Serimizin 27. gününde Turgay Anar, Tanpınar’ın Huzur romanındaki Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkını, aşkın eserde nasıl bir metafora dönüştüğünü anlatıyor.
Dinlemek için aşağıdaki linke tıklayınız:
İkiye Bölünen Aşk
Merhaba.
Tanpınar’ın özellikle romanlarında aşk ve aşkın insanlar üzerindeki tesirleri, aşkın insanı bir anda nasıl farklı evrenlere kanatlandırdığı veya aşkın insanların benliklerinde nasıl yaralar açtığı herkesin malumudur. Ben çok farklı bir bakış açısıyla bunun ortaya çıkış sürecine değinmek isterim.
Tanpınar’ın aşk konusundaki akla ilk gelen eseri olan Huzur romanında, aşk meselesi konusunda çok fazla dikkatimi çeken bir göndermesi vardır. Huzur romanından kısa bir alıntı yapalım:
“Belki de Eflatun’un dediği doğruydu ve oluşun çemberinde tesadüf, ikiye bölünmüş tek varlığın parçalarını onların aşkında yeni baştan karşılaştırmıştı.” (Huzur, 174)
Romanın ikinci bölümünde Mümtaz, Emirgân’daki evine gelmeye başlayan Nuran’ın üzerindeki tesirini bir nevi “zihnî kamaşma” olarak hissetmeye başlar. Mümtaz, bu hissin içinde kök salmasından bir yandan memnundur diğer yandan da Nuran’dan önceki münasebetleriyle kadına karşı aldığı tavrı eleştirel bir açıdan değerlendirir. Nuran’dan önce kadına daima yukarıdan, adeta şüpheyle bakan, kendi coşkunluklarını gülünç bulan, hatta en keskin zevkin arasında bile insanda hayvanın bu azışını, kafasının uyanık duran bir tarafıyla, kendi kurduğu bir makinenin işleyişini seyreder gibi adım adım takip eden, kadın vücudunda göze ait olanlarından gayrısını saf bir zevk olarak almayan genç adam, yani Mümtaz, Nuran’la karşılaşınca basit “realite şuurunu” bile kaybeder (Huzur, 173). Bu değerlendirme biçimi, anlatıcının tasvirleri, açıklamalarıyla verilir.
Anlatıcı, Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkının izlerini süre süre, konuya temel oluşturacak bir açıdan yaklaşarak evvela Nuran öncesi Mümtaz’ı ve onun kadına bakışını somutlar, daha sonra kolları sıvayıp Nuran öncesi ve sonrasını da kıyaslayarak bir “milat” oluşturur. “Nuran’dan Önce” ve “Nuran’dan Sonra”dır bu milat.
Anlatıcı, artık kendini serbest bırakmış olduğundan, Mümtaz’ın geçmiş hayatından süzdüğü birçok detayı, çarpıcı tasvirler kullanarak ilerletir ve nihayetinde yine Mümtaz’ı göz önünde tutarak hükmünü verir: “Ona göre Nuran, hayatın öz kaynağı, bütün gerçeklerin annesiydi. Onun için sevgilisine en fazla doyduğu zamanlarda bile yine ona aç görünür, düşüncesi ondan bir lahza ayrılmaz, ona gömüldükçe tamamlığına ererdi.” (Huzur, 174). Bu alıntı, Eflatun ile ilgili göndermeye bir zemin hazırlar doğal olarak.
Tanpınar’ın bu aşk metaforu, öncelikle İslam tasavvufunun görüşlerini aklımıza getirir. Aşk, İslam tasavvufunun birçok şekilde söylediği gibi “ilâhi aşka” yönelme veya yükselme çabasının bir diğer adıdır. İlk insan, bezm-i elestte, yaratıcısıyla birlikte bulunuyordu, işlediği günah sebebiyle yeryüzüne indirildi. Âdem ile Havva’nın bu macerasına dair birçok kadim metin üretilmiş olsa da ana kaynak kutsal kitaptır. Buradan ilerlediğimiz zaman Tanpınar’ın dediği gibi “aşk peşinde ezeliyet fikrini taşır” ve Tanpınar’a göre her âşık, bir “hatırlama” vehmi içinde yaşar (Yaşadığım Gibi, 132). Bu hatırlama vehmi, aslında doğrudan doğruya konuyu ilk insanın yaratılmasına bağlar.
