kendini ve şeyleri. Yavaşlık hâkimdir bu bakışa. Bu yavaşlık, hızın yabancılaştırıcı etkisine karşı bir direnme biçimidir. Hızın tüketen, sömüren, sömürgeleştiren acımasızlığına karşı bir göl gibi durgun, bir dağ gibi kıpırtısız. Yavaşlığın içindeki kımıltı, ayrıntıda gizlenmiş başka yaşam olanakları; baktığında gördüğü bunlardır. En basit, en küçük ilişki biçiminden en büyük güç ilişkilerine tembelliğin, kurnazlığın, kötü niyetin, şiddetin, vurdumduymazlığın, hoyratlığın, karşılaşmaları nasıl eşitsiz bir yere çektiğinin farkındadır. İncelikleri görmek için yavaşlamanın gerektiği bilgisi, insanın ezip geçen ilerlemeci hırsına, sarhoşluğuna karşı önemli, çağcıl bir okumadır. Tüketen, yutan, yıkan, parçalayan insanın zalimliğine karşı kuşatan, kavrayan, ihtimam eden, duran düşünen, hisseden, ilişkilerle dönüşen bir varoluşu önerir. Eril aklın tahakküm ilişkilerine karşı barışçıl bir dilin şefkatli sesini duymamızı ister.
Bir kamera-göz gibi davranan şairlerden Akın. Yaşamsal gerçekliğin izleri, gözlemleri, hayatla doğrudan kurulan ilişki önemli onun için. Hayatı şiire taşırken olduğu gibiliğin, ideolojik konumlanışın yerini, estetik bakışın özerk tutumu alır. Ayıklananlardan, çıkarılanlardan sonra kalan; kurtarılanlar estetiğin dilinden başkalıkla üretilir. Bu hayattan kurtarılanlar onda daima güç ilişkileri odağında, kırılgan gruplardan yanadır. “Umut ilkesi”ni de sonuna kadar burası için işletir.
Anlamını kaybetmiş dünyanın yarattığı yalnızlık, kaybolmuşluk, kırgınlık duygusu onun içine ve doğaya çekilmesine yol açmıştır. Bu, yenilgili bir kaçış duygusundan çok, anlamı o boşluktan yeniden kurmak arzusunu taşır. Yabancılaşma olgusu hem Marksist hem varoluşçu bir eleştirelliği bu şiirlerde taşır. Şairin başından bu yana temel sorunu olan yabancılaşma duygusu, onu özellikle son döneminde giderek yapay ilişkiler ağının sınırlayıcı, tehditkâr, korkutucu, güvensizleştirici, kırılganlaştırıcı ağından asıl eve, yeryüzüne doğru çekmiş, şiirini oradan, yeniden kurmasına olanak sağlamıştır. Doğaya dışarıdan ve olduğu haliyle bir bakışla, insanı onun içine varlıklardan bir varlık olarak yerleştiren bakış dolanıktır. “Ötekini oku, derinde dipte duranı”, bu mesafeden bırakılmış bir dizedir.
Bruno Latour toplumsal olanın ortaklıklar kurma alanı olduğunu söylerken bir tür müşterekler sosyolojisi tasarlamaya uğraşır. Toplumsallık pek aktörün ve ağın müzakere ve çatışma zemininde icra ettikleri karşılıklı deneyimlerle kurulan bir şey Latour’a göre. Gülten Akın şiirindeki faillerin sayısına baktığımızda onun homojenleştirmek yerine farklılaştırmak ve bu yolla daha çoğulcu bir sistem inşa etmek yönünde bir çaba içinde olduğunu düşünebiliriz bana kalırsa. Latour, “araziyi düzleştirmekten” bahsediyor aynı analizinde. Araziyi düzleştirmekle hiyerarşileri silmekten ve tahakküm biçimlerinden kurtulmayı anlayabiliriz. Gülten Akın şiirindeki araziyi düzleştirme stratejilerinden söz eder misiniz?
Galiba bu söylediğinize dair stratejinin izlerini Celâliler Destanı ve Seyran Destanı’nda en güçlü biçimde görüyoruz. Ağıtlar ve Türküler, İlahiler’i de bu bağlamda düşünebiliriz. Bu şiirlerdeki şair personası, ben’den ya da ötekinden, toplumdan söz ederken çatıştığı, karşı karşıya geldiği her neyse onunla bir uzlaşı noktası arar. Uyumlanmaya zorlanan, itirazını söyleyen, acısını bırakan ses, son tahlilde devamın zoruyla bir müzakere noktasına çekmeye çalışır karşısındakini de, okurunu da. Bu şiirin içi kadar dili, söylemi de müzakerecidir. Anlamak, anlatmak ve anlaşmak ister. Bu, güç çatışmalarına karşı öncelikle hayatta kalma ve onunla baş etme stratejisi olarak da okunabilir. Akın’ın güç ve sömürü ilişkilerine odaklanışı adalet, eşitlik arayışı ve haksızlıklarla mücadele etme arzusunu uyandırmak kadar bu ilişkilerin yapısını deşifre etmek bir farkındalık yaratmaktır da. Hegemonyanın, rıza ilişkilerinin de bir açıdan eleştirisidir bu. Dünyanın düzenine sokulan çomaktır burada şiir ve evet dediğiniz bağlamda herkesle ve her şeyle eşit bir hizalanış arzusunu taşır.
