Serimizin 29. gününde Özen Nergis Dolcerocca, Tanpınar’ın “Rüyalar” hikayesindeki yaz sıcağı, rüyalar ve denizi anlatıyor.
Özen Nergis Dolcerocca Anlatıyor: “Tanpınar’da Yaz Sıcağı”
Merhaba, ben bugün Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Rüyalar” hikayesinden bahsetmek istiyorum. Madem konumuz yaz sıcağı, Tanpınar’ın hikayelerinde de o kadar çok yaz sıcağı var ki ben de bunlardan bir tanesini seçtim. “Rüyalar”ı sizinle beraber okumak istiyorum. Şimdi öyküden bir parça okuyacağım önce. Sonra beraber belki bu parçanın içeriğine bakarız diye düşünüyorum.
“Yaz, bu deniz kıyısında kumlar içinde açılmış büyük, mavi bir çiçeğe benziyordu. Güneş bu çiçekten başka ve onun güzelliğini yapmak için ortada ne varsa hepsini değiştiriyor, kimini siliyor, kimini can sıkıntılı bir uyku yapıyordu.
El ele denize girdiler. Suya başını batırır batırmaz Cemil’de ihsasların şekli değişti. Sanki rüyalarının içinde, onların vuzuhsuzluğunda idi. Bir dalgayı kucakladı, üstüne atladı. Fakat küçük yeleli at, altından kaydı. Cemil birdenbire kendisini gizli bir bahçenin yosunları içinde buldu. Bir topuk darbesiyle üste çıktı. Bir topuk darbesi, neleri değiştirebiliyordu. Rüyalarından da böyle kurtulsa idi. Tekrar daldı. “Anlattığınız şeylerde hiç vahim bir şey yok.. Alelâde şeyler, iki gözüm, bunlar için doktora gidilir mi?” Doktor böyle söylemişti. Tekrar dalgalara sarıldı. Sanki boşluğun, dağılan şeylerin, şekilsizliğin hamurkârı olmuştu.
Oralara kadar nasılsa düşmüş küçük bir balık göğsünün üstünden kaydı. O kadar gerçek dışı, bütün ağırlıklarından uzak yaşıyordu ki, göğsünü bile delip geçebilir, yine kendisine bir şey olmazdı… Bu düşüncesini, bir deniz kızını saçlarından yakalamak için sarf ettiği gayret yüzünden yarıda bıraktı. Fakat parmakları kendi etine kapandı. Tıpkı rüyadaki gibi… “Fakat bu kadarcık, şu denizin dibindeki kadar vuzuh olsaydı hiç olmazsa.” Birdenbire durdu. Birkaç kulaç uzakta karısı suyun üstünde bir Ofelya olmuştu. Düz, gergin vücuduyla âdeta bir sedef gibi kapalı. Suların tesadüfüne kendisini bırakmak istiyordu. Fakat bu kapalı denizde suların tesadüfü yoktu. Ona doğru gitmek istedi. Fakat birdenbire âdeta bütün şeniyet hissini kaybetti. Sanki su derinliğine kendini çekiyordu. Neyin davetiydi bu!”
Burada duruyorum. Tanpınar ve yaz sıcağını düşündüğümde aklıma ilk önce elbette Tanpınar’ın hikayeleri geldi. Yaz yağmuru, yaz gecesi… Tanpınar’ın çok iyi bir hikayeci olduğunu söyleyebiliriz, ve deneysel metin yazmaya yöneldiğinde bunu hikayelerinde gerçekleştirdiğini görüyoruz. Yaz sıcağı izleğinin da bu deneysellikle bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Yaz sıcağı bildiğimiz gibi modern edebiyatta özellikle modernistler ve varoluşçular tarafından sıkça başvurulan bir izlek. Bunu Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sından alıp Albert Camus’un Yabancı’sına götürebiliriz. Bu verdiğim iki örnekte de yaz sıcağı kabusla, hezeyanlarla ve suçla, suçluluk duygusuyla ilintili. Yani bir izlek olarak yaz sıcağı iç sıkıntısı, rahatsız uykular, uyuklamalar, rüyalar, hayaller, sanrılarla ilişkilenirken aynı zamanda biçimsel olarak da metnin sınırlarını zorlayan imkanlar sunuyor. Tanpınar da bu imkanları çok iyi kullanıyor: “Rüyalar”da, “Emirgan’da Akşam Saati”nde, “Yaz Gecesi” ve “Yaz Yağmuru” öykülerinde bu deneysel yaklaşımı yakından görüyoruz. Düş ile gerçek, somut ile soyut, madde ile metafizik birbirine karışıyor yaz sıcağında vücut bulan belirsizlikte. Bu da yazarın, metnin parçalanması ile, karakterlerin iç bölünmeleriyle, bilinçdışı dürtülerle, kaygan anlatı perspektifi ile oynamasına imkan sağlıyor.
