
Hilmi Tezgör
İngiliz ozan-şarkıcı Nick Drake’in ilk albümü, henüz 21 yaşına girerken gün ışığına çıkmıştı. “Gün bitince / Gömülür güneş toprağın içine / Kazanılan ve kaybedilen her şeyle birlikte / Gün bitince” diye yazmıştı genç ozan, ‘Day Is Done’ şarkısında. Albüm, ismini İngiltere’deki sigara sarma kâğıtlarındaki bir ibareden alıyordu: Five Leaves Left (Beş Yaprak Kaldı). Bu, kâğıdının bitmekte olduğuna dair uyarıydı. Bundan tam beş yıl sonra Nick Drake odasında ölü bulunacaktı.
Türkiye’de ‘Vosvos’ olarak da tanınan ünlü Alman otomobilinin 1999’daki reklamında Nick Drake’in ‘Pink Moon’ şarkısının kullanılmasının ardından, 30 yıllık toplam satışının onlarca misli kadar albümü satıldı. Müzik tarihindeki özgün yerine bakılınca, bu tuhaf durum ona bir ihanet sayılabilir, ancak olağanüstü güzellikteki müziği böylece yeniden keşfedilmiş ve çok daha fazla insan tarafından dinlenebilmiş oldu. Walter Benjamin’in 1935 yılında yayımladığı ‘Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı’ isimli makalesinde üzerinde durduğu ‘sanat eserinin aura’sı hatırlanacak olursa, Nick Drake’in müziği hem ‘aura’sından hiçbir şey kaybetmiş değil, hem de birçok insanın yaşamını değiştirmiş durumda. Bugün onunla ruh kardeşi olduğunu düşünenlerin, ondan ilham alanların, onun müziğiyle yatıp kalkanların sayısı hiç de az değil.
A. Alvarez, İntihar: Kan Dökücü Tanrı isimli kitabında “toplumsal baskıların belki su yüzüne çıkarttığı, ancak bu baskılardan önce de varolan, baskılar kalktığında da büyük olasılıkla sürecek bir iç yadsıma ve umutsuzluk”tan bahseder (116). ‘Nick Drake albüm kaydetmeye başlamadan önce de intihari eğilimlere sahip miydi?’, ‘derin melankoli içeren müziğiyle her an başaşağı gidebilecek bir hayatın sınırlarında dolaşmış mıydı?’ gibi soruların artık çok da önemi yok bence. Şöhretin beraberinde getirdiği olumlu ve olumsuz şeyler var, hiç kuşkusuz. Para, bolluk, zevk gibi getirilerin yanında belki yüzbinlerce insanın beklentisi, özgürlük yitimi ve kalabalık içinde yalnızlaşma… Tüm bunlar, taşınılması çok zor olan büyük bir yüke dönüşebilir ve kişiyi intiharın eşiğine getirebilir. Ama tam tersi de söz konusu olabilir ve yakınlarının yere göğe sığdıramadığı yetenekli bir müzisyen ya da grup büyük beklentiler içindeyken, ilgi görmeyerek, yok sayılarak, başarı kazanamayarak büyük hayal kırıklıkları yaşayabilir. Bu durum da kişiyi intiharın eşiğine getirebilir. “Durkheim’dan bu yana intiharı toplumbilimsel terimler aracılığıyla çözümlemeye çalışanlar olduğu gibi, metafizik ve psikanalitik terimlerin ışığında anlamaya/açıklamaya girişenler de olmuştur.” diye yazar Ahmet Oktay (14).
Nick Drake’in okumayı sevdiği biliniyor. William Blake, W. B. Yeats gibi isimlerin yanı sıra özellikle Fransız sembolist şairlerini sevdiği ve onlardan etkilendiği de… Satın almış olduğu son kitap ise Fransız varoluşçu düşüncesinin iki büyük isminden birine aitti: Albert Camus. Yazarın Sisifos Söyleni, Drake’in odasında ölü bulunmadan önce okuduğu ve annesine hediye ettiği kitaptı.
*
Nick Drake 1948’de babasının görevi dolayısıyla Uzak Doğu’daki Burma’da doğmuş olsa da, aslında küçük ve güzel bir İngiliz köyü olan Tanworth-in-Arden’li sayılmalı. Kırmızı tuğla ve taştan yapılmış, ağaçlar içindeki bahçesi uçsuz yeşilliklere açılan bir evde ailesiyle yaşayan Drake sıra dışı denebilecek kadar mutlu bir çocukluk geçirmişti (Bu yılların ürünü olan, ailece kaydettikleri şarkılar Family Tree ismiyle 2008’de yayımlandı). Uzun boylu, iyi görünümlü, zarif biriydi; okulunun en hızlı koşucusuydu üstelik. Edebiyat ve müziğe ilgisi arttıkça atletizmden uzaklaştı; siyah giyinmeye, esrar içmeye, gitar çalmaya başladı. Tim Buckley, Van Morrison gibi ozanları dinliyor ve Fransız şiiri okuyordu. Şarkıları baştan beri zarif bir melankoli içermekteydi ve hep de öyle kaldı. “Bu kadar güzel bir müziği dinlediğinde insan dünyanın çirkinliğinden utanıyordu,” diyordu, onun hakkındaki ilk kapsamlı yazıyı yazan Arthur Lubow (6).