Cemal Süreya hakiki şiirin kavram ve kelime parabolüyle kurulacağını söylüyor Papirüs’teki bir yazısında. Bu cümleyi, Orhan Koçak’ın, Gülten Akın şiirindeki komünal sesin bireysel sesi bastırmadan kurulduğunu ifade etmesiyle düşünmek yanlış olmaz. Her iki okuma da aslında majörle minör arasında bir seçim yapmanın gereksiz olduğunu ihtar ediyor. İsmet Özel’de de görebileceğimiz kavramsal olanla imgesel olan arasında etkileşim kuran bu içermeci komünal sesin, Gülten Akın şiirindeki göstergeleri neler sizce?
Şiir insanlık tarihi kadar, dil kadar eski. O nedenle bir bellek mekânı da. Dille yaptığınız, yazdığınız kurduğumuz her şeyde tek bir öznenin sesi, kolektif olanın arzusunu ve birikimini de taşır. Bu kendiliğinden böyledir. Gülten Akın gibi insana ve topluma belli bir siyasal bilincin sorumluluğu ile bakan bir şair için toplumun sesine, onun şarkısına kulak vermemesi beklenemez. Ancak o bu sesi kendi sesine rağmen ve ondan vazgeçerek duymamıştır. Toplumdan kendini ayırmadan, önemlisi bastırılmışın, görünmezin, unutulmuşun sesini de arayıp, işitilir kılmaya çalışarak, onların adına değil, çoğu zaman onlardan biri olarak komünal olanın ses taşıyıcısı olmuştur. Özellikle 70’lerden sonraki şiirinde destan, türkü, ilahi gibi formları kendini özgülüğü ile dönüştürerek modern şiire taşıması bilinçli bir deneydir. İletişimsel bellek kadar kültürel bellekle taşınanların, bu iklimin ve coğrafyanın gerçeğine en saf haliyle bizi yaklaştıracağını bilen bir tavırdır bu. Palimpsest burada da kendini işletir. Hem türden, biçimden hem sesten.
Gülten Akın şiirinin kendisinden sonraki kuşaklarda ve özellikle 2000’lerden sonra yazılan şiirdeki yansımalarından söz edebilir misiniz? Akın nasıl alımlandı, keşfedildi ve nihayet icat edildi? Edebiyat ortamında bir Gülten Akın hayaletinden söz etmemiz mümkün mü?
Gülten Akın her dönemin çok sevilen, severek okunan şairlerinden. Bir kült isim; ancak 2000’lerden sonra duyulma biçimi belirgin olarak değişti demek yanlış olmaz. 70lerin 80’lerin kolektif ve politik sesini duymaya çağıran şiirlerindense son dönemin dingin bir bilgelik taşıyan şiir sesi daha net seçilir oldu. Toplumsal değişimler ve dönüşümler bireyin dünya ve yeryüzü ile temasını doğrudan etkilediğinden kimi seslere açılırken kimilerine kapanmak doğal. Akın şiiri de her toplumsal döngü, değişen çağ ile birlikte başka başka duyulacak bir dinamizme sahip. Bu süreçte, “incelikler” şairi tanımlamasının çok öne çıkmış olması, okura ilişkin bir ihtiyaç olmakla birlikte, şairin külliyatı düşünüldüğünde bunun ona bir haksızlık olduğu da açık; şiirlerin bu tanımlamadan taştığı da öyle. Akın şiiri, “imkâna” doğru açılan bir enginlikte; burada kırılganlıklardan daha yoğun biçimde bilinçli bir umut, direnç, dönüşüm-değişim arzusu var.
Evet, her dönemin okurlarınca yapılan keşif ve icatlarla şair durmadan sonsuza doğru hep geri çağrılacak; o nedenle o hayaletin aramızda olduğunu, olacağını söyleyebiliriz. 2000’lerde yazılan şiire ilişkin etkisinden söz edebilmek içinse metin çalışması yapmak gerek. Şunu ama rahatlıkla söyleyebilirim ki kendinden sonraki kuşaklarda, önemlisi 2000 sonrasının özellikle şair kadınlarında Gülten Akın’ın şair personasının ilham verici, kuvvetli etkisi tartışmasız var.