Rüyalar hikayesi bu anlamda oldukça ilginç. Bir meta anlatı var öykü içinde. Ana karakter Cemil bir yazar ve genç bir kızın intiharı ile sonuçlanacak olan gayri meşru bir ilişkiyi anlatan bir aşk romanı yazmaya çalışıyor. Karakter-yazar aşk romanlarından bıktığını söylese de eserini yazmaya çalışmakta ısrar ediyor. Fakat bir türlü yazamıyor. Rüyaları araya giriyor, gündelik hayatını sürdüremez hale geliyor. Rüyaları onun için başka bir evren, kendi deyimiyle bir sıla oluyor. Bir ev oluyor neredeyse. Bu bölünmüşlük, dünyalar arası kayganlık, yaz sıcağı ve deniz-su izlekleriyle birleşiyor. Mahiyetlerini seçemediği bir gölgeler dünyası oluyor rüyaları. Hiçbir hareketini, hiçbir parçasını hatırlamadığı vuzuhsuz ve kaotik bir alem. Şekiller, çehreler, manaların birbirine karıştığı dalgalı, tekinsiz, biçimsiz bir deniz. Bu okuduğum parçada da, okuduğum bölümde de bu tekinsizliği görüyoruz zaten. Deniz kıyısında kumlar içinde açılan mavi bir çiçek olan yaz, Cemil suya başını batırır batırmaz bir kabusa dönüşmeye başlıyor. Burada elbette söylemeden geçemeyeceğimiz Nurdan Gürbilek’in Tanpınar analizini aklımıza getirelim; Ophelia, su ve rüyalar. Kahramanların kendilerini bir türlü kurtaramadıkları, onları kuyu gibi çeken geçmiş bu akışkanlıkla birleşiyor. Bu anlamda yaz sıcağı, rüyalar ve deniz bir araya geliyorlar. İç bölünmelerin, çok manalılığın, dilin ötesine ve bir türlü dile gelemeyenin imgelerini barındırıyor.
Bu bağlamda hatırlamamız gereken Tanpınar’ın Rüyalar öyküsünün aynı zamanda genç bir kızın intiharı hikayesi olduğudur. Tıpkı karakter-yazar Cemil’in yazamadığı romanı gibi, bu trajedi de bir türlü anlatılamıyor öyküde. Bölük pörçük bazı ip uçları var: orta yaşlı evli bir adam genç bir kızla ilişki yaşıyor, kız sonunda intihar ediyor, cesedi denizde bulunuyor. Cemil’in devamlı rüyalarına girip peşini bırakmayanın bu kadın olduğunu anlıyoruz. Ana karakterin kendisi de kendi bölünmüşlüklerinin arasından şu soruyu soruyor; Ben kimin günahını yükleniyorum? Burada da aslında Tanpınar anahtar bir izlek kullanıyor. Bu kez Ophelia değil, Persephone. Yani yer altı dünyasının kraliçesi. “Rüyalar”da hikaye yazın geçiyor, bir sayfiye evindeler, Anadolu yakasındalar, tam mahalleyi bilmiyoruz, Kozyatağı’na yakınlar. Bu sayfiye evine taşındıkları ilk günlerde evlerinin önündeki erguvan ağacına Cemil Persephone adını veriyor. Persephone kışın karanlıklardan bu kadar süslü ve güzel geldiği için, bir altın mızrak gibi pırıl pırıl sabah sislerini yardığı için ona bu ismi veriyor. Bildiğimiz gibi Persephone yer altı dünyasının kralı Hades’in kaçırıp tecavüz ettiği bir prenses. O da tecavüzcüsü Hades’le evlenmek, onunla beraber olmak zorunda kalıyor. Ve yılın yarısını ölüler evreninde, diğer yarısını da yaşayanların dünyasında geçirmeye mahkum oluyor. Burada düşünebileceğimiz birkaç nokta var Persephone hikayesi üzerinden. Birincisi Persephone’nin dünyamıza dönüşü baharın ve yazın habercisi. Birçok bahar ve yaz bitkisi genellikle onunla ilişkilendirilir. İkincisi Persephone’nin iki dünya arasında gidip gelmesi; yaşam ve ölüm, rüya ve gerçek, aydınlık ve karanlık, yaz ve kış. Yani tematik ve biçim açısından tam da Tanpınar’ın anlattığı parçalanma ve bölünmeyle ilişkili bir mitolojik izlek. Son olarak da dile gelmeyen, anlatılamayan ancak sanatın, sanatçının bir şarkı, bir öykü gibi bir sanat eserine dönüştürebileceği geçmiş bir facia, bir trajedi; cinayet, intihar, kaza.
Persephone’den bahsedilir edilmez, Cemil’in o gün gece gördüğü rüyaya atlıyor anlatı. Cemil hem beyaz tül perdeli güzel bir odada yattığını görüyor hem de aynı anda bodur ve çok geniş bir ağacın altına bakıyor. Burada bölünmüşlüğü görüyoruz yine rüyaların mekansız mekanında. Ve şöyle devam ediyor anlatmaya: ‘‘Bu ağaç garip bir ağaçtı. Adeta insan gibi, susturulmuş bir insan gibi duruyordu.’’ Persephone, intihar eden genç kız gibi, susturulmuş bir ağaç, mit ile öyküyü birleştiriyor. Karakter-yazarın üstlendiği günah ve suç, yani genç kızın intiharı, susturulmuş geçmiş, facia, dile gelmeyen rüya ile, su ile ve deniz ile ilişkilenen bir bölünmüşlük oluyor. Yaz sıcağı tam da bunların anlatılmasına olanak sağlıyor. Yakıyor, parçalıyor, bilinci bulanıklaştırıyor, rehavete, uykuya, hayallere, bir anlamda metafizik, akıl ötesi ve akıl dışı imgelere kapı aralıyor. Konuşmamı bitirirken dinleyicilerin, bu kısa sunumu dinledikten sonra şu şarkıyı dinlemelerini isterim, hikayede de adı geçen Ravel’in Daphne ve Chloe’si, 3.perdede olan 2 numaralı süiti. Cemil bu parçayı dinliyor öyküde. Burada Ravel, Pan’ın mağarasının önünde akan bir akarsuyu tarif ediyor önce. Yavaş yavaş yükselen imgelerle Daphne ve Chloe’nin birleşmesini dinletiyor bize. Bu da yine bir facia hikayesi. Kaçırılan, şiddete uğrayan bir kadının hikayesi. Tanpınar Rüyalar hikayesinde metinlerarası bir şekilde, hem Daphne ve Chloe’nin hikayesine hem Persephone’ye hem Ophelia’ya referansta bulunarak aslında bu dile gelmeyenin sanat eserine dönüştürülmesini bize gösteriyor. ‘‘Bir deniz kızını saçlarından yakalamak için sarfettiği gayret’’ sanatçının eseri peşinde koşmasını tasvir ediyor aslında, fakat öyküde olduğu gibi ‘‘parmakları kendi etine kapan[ıyor].’’ Ve bu sanat eserinin vücuda gelişinde hep yaz sıcağı var. Ravel’in süitinde olduğu gibi.
Dinlemek için aşağıdaki linke tıklayınız:
Özen Nergis Dolcerocca: 2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olmuş, 2008 yılında Sabancı Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlamıştır. Yüksek lisansını New York Üniversitesi’nde 2010’da, yine aynı üniversitede yaptığı doktorasını “Karşılaştırmalı Edebiyat” alanında 2016’da tamamlamıştır. Koç Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.