18 yaşına geldiğinde Drake dünya ile temasını en aza indirmişti bile. Tensel temastan da hoşlanmıyordu. Sesini hiç yükseltmeden söylediği şarkılarının sözleri hiçbir zaman suçlayıcı değildi, ama yine de dik kafalı bir yanının olduğu söyleniyordu.
Nick Drake ilk albümü Five Leaves Left’ten pek memnun kalmamıştı. Albümün dışında kalan tek şarkı olan ‘Magic’in (Büyü) sözleri şöyleydi: “Hiç kimseyi sevmemek için doğmuşum ben / Yalnızca uzun yeşil çimenlerde esen rüzgârı / Kırık daldaki karı / Büyülü olanı sevmek için doğmuşum / Onun tüm mucizelerini bilmek için / Ama kaybettin tüm bu büyüyü / Uzun yıllar önce.”
1969’da yaptığı küçük turnede, hassas müziği gürültülü barlara uymadı, insanlar ona ilgi göstermediler. Bu olumsuz durum onu büyük umutsuzluğa sürükledi ve vermiş olduğu konserlerden pişmanlık duydu. Şöhret hakkında neler düşündüğü ise ‘Fruit Tree’ (Meyve Ağacı) şarkısında fazlasıyla belirgindi zaten: “Şöhret bir meyve ağacıdır / Oldukça çürük / Hiçbir zaman büyümez / Yaprak sapları toprakta olduğu için (…) Buradayken unutulursun / Bir süreliğine hatırlanırsın / Modası geçmiş bir tarzda / Yenilenmiş bir harabe gibi / Bir hatıradır hayat / Uzun zaman öncesinden.” Nick Drake başına gelecekleri önceden biliyordu sanki.
İkinci albüm Bryter Layter (Daha Aydınlık Daha Hafif) ilkine nazaran biraz daha aydınlıktı, ama daha fazla ‘kendine acıma’ barındırıyordu içinde. Olabilecekken olmamış, olamamışların bir listesi gibiydi. Belki de her şey çok hızlı gelişiyordu onun için ve o da, albümün iç kabındaki fotoğrafta olduğu gibi, yüzünün yarısı karanlıkta, durup hareketsizce izliyordu olup bitenleri. Yaşadığı zamanın içinde değildi. Şarkıları da kaybolup gitme, bitip tükenme üzerineydi.“O büyü hissedilebiliyordu; masumiyetin büyüsü. Şarkılar hüzünlüydü, çünkü biliyorduk ki büyü bozulmak zorundaydı.” (Lubow, 11)
Prodüktörü Joe Boyd bu iki albümün onu bir yıldız yapacağına inansa da bu gerçekleşmedi. Nick Drake şarkılarıyla belki insanları değiştirebileceğini ve başarılı olacağını düşünmüştü, ummuştu ama bunun mümkün olmadığını gördü. Para umurunda bile değildi ama, plaklarından kazandığı parayla müzik yapabilmek hoşuna gidecekti. Ve yavaş yavaş kötüleşmeye başladı. Anti-depresanları düzenli almadı çünkü içinde bulunduğu durumdan kendi başına çıkacağını düşünüyordu. Ama depresyonu büyüdükçe büyüdü; bazen bir sandalyede saatlerce elleri kucağında oturuyor, pencereden dışarıya ya da ayakkabılarına bakıyor ve çok az konuşuyordu. Bazen kimselere bir şey söylemeden ortadan kayboluyordu. Kendi yaşadığının benzerini yaşayıp atlatan birine rastlamayı istiyordu. “Başa çıkamıyorum,” diyordu en yakınlarına.
*
Nick Drake, uzunluğu 30 dakikayı bile bulmayan üçüncü albümü Pink Moon’u iki gecede kaydetti. Sadece kendi sesi, gitarı ve bir şarkıda da piyanosundan başka hiçbir eşlik yoktu albümde. Minimalist bir pırlantaydı. Ve genellikle göz ardı edilse de Drake usta bir gitaristti. İçinde bulunduğu psikolojik durumda böylesine bir yaratıcılık inanılmazdı. Şarkılar çok yoğun ve kısa; acı ve ıstırap doluydu, ama yine de açılışta ‘Pembe Ay’ın doğuşundan bahsediliyor ve kapanışta doğan bir gün müjdeleniyordu. İkinci şarkı ‘Place To Be’de yerini bulmaya çalışıyordu ozan: “Gençken ben / Görmedim hiç hakikati kapıda asılı / Şimdi daha yaşlıyım onunla yüzleşmek / Ve kalkıp temizlemek için ortalığı. // Ve yeşilken ben, daha yeşilken tepeden / Çiçeklerin yetiştiği, güneşin sessizce parladığı / Şimdi daha karanlığım derin denizden / Yardım et inmeme ve olunacak bir yer ver bana. // Ve güçlüyken ben, güçlüyken güneşte / Gün bitse de görebileceğimi sanırdım / Şimdi güçsüz ve solgunum en açık maviden de / Ah, güçsüzüm muhtaçken sana böyle.” Ardından gelen ‘Road’ (Yol) -belki- daha umutluydu: “Diyebilirsin ki güneş parlıyor; eğer gerçekten istersen / Aya bakınca çok parlak görünebilir bana / Tutabilirsin seni yıldızlara götüren yolu / Tutabilirim kendimi hep iyi edecek bir yolu. / Tutabilirim kendimi hep iyi edecek bir yolu.” Ama ‘Know’ isimli beste şizofreninin izlerini taşıyordu. “Seni sevdiğimi bil / Bil aldırmadığımı / Biliyorsun ki görüyorum seni / Biliyorsun orada olmadığımı.” Hemen ardından gelen parçada ise bir asalak olduğunu söylüyordu ozan: “Kuzey hattından yokuş aşağı gidiyorum / Ayakkabıların parıltısını izleyerek / Oradaki insanların dertlerini dinliyorum / Kimin umurunda kaybederlerse // Bak da yerde sürünürken gör beni / Çünkü bu kasabanın asalağıyım ben / Bak da çöpün içinde gör beni / Elbisenden sarkan asalağım ben.” ‘Harvest Breed’ isimli parçada ise “bu hızlı ve serbest düşüşün” diye yazmıştı Nick Drake, “artık sonu gelmiş olabilir.”
