Şehnaz Şişmanoğlu
sehnazsismanoglu@gmail.com
Okuyacağınız sözlük maddeleri 2019-2020 Akademik Dönemi’nde Kadir Has Üniversitesi Yeni Eğitim Modeli kapsamındaki Çekirdek Program derslerinden Türkçe Eleştirel Okuma ve Yazma II (TLL 102) dersini alan mühendislik 1. Sınıf öğrencileri tarafından hazırlandı. Hiçbiri edebiyat öğrencisi değildi ama Adalet Ağaoğlu’nun nesillerin ötesine ulaşan sesi hepsinde farklı yankılar uyandırarak beş bölüm halinde okuyacağınız maddelere dönüştü. Bu mütevazı sözlüğü çok kısa bir süre önce aramızdan ayrılan Ağaoğlu’nun anısına yayımlıyoruz.
Ankara Radyosu:
Ankara Radyosu, Ulus gazetesine benzer bir biçimde, romanda Kemalist düşünce biçiminin, ilke ve inkılapların, modernliğe geçişin ve medeni bir toplum oluşturulmasının, halkın ise bütün bunlara ayak uydurabilmesinin bir aracı olarak tanımlanabilir. Nitekim Ankara Radyosu, yayın hayatına geçtiği dönemde Türk toplumunu hem sanatsal hem de kültürel açıdan beslemeye çalışmıştır. Bu işlevi romanda rahatça görülebilir: “Ankara Radyosu yayını, saat 14.30’da karışık plak neşriyatı ile başlamakta, 15.15’teki Ajans Haberleri’yle bitmektedir. Akşam neşriyatı ise 18.30’da plakla dans musikisi ile başlamakta, Selahattin ve Semahat’tan halk şarkıları ile sürmekte, saat 20.00’de memleket saat ayarı verilmekte, ardından Arapça neşriyattan sonra 20.15’te (gününe göre) gençler grubu tarafından İftira adlı bir radyofonik temsil sunulmakta ve bunu şan plakları ile 21.15’teki Stüdyo Salon Orkestrası izlemektedir” (35). Türk halkının “tiyatro sanatı” ile tanışması da görsel olarak olmasa da yine Ankara Radyosu vesilesi ile olmuştur. Türkiye’de “Devlet Konservatuvarı Yasası” 1940 yılında çıkmasına karşın Ankara Radyosu, tiyatro ile alakalı programlarına, düzenli yayına geçtiği 1938 yılından itibaren yer vermiştir. Adalet Ağaoğlu’nun kendisinin de Ankara Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra Ankara Radyosu’nda çalışmaya başlaması, romanda Ankara Radyosu’na ve yayınlanan programların detaylı bir zaman çizelgesine yer vermesi ile ilişkilendirilebilir. Yine benzer bir ilinti ile, sıkça Ankara Radyosu dinleyen ve Ulus gazetesi okuyan Dündar Öğretmen’in, polkayı sergilemek için bu denli istekli ve hevesli olması, Ankara Radyosu’nda dinlediği tiyatro oyunları ile bağdaştırılabilir. Romanın sonlarına doğru tekrar karşımıza çıkan Ankara Radyosu, bu sefer Ali’nin çalıştığı yer olmuştur. Ali’nin Ankara Radyosu’nda çalışmaya başlamasıyla vatana yararlı olma gayesini yerine getirdiğini düşünmesi yine söz konusu radyonun toplumun modernleşmesi nezdinde taşıdığı önemi bir kez daha vurgulamaktadır. (Ayberk Ayhan)
Kaynaklar:
Yazgan, Teoman. “Cumhuriyet’in Örnek Bir Kültür Kurumu: Ankara Radyosu”. TRTAkademi 1 (Ocak 2016): 300-314.
Koç, Nurgün. “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Radyo”. Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi Yıl 8 Sayı 15 (Bahar 2012): 69-103.
Bahr-i Hazer
Nazım Hikmet’in şiiridir. Ali, Dündar Öğretmen’in sayesinde devam ettiği okul hayatına son vermesinin ardından bir otelde çalışmaktadır. Bir gün bir lokantaya gider ve gördüklerinden çok etkilenir. Lokantadakiler, oldukça eğitimli görünen, memur ya da memur olacak kadar bilgiye sahip olan işsizlerdir. Ali’nin en çok dikkatini çeken ise bu kişilerin her konu hakkında bilgi sahibi olmaları, şiirleri ezbere okumalarıdır. Bölümde geçen şiirlerden biri, Nazım Hikmet’in “Çıkıyor kayık, iniyor kayık… ” (148) sözleriyle belirtilen Bahr-i Hazer şiiridir.