İşte âşığın sevgilisi ile tâ ezelde tanışma tasavvuru, aşkın ezeldeki tanışmaya atıf yapan yönüyle onu yeryüzünde tekrar “bütünlüğe erme çabası” şeklinde tanımlamamıza imkân tanır. Tanpınar, romana dair bir yazısında, aşkla ilgili görüşlerini dile getirirken eski efsanelere atıf yaparak romandakine benzer bir cümle kullanır: “Eski mitoloji doğrudur: İnsanoğlu kendisini tamamlayacak olan yarımını arar.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, 61)İnsan, mutasavvıfların sürekli söylediği gibi “mecazî”, yani tensel, dünyevî aşktan sıyrılarak içini her türden kötülükten arıtıp “ilahî” olana doğru yükselir. Bu hâl, vahdet-i vücut metaforuyla insanın yöneleceği ana kaynaktır. İnsan, “yaratıcısına” ulaşmak, onunla bütünleşmek için yeryüzündeki bütün istek ve arzularından sıyrılıp benliğini arıtır ve gönül saflığıyla ona ulaşmak, onunla “bütünleşmek”, onunla “tamamlanmak” ister.
Tanpınar ise Platon’un görüşlerinden yola çıkarak aşka farklı bir boyutta daha yaklaşır.
Platon, meşhur eseri Şölen’de, Tanpınar’ın örtük bir gönderme yaptığı aşk tasavvuru, bu tasavvurda rol oynayan etkenler ve bunların insanla olan derin bağlantılarını açıklar.
Evrendeki gelişmeler ve hareket, özellikle de evrenin bir cüzü olan kader veya Tanpınar’ın tercih ettiği şekilde “talih”, konuşmamızın başındaki alıntıdaysa “tesadüf” olarak şekil bulan “zaman” kavramı, Platon’a göre “yıldızlara ait bir döngüsel zaman” olarak anlaşılmalıdır. Platon’a göre zaman, düz bir çizgi gibi anlaşılamaz, kader düz bir çizgi şeklinde ilerlemez; zaman ve hareketin o devrin felsefecilerine göre çember şeklinde bir döngüselliği vardır (Topakkaya, 221). Çember şekliyle zamanı veya talihi algılayan bir insan, bir noktadan hareket ettiğinde doğal olarak mutlaka bir süre sonra aynı noktaya ulaşır ve böylece de konumuz aydınlanır, yani bir karşılaşma ortaya çıkar. İşte alıntıda geçen “oluş” bu yüzden “çember” şeklindedir.
Şimdi, âşıkların birbirleriyle karşılaşma meselesini çözelim.
Platon’un Şölen’inde, Aristophanes’in konuşması ile çok farklı bir aşk mitinin var olduğunu, insanın kadın ve erkek cinsiyetinin haricinde “Androgynos” adı verilen başka bir cinsiyetinin daha bulunduğunu, bu cinsin ise dört kolu ve bir o kadar da bacağının olduğunu, her birinin yuvarlak bir boyun üzerinde tıpatıp aynı iki yüz taşıdığını öğreniriz. Aristophanes, “Androgynos”u tek bir kafasının ve ters yönlere bakan iki yüzünün bulunduğunu ve ayrıca dört kulağı ve iki üreme organı olduğunu söyleyerek tasvir eder. Bu, üçüncü türün nasıl ortaya çıktığını da açıklar.
Androjenler, niçin önemlidir peki? Çünkü “Androgynos”ların tanrılara kafa tuttarlar. Sorun da burada başlar. En güçlü tanrı Zeus ve diğer tanrılar, “Androgynos”ları ne yapacaklarını kara kara düşünürler. Zeus, çözüm yolunu sonunda şöyle bulur:
Çift yönlü, çift yüzlü, çok organlı bu varlığı Tanrı Zeus, ortadan ikiye ayırır, ortadan ikiye keser. Bu sayede onların kafa tutmalarından kurtulacaklar hem de onların ölçüsüz davranmalarının önüne geçeceklerdir. İkiye ayrılan bu bedenler, birbirini aramaya başlar. Fakat bunlar, ilk anda ölmeye başlarlar.