Albümün kaydını plak şirketinin resepsiyonuna bırakabildi ancak, çünkü neredeyse konuşamayacak haldeydi. Birkaç gün sonra paketin, onun albüm kaydı olduğu anlaşıldı. Bu karanlık, kasvetli ve mesafeli albümün ardından Nick Drake daha da kötüleşti ve bir süre psikiyatri kliniğinde yattı. Bir gün bir dostu “Eğer bu kadar mutsuzsan neden kendini öldürmedin?” diye sorma cesaretini gösterdi. “Bu çok korkakça olur” dedi Nick, “Ve öte yandan cesaretim de yok.” Artık şarkı yazamadığı için farklı işlere girmeyi denedi ama olmadı. Albümlerinin neden sattığını anlamıyor ve bu durum onu içten içe kemiriyordu. Sonrasında kaydettiği dört şarkıda son derece depresifti. “Aklıma söz gelmiyor artık. Herhangi bir şey hissetmiyorum. Gülmek ya da ağlamak istemiyorum. Uyuşmuş durumdayım, içim ölü.”
Nick Drake ölümünden kısa bir süre önce, kendini mutlu hissettiğini söylediği bir dönem geçirdi. Ardından, 25 Kasım 1974’te öğlene doğru annesi kahvaltıya çağırmak için odasına çıktığında onu ölü buldu. Pikapta Bach’ın ‘Brandenburg Konçertoları’ vardı. O sıralar anti-depresan hap kullanıyordu ama bunları uyumak için alıyordu. Ve bir önceki gece çok fazla hap almıştı.
Doktoru bunun bir intihar olduğunu söyledi ama geride bir intihar notu bırakılmamıştı. En son annesine Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’ni hediye etmişti Nick Drake. Kitap, çok iyi bilindiği gibi intihar hakkındaydı: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. (…) Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir.” (15-17)
Pink Moon albümü bugünlerde 49 yaşını dolduruyor ve görünen o ki Nick Drake’in müziği yaş alıyor ama yaşlanmıyor. Ölümünden sonra babası Rodney Drake şöyle demişti: “İlkokul öğretmeni, Nick’i okulda hiç kimsenin tam olarak tanımadığını yazmıştı. Sanırım işin özeti bu rapordaki sözlerde gizliydi. Hayatının sonuna kadar Nick’i hiç kimse tam olarak tanıyamadı.” Ünlü ressam Picasso ise “Genç olmak uzun zaman alır,” demişti. Nick Drake o zamanı dolduramadan, genç olamadan göçüp gitti bu dünyadan.
Kaynaklar:
Alvarez, A. İntihar: Kan Dökücü Tanrı. Türkçesi Zuhal Çil Sarıkaya. Ankara: Öteki Yayınevi, 1992.
Camus, Albert. Sisifos Söyleni. 8.bs. Çev. Tahsin Yücel. İstanbul: Can Yayınları, 2004.
Güner, Ogan (der.). “Nick Drake: Burada Yokum Biliyorsun.” Roll 93. s.57-60, 2005.
Katz, Gary J. Rock Ölüler Kitabı. Çev. Canan Çakırlar. İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları, 1997.
Lubow, Arthur. “Nick Drake”. Fruit Tree – CD Box Set kitapçığı içinde, 1978.
Oktay, Ahmet.“İntihar: Başkaldırma ve Boyun Eğme.” Sombahar 14. s.14-20, 1992.
Reynolds, Simon & Joy Press. Seks İsyanları. Çev. Mehmet Küçük. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003.
Tezgör, Hilmi. Şarkıdaki Şiir, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
Yılmaz, Ahmet Eyüp (der.). 2003. Edebiyat ve İntihar. İstanbul: Selis Kitaplar, 2003.
Nick Drake / Pink Moon – CD/LP, Records, 1972.