Bahr-i Hazer şiirinin son dizeleri:
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
çıkıyor ka…
iniyor ka…
Çık…
in…
Çık…
Bir gazetede yer alan, Nazım Hikmet’in çok yakın bir arkadaşı olan Ekrem Babayev’in yazdığı bir yazıda, Nazım Hikmet’in bu şiiri yazarken, Mihail Svetlov’un Grenada şiirinden etkilendiği belirtilmektedir. Grenada şiirinin kahramanının “Grena…” diyerek ölmesi, Bahr-i Hazer’in son dizilerinin tamamlanmayan, ölen kelimeleri ile benzerlik göstermektedir. Nazım Hikmet, “Grenada”nın el bombası anlamına gelen “granata” olduğunu düşünerek, Bahr-i Hazer için, “Svetlov’un şiirinde patlamamış fakat bir an sonra patlayacak bir el bombası, benim şiirlerimde ise batmamış fakat bir an sonra batacak bir kayık ve düşecek bir at var.” sözlerini söylemiştir.
Ali’nin lokantaya girmesiyle bu şiire gönderme yapılması, Ali için bir dönüm noktasını işaret etmektedir:
“Ali, bayram harçlığıyla ilk kez bir lokantaya gitmeseydi şimdi oteli bırakmış, bir tamir atelyesinde işe başlamış olacaktı. Fakat o lokantaya gittikten sonra, ertesi gün atelyedeki ustaya uğradı. ‘Kusura bakmayın usta. Ben işe gelemeyeceğim. Aklıma koydum. Ne yapıp yapıp okuyacağım daha. Her şeyi öğreneceğim!’ dedi. Usta, elindeki işten başını kaldırmadan kısa bir karşılık verdi: “Oku bakalım, nasıl okuyacaksan.” (148) (Senanur Düzenli)
Kaynak:
Babayev, E. (28 Nisan 1967). Nazım Hikmet şiirini anlatıyor. http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/handle/11498/7541adresinden erişildi.
Boyalı Kuş
Romanda bir bölümün başlığı aynı zamanda Jerzy Kosinski tarafından yazılmış ünlü romanın adını taşır. Ölmeye Yatmak romanında genel olarak 1938-68 döneminin toplumsal sıkıntılarını, düşünsel çatışmaları, modern Türkiye olma yolundaki aksaklıkları, bitmiş bir dünya savaşının izlerini silmeye ve toparlanmaya çalışan bir Türkiye okuduk. Romanın “Boyalı Kuşlar” bölümü ise büyüklerin savaşa girmeme kararını desteklemeyen gruba cevap mahiyetinde olduğu söylenebilir. Jerzy Kosinski tarafından yazılan Boyalı Kuş orijinal dilinde 1965 yılında basılmıştır. Bu romanda küçük bir çocuğun İkinci Dünya Savaşı sırasında başından geçen olaylar anlatılır. Roman aynı zamanda içerdiği trajik unsurlarla savaşın çirkin yüzünü de gösterir. Savaştan yeni çıkmış olan Türkiye için yeni bir savaşa girmek büyük bir neslin her anlamda kaybına neden olabilirdi. Ölmeye Yatmak’ta savaşa girilmemesinin aslında asil bir devlet olmaktan çok, savaşın yıkıcı olabilecek sonuçlarının önüne geçmek anlamına geldiği vurgulanmaktadır. Bu konuda farklı karakterler üzerinden farklı görüşler de dile getirilmiştir. Örneğin, İlhan Türkiye’nin savaşa girmemesinden ötürü öfke duymaktadır. İlhan hükümetin başında olanların aslında kendi benliklerinden uzaklaştıklarını, İkinci Dünya Savaşı’nda olan güçlü devletlerin hükümeti etkilediklerini düşünüyor. Bu düşüncelerinin altında okuduğu dergiler, tanıştığı insanlar ve ayrıca birçok yolsuzluk yüzünden haksız yere babasının vaktinde yaşadığı zorluklar yatıyor. Romandaki “boