Serimizin 30. gününde Tülin Ural, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste romanındaki rüya ve hakikat arasındaki ilişkiyi anlatıyor.
“Garip Bi’ İhtilalci Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar”
Merhabalar.
Mahur Beste’yi bu ses kaydı için yeniden okurken aslında hepimizin farkında olduğu bir şeyi ben de bir kez daha idrak ettim. Okumalarımız güncel olandan etkileniyor: Kendi şahsi hayatımızda o sırada olup bitenlerden ya da memlekette yaşananlardan ve elbette bunların bizim üzerimizde bıraktığı izden. Bu yayın için Mahur Beste’yi tekrar okurken memleket, ormanlar, canlılar vahşi bir yangınla sarsılıyordu. Ben de hepiniz gibi tüm bu olan bitenden derinden etkilendim. Ve bu etkilenme, Mahur Beste’de daha önce fark etmediğim bazı katmanları görmemi sağladı. İşte bu kayıt biraz da bu katmanların iziyle oluştu. Dolayısıyla hakikat tarafından sınanmış bir okumaydı bu.
Mahur Beste’nin karşıtlık üzerine kurulu en önemli temalarından birine götürüyor bu bizi; rüya ve hakikat arasındaki tezat. Kitabın kendisi bir rüyayla açılıyor. Zaten belki metnin tamamı da Behçet beyin bir rüyası. Ama tümüyle bir düşten ibaret olma olasılığının yanında, bir taraftan da hakikatle hayatiyetle dolu bir kitap Mahur Beste. Ve aynı zamanda tarihe bakıyor, geçmişe bakıyor: Osmanlı 19.yüzyılını neredeyse baştan sona kat ediyor. Bildiğiniz üzere 19.yüzyıl bir yüzyıldan uzundur, 1899’da bitmemiştir. Kitap da ilk defa tefrika edildiğinde yani 1944’te (ki bir ilk roman aynı zamanda) Behçet Bey de 75 yaşındadır. Öyleyse Behçet beyin rüyası ya da kitapla, yazıldığı zaman arasında bir örtüşme var. Bu hesaba göre 1870’lerde doğmuş Behçet Bey. 1900’de evleniyor. Böylece takvimin gösterdiği şekilde de tarihsel dönemleme açısından da yüzyılın sonunu görüyoruz ama aynı zamanda geri dönüşlerle öncesine doğru da gidiyoruz. Demek oluyor ki tarihe, geçmişe doğru bir bakış Mahur Beste. Ama bilinen pozisyonların dışında, başka bir yerden bakıyor geçmişe. Bir taraftan yaşayan, canlı bir şey bu metinde tarih. Bir taraftan da aynı Behçet beyin eşyaları gibi, bebekleri gibi, saatleri gibi tozlu ve darmadağın. Bir taraftan geride büyük kamusal olaylar okunuyor ama tüm bu büyük kamusal olaylara onların içindeki insanların duygularından geçerek bakılıyor: Sevinçlerinden, hasetlerinden, korkularından ve bir de sırlarından… Buradan devamla Mahur Beste’nin ikinci karşıtlığına/temasına ulaşıyoruz: Şahsi olanla kamusal olan arasındaki tezat ve bağlantı.
Ve tüm dağınıklığı, parça parça görünümü içinde, dikkatli bir göz, kitabın aynı zamanda sağlam bir yapısı olduğunu da görüyor. Hiç de aslında düzensiz ya da dağınık bir kitap değil Mahur Beste. Tam da hayatı anlattığı, olduğu haliyle anlatmayı hedeflediği için böyle bu. Ve görüyoruz ki en azından belli temalar etrafında toparlanıyor.
19.yüzyıla bakarken de, ki bu yüzyıl Tanpınar’ın edebiyatının tarihini de yazdığı yüzyıl, tarih biliminin büyük sorularına değiniyor. Bir kere en başta zaten rüya-hakikat çelişkisinden bahsetmiştik. Tarih okurları olarak bizim de sık düştüğümüz bir duygudur bu. Acaba okuduğumuz tarihçinin bir rüyası mıdır? Onun hakikat diye iddia ettiklerinin bir rüya olup olmadığından emin olabilir miyiz? Ama bundan da ibaret değil. Bir yandan da değişmeden kalan şeylerin tarihinin peşinde Mahur Beste. Ama bir taraftan da imparatorluğun değişmeyle sınandığı bir dönemi anlatmakta: Modernlik karşısında ne yapacağını bilemeyen; geçmişi görkem ve parıltıyla dolu, ancak artık çöken, çökmekte bir imparatorluk. Dolayısıyla tarihçiliğin önemli bir sorusuna daha gidiyoruz buradan: Süreklilik ve kopuş sorusu. Kaldı ki aynı zamanda çöken bir konağın hikayesi bu. Yani edebiyat tarihimizin olmazsa olmaz hikayelerinden biriyle daha karşı karşıyayız: Çöken konak hikayesi. Elbette bu konak çöken imparatorluğun metaforu. Ama (dediğimiz gibi edebiyatımızda sıkça rastlanan) diğer konak hikayelerinden bazı çok önemli noktalarda da ayrılıyor. Burada artık diğerlerinde gümbür gümbür duyulan nostaljinin güçlü sesi çok daha geride. Hüzün duygusu da pek baskın değil. Hatta Mahur Beste’ye asıl sinen şakacı bir duygu.
Çöken bir imparatorluğu böylece alışıldık olanın dışında bir sesle anlatırken, tarihsel olana alışıldık olanın dışında bakarken, bunun etrafında bilindik tipleri de yepyeni bir çerçeve içinde anlatır Mahur Beste. Bu anlamda metinde bütün büyük temaların toplandığı bir bölüm var aslında; yani düş, hakikat, çöküş, değişim, kamusal ve şahsi arasındaki bağlantı gibi temaların tamamını kesen bir bölüm: “Garip Bir İhtilalci” bölümü. Sabri hoca bu bölümün merkezinde duruyor. Adı üzerinde bir ulema ama ihtilalci bir ulema (Bu bile başlı başına Mahur Beste’nin nasıl farklı bir yerde durduğunu gösteriyor esasen). Sabri hocanın adalet arayışının kalbinde nasıl bir kişisel travma olduğunu sayfa 84’te okuyoruz; Sabri hoca kendi gerçek kimliğini açık etmeden çocukken annesini ve kendisini terk edip Adana’ya yerleşerek zengin olmuş babasının konağına gitmiş durumda ve burada şunları düşünüyor: “Acımak için ölümün tecrübesi yetmezdi; kuru mısır ekmeğinin de acısını tatmak lazımdı. Bu yüzden onun için dünya ikiye ayrılıyordu. Halbuki kitaplar sevginin birleştirici bir şey olduğunu yazıyorlardı. Evet, kitaplar ne derse desin dünya ikiye ayrılıyordu: Bir yanda annesi, kardeşi ve ona benzeyenler, bir yanda da, bilerek veya bilmeyerek onların ızdırabına sebep olanlar vardı. Sabri hoca, bu noktadan medresenin kendisine o kadar iyi öğrettiği adalet fikrine dönmek istiyor fakat onu eskisi gibi tam bulmuyordu. Bu Adana seyahati onun içinde tam bir ihtilal koparmıştı.”
Evet Sabri hocanın ihtilali kendi şahsi yarasından başlıyor ve kuru mısır ekmeği ile, demek yoksullukla, sınıf farkı ile de bir bağlantısı var .
Bu pasajın hemen ardından imparatorluğun çöküşüne ilişkin önemli bir tartışmayla karşı karşıya kalıyoruz; Sabri hoca ile İsmail Molla arasındaki tartışma bu. Yine aynı bölümde. Ama önce Sabri hocanın nereden, hangi pozisyondan konuştuğuna bakalım: Değişmeden kalan şeylerin peşinde ve daha kategorik düşünen bir karakter Sabri hoca. Sayfa 86’dan okuyorum: “Cemiyetin kaderini yapan her türlü geçici şartlar aşılsa bile çok en derinde aşılması imkansız olan bir duvar vardı. Bu her medeniyetin fertlerine bir miras gibi aşıladığı, içtimaî bir insiyak halinde babadan oğula süregiden zihniyetti. Onu değiştirmek çok güçtü. Halbuki o olduğu gibi kaldıkça her adımda bin bir şekle bürünerek yine karşımıza çıkacaktı. İşte Sabri hoca bu düşüncelerin verdiği ümitsizlik içinde çırpınıyordu.” Tüm bu ümitsizlik Sabri hocayı imparatorluğun çöküşünü medeniyetin, bir medeniyetin iflası ile açıklamaya götürüyor. Sayfa 91’de İsmail Molla ile tartışmasında şu fikirleri savunacak: “Sen bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü? Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu bunun çaresi yoktur.” Sonra şöyle devam ediyor Sabri hoca sayfa 93’te: “Şark yok, şark öldü. Bizler yetimiz.”