Zeus, onların yok olmalarına üzülür, başka bir çözüm yolu daha bulur ve üreme organlarını onların önlerine yerleştirir. Aristophanes, bir âşığın diğer parçasını -artık bunun diğer yarısı olduğunu anladık- bulma hikâyesini kendi sözleriyle şöyle tamamlar: “…O hâlde her birimiz bir insanın karşılığıyız; tıpkı kalkan balıkları gibi bir’den kesilip ikiye ayrıldık çünkü. Onun için her bir yarı kendi karşılığını arıyor durmadan. (…) Baştaki doğamız buydu ve bir bütündük biz. İşte bu bütünlüğü arzulamanın ve aramanın adıdır aşk. (Platon 88, 92-93).
Günümüzdeki aşk tasavvuruna neredeyse hiç benzemeyen ve cinsiyetlerin yaratılması, farklılaşması ve sonra da birbirlerini araması macerası üzerinden “aşk”ı anlamaya ve anlatmaya çalışan bu fikirlerin bir adım ötesi, romanda geçtiği şekliyle “ikiye bölünmüş tek varlığın parçalarının onların aşkında yeni baştan karşılaşma”sı düşüncesidir. Aristophanes, “aşk tasavvurunu” en ince ayrıntısına kadar dile getirir, romanda ise bu aşkın birbirini nasıl bulduğu, Mümtaz ve Nuran’ın aşklarıyla anlatılır.
Bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere Tanpınar, inanılmaz bir ince göndermeyle, aslında ruhların birbirlerini arayıp bulma hikâyesini, sadece İslam tasavvufunun naif ve daha kapalı bir dünya içinde kalarak anlattığı aşkta “diğer parçanı bulma”, “diğer parçanla tamamlanma” metaforunu, böyle bir basamakta kalarak anlatmak yerine, çok daha edebî ve derinlikli bir göndermeyle açıklamak ister sanki. Ve bahsi geçen göndermeden hemen sonra, şu çarpıcı cümle ile yapmak istediği hamleyi tamamlar: “Hülasa ömrün ve eşyanın miracında yaşadığını sanıyordu.” (Huzur, 174). Eğer aşkın Tanpınar’ın dile getirdiği gibi aşk adını alması gerekiyorsa, ona en uygun yükseliş, dinî bir göndermeyi de yedeğinde tutan miraç gibi bir yükseliş olmalıdır. İnsan bunu hak eden bir canlıdır.
Kaynaklar
Platon, Şölen, (Çev. Eyüp Çoraklı), Alfa Yayınları, İstanbul, 2014.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz. Zeynep Kerman), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1998.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Huzur, Dergâh Yayınları, 29. bsk., İstanbul, 2017.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, (Haz. Prof. Dr. Birol Emil), Dergâh Yayınları, 2. bsk., İstanbul, 1996.
Topakkaya, Arslan, “Zaman Kavramı Bağlamında Platon-Aristoteles Karşılaştırması”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2012 Bahar, nr. 13, s. 219-231.
Turgay Anar: İstanbul’da, Üsküdar’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu (2001). Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisansını (2004), İstanbul Üniversitesi’nde “Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri” çalışmasıyla doktorasını tamamladı (2011). Doktora sonrası araştırmalarını Amerika’da, University of Wisconsin-Madison’da yaptı (2014-2015). Eserlerinden bazıları: Mekândan Taşan Edebiyat: Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri (2012), Sonsuzluğun Yüzleri: İkinci Yeni Şiirinde Görsel Sanatlar (2015), Viyana’dan Londra’ya: Hüseyin Kâzım’ın Viyana, Almanya, Moskova ve Londra Seyahatnâmeleri (2015), Büyülü Bir Geçmiş Zamanının İzinde: Bosnalı Ali Şevki Hoca (2017). Âkif’in Şehirleri: İstanbul Avrupa Yakası (2019). Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar ve Metin Eloğlu’nun kitaplarına girmemiş metinlerini derledi. İstanbul Medeniyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.