
Serimizin 22. gününde Erol Köroğlu, Tanpınar’ın “Her Şey Yerli Yerinde” şiirinden yola çıkarak onun şiirindeki anlatısallık ve hatırlama arasındaki ilişkiyi anlatıyor.
Dinlemek için aşağıdaki linke tıklayınız.
Tanpınar’da Bir Anın Görüntüsü
Merhaba ben bugün Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Her Şey Yerli Yerinde şiiri üzerinde konuşacağım. Öncelikle şiiri okumak istiyorum.
“Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi
Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…
Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.
Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendisi hayattayken yayınladığı şiir kitabında şiirlerde yer alan şiirlerden metinlerden biri Her Şey Yerli Yerinde. Ben bir şiir uzmanı değilim dolayısıyla bu alana bir fitne sokucu bir düz yazı ve kurmaca bir uzmanı gibi giriyor olabilirim. Bu konuda en başta uyarıyı verelim. Bu şiir hakkında konuşan kişi roman çalışan düz yazıcı bir insandır ve tam da bununla bağlantılı olarak böyle bir yerden okuyorum Her Şey Yerli Yerinde’yi. Evet tabi ki şiir cahili değilim, gözlerim şiirin güzelliğine kapalı değil. Burada şiirin Türkçe şiirin formal özellikleriyle biçem özellikleriyle dil kullanımıyla son derece mükemmel bir örneğiyle karşı karşıya olduğumuzun gayet farkındayım. Yani her şey yerine oturmuş şekilde şiirsel simgenin kuruluşu vs. Ama bundan öte ben Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem çok etkilendiği hocası Yahya Kemal Beyatlı şiiri üzerinden hem de kendisinin romancılığı üzerinden şiirde bir anlatısallığa romanlarından bildiğimiz o kurmaca dünya kuruluşuna çok yakın olduğunu da düşünüyorum, kendimi buradan alıkoyamıyorum. Tanpınar özellikle yine klişeleri söyleyeceğim, Bergson üzerinden bir zaman anlayışına, işte o duree meselesine bağlanmasıyla ama aynı zamanda zaman üzerinden bellek mekanizmasına gitmesi ve bununla birlikte de Proust’tan romancı Proust’tan etkilenmesiyle o romanlarında çok gördüğümüz hatırlama özelliği bana bu şiirde de diğer şiirlerinde olduğu gibi bu şiirinde de görünüyor. Dolayısıyla ben şiirin haddim olmayan o şiirsel okumasından çok bu anın kuruluşu, bu şiirin yazılmasını oluşturan anlatısal anın ve bunun bellekle ilişkisinin altını çizmek istiyorum. O anlamda her şey yerli yerinde başlangıcı bir şey veriyor bana: “Havuz başında servi/Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan/Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan/Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi.” Yani bunu okuduğum zaman şiir kişisinin, personanın, şiir sesinin bir şey gördüğünü düşünüyorum. Yani bir eve gelmiş, daha önce oldu, belli ki sevdiği ve artık birlikte olmadığı her ne neden neyse belki de o an yanında olmayan biri bu, belki hala evliler, belki ilişkileri hala devam ediyor, belki diğer kişi hayatta, bunları bilemiyorum. Ama bundan öte bu evde bir zaman geçirmişler. Büyük ihtimalle de bir yaz geçirmişler birlikte ve sanki yıllar sonra uzun bir zaman sonra bu eve geliyor bu kişi ve orada gördüğü şey aslında hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığı bir ev yani sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi. Ev terk edilmiş. Yani orada birtakım eski eşyalar falan da var tabi ama şiirin devamında da bunu görüyoruz yani zaman o eşyalar üzerinde etkisini göstermiş, yok oluş kaçınılmaz bir biçimde orada işlemiş. İnsanların olmadığı ve tabiata direnmedikleri bir noktada tabiat ele geçirmeye başlamış. Ama insanın, geçmişte yine burada bulunmuş olan insanın hafızası belleği oraya baktığında o yaşanmışlık üzerinden “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner,” diyecek daha aşağıda, o yaşanmışlık üzerinden kendini her şey yerli yerinde olarak gösteriyor. Yani şiir kişisi bu önündeki eve baktığı zaman aslında hafızasındaki evli ve aslında evli bile değil, evin yaşanmışlığını görüyor yani o sesi, dolap gıcırdamasını duymasını, havuz başında selvi gerçekten her şey yerli yerinde gibi duruyor olabilir ama bu dolabın gıcırdamadığını biliyoruz. O dolap uzaklarda gıcırdıyor, o zamanda gıcırdıyor. Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan meselesi de biraz bunu gösteriyor yani ve ondan sonra gelen dörtlükte “Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,/Serpilen aydınlıkta dalların arasından” ve çok çarpıcı bir imgeyle karşılaşıyoruz burada: “Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman/Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…” yani burada bir terk edilmişlik var, sessizliğin yaprak yaprak dökülüyor olması da sonbahar işte muhtemelen bir sonbahar içinden bakılıyor çünkü o eskiden yaşanılmış olan eve. Adeta sonbaharın yaprakları gibi sessizlik dökülüyor ama zamanın büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor olması çok çarpıcı. Yani gerçekten de ceylanlar belgesellerden biliyoruz bazı filmlerden biliyoruz örneğin “Herkesin Keyfi Yerinde” filmi böyle biter. Marcello Mastroianni ile birlikte bütün herkes filmdeki herkes son sahnede otoyolda durup onlara büyülenmiş gibi bakan ceylana büyülenmiş gibi bakarlar. Bu anlamda bu çok büyüleyici bir imgedir bir yandan. Ama burada bizim ceylana bakıyor olmamız değil de ceylanın bize bakıyor olması, ve bu anlamda ceylanın, ceylan gibi olan zamanın bize bakıyor olması. Çünkü zaman değişen bir şey ama bizim hafızamız o değişen şeyi durdurma peşinde. Bütün şiirin tabi bir yandan bize getirdiği önümüze problematik olarak koyduğu bu. Yani Tanpınar’ın zamanla ilişkisini, anla ilişkisini, hafıza bellekle ilişkisini ben düşündüğüm zaman Tanpınar acaba, hep şunu soruyorum kendime Tanpınar acaba gerçekten de belleğin böyle bir film gibi bir fotoğraf gibi saklanabileceğine inanıyor muydu? Yani akan zamanda görülen kopukluk parçalanmışlık acaba bellekte bütünlüklü müydü? Yoksa şimdi bellek çalışmalarının kolektif bellek çalışmalarının bize söylediği gibi bir yandan bunu hayal ederken yani yiten zamanın kaybolan geride kalan hayatın bellekte yaşadığı inancı sadece bir yanılsama bir illüzyon muydu? Acaba Tanpınar bunun farkında mıydı? Ben farkında olabileceğini zannediyorum. Yani Tanpınar’ın belleği bir oda gibi bir arşiv odası gibi düşünmediğini düşünüyorum ve orada bellek imgelemle karışmaya başlıyor yani anıların da yaşantıların da geride kaldıkça değiştiğini ve koşulların getirdiği şekilde olayların aynı kişi tarafından farklı zamanlarda farklı biçimlerde hatırlanabileceğini bildiğini düşünüyorum Tanpınar’ın. O yüzden yani bir yandan bu şiir bize bir anı mükemmel bir biçimde veriyor gibi yani o geçmişte yaşanmış aşkın derinliği onun verdiği haz o orada hep duruyor gibi ama şiiri şiirde kullanılan sözcükleri, işte yaprakların dökülmesi, kuru güz yaprakları uçuşuyor yaprakta meselesi bütün bunlar zamandaki değişimin zamanın uçup gitmesinin o anlamda ömrün bitiyor olmasının aynı zamanda hafıza için de geçerli olacağını yani sadece bir tat olarak iz bırakmış olan birtakım izlerle kendini oraya bırakmış olan hayatın anıların da aslında yitik olduğunun bilinci de var bu şiirde. Yani hayatımız geride kaldığı gibi o hayatı yaşayışımız yaşantımız anılarımız da geride kalıyor. Hatırladığımız şey o zaman yaşadığımız şey mi? İşte bu bilinç bu şiirde bana kendini hissettiren bu bilinç çok da moral bozucu çok zorlayıcı bir bilinç. Ama öte yandan tam da Tanpınar’ın sanatına yol açan yaratıcılığa hayal gücüne yol açan bir bilinç bu. Yani hayat geçiyor, yaşanmış olanlar geride kalıyor hatta anılar bile aynı değil hiçbir şey yerli yerinde değil ama hayal gücü var, birtakım izleri kullanan hayal gücü yaşamları yaşantıları yeniden kurabilir yeniden yaratabilir. Dolayısıyla her şeyin yerli yerinde olduğu şey sanat, hayat değil sanat. Ama sanat hayatı zenginleştiriyor. Ben bu şiiri böyle okuyorum.
Erol Köroğlu: 1970’te İstanbul’da doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde 1993’te tamamladı. Aynıbölümden 1996 tarihinde yüksek lisans derecesi aldı. 2003’te, bu kitabın orijinalini oluşturan teziyle Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nden doktora derecesini aldı. Selim Sırrı Kuru’yla Sözden Yazıya: Edebiyat İncelemeleri (1994), Nüket Esen’le Hayata Bakan Edebiyat: Adalet Ağaoğlu’nun Yapıtlarına Eleştirel Bakışlar (2003) ve Merhaba Ey Muharrir!: Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar (2006) başlıklı derlemeleri yayına hazırladı. Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ile 2004 Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü’ne layık görüldü. Çok sayıda Türkçe ve İngilizce dergi makalesi ve kitap bölümü yayımladı. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde doçent olarak görev yapıyor.