Unutmayalım ki Sabri hoca da bir yetim; babası hayatta ama terkedilmiş. “Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.” diyor; yetimliğin (ve yoksulluğun acısını) unutamayan, taptaze ve cayır cayır içinde taşıyan Sabri Hoca. Ancak Atiye içten içe isyan etmekte: “Bu ölü nerede yatıyordu? Mezarı neresiydi? Niçin içinde bu garip merhamet çeşmesi kanamıştı?… Kim bilir, belki de ölmemiştir diyordu. Bu kadar büyük bir şey ölemez. Kalbi o zamana kadar duymadığı garip bir ocak duygusuyla, garip bir izzet-i nefis acısı ile burkuluyordu. Bu ölümü kabul etmek güçtü. Bu her şeyden vazgeçmek, her şeyden pişman olmaktı.” Ama neyse ki Molla efendi Sabri hocanın bu fikirlerine şu sözlerle karşı çıkacak: “Ben şarka bağlı değilim. Eskiye de bağlı değilim. Bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu Müslümanlık mıdır, şarklılık mıdır, Türklük müdür bilmiyorum. Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, fetvahanede çalıştım. Bir tek şey anladım. Kitapla bu hayatın ayrılığı. Sen Garpten geri olduğumuzu söylüyorsun. Zaten herkes bunu söylüyor. Elbette doğru bir söz olsa gerektir. Fakat ben daha mühim bir şey söyleyeceğim. Ben hemen etrafımızdaki hayattan geri olduğumuzu söyleyeceğim. Bence ne şark ne şu ne bu vardır, etrafımızda gördüğümüz hayat vardır. Bizi yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta okuduklarımız gibi bir kere için olup bitivermiş şeylerden değildir. Daima değişen, değiştikçe bizi de değiştiren bir şeydir. Çünkü arkasında eline geçen her meyveyi iştahla ısırmasını bilen bir cemaatin zevk hayatı vardır.” Sonra sayfa 98’de şöyle devam ediyor: “Şark öldü diyorsun. Ahmet ağa öldü gibi bir şey bu. O benim iki elim iki ayağımdır. Sonra severim de. İstemem ama varsın ölsün. Zaten şark nedir? Bir kelime. Kelimeler varsın ölsün. Asıl yaşaması lazım gelen ölmez. O bizim hayatımızdır. O değişir, değiştikçe de yaratır. Arkasında kendisini yapan kuvvetle o duruyor… İşte benim sevdiğim, inandığım şey. Benden yüz sene sonra şartlar o kadar değiştiği, unsurlar o kadar tanınmaz şekle girdiği halde bu memleketin hayatını yine bugünün devamı yapacak olan bu damgadır. Ne şarka ne garba ne falana ne feşmekana bağlıyım; bize bağlıyım. Hayata, yani ölmeyen bir şeye bağlıyım…”
O zaman biz de sözlerimizi burada bitirelim. Ve Molla efendinin umudunu tekrarlayalım: O yanan ormanlar yeniden yeşerecektir, hayat mutlaka yolunu bulacaktır.
Sevgilerle…
Dinlemek için aşağıdaki linke tıklayınız:
Tülin Ural: 1972 yılında doğdu. Mart 2018’de Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde, Prof. Dr. Meral Özbek danışmanlığında yazdığı“ 1930-1939 arasında Türkiye’de Adab-ı Muaşeret, Toplumsal Değişme ve Gündelik Hayatın Dönüşümü” adlı tezi savunarak doktor ünvanı aldı. Tezde tek parti döneminde basılmış adab-ı muaşeret kitaplarında önerilen belli başlı kültürel kodları, modernleşme, milliyetçilik, seçkinlik oluşumu gibi temalar etrafında inceledi ve bu bağlamda önerilen zihniyet kalıplarını tespit etmeye çalıştı. Yeme içme sosyolojisine yönelik ilgisini, Metro Gastro dergisinde yazdığı yazılar etrafında derinleştirdi. Bu bağlamda modernleşme ve küreselleşme sürecinde yeme içme alışkanlıklarının dönüşümü, inanç ve tabu, toplumsal cinsiyet ve yeme içme, milliyetçilik ve mutfak vb. temalar etrafında yazılar yazdı. Ayrıca edebiyat sosyolojisi ve edebiyat eleştirisi alanında düşünüp yazıyor. Ayrıca Istanbul Art News Edebiyat ekinde 2000 sonrası Türkiye Edebiyatında öne çıkan yazarların kitapları üzerine incelemeler yayımladı. K24 internet sitesinde yazıları yayımlandı. Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders veriyor. En merak ettiği mesele, zihniyet dünyalarımızda geçmişten bugüne kalan köklü kodların neler olduğu ve nasıl dönüştüğü. Gündelik hayat, roman, popüler kültür, adab-ı muaşeret gibi alanlarda bu kodların peşine düşmeye çalışıyor. Yerli ve Milli Sırlar adlı kitabı 2020 yılında yayımlandı. Tülin, ayrıca Çınar’ın ve Derin’in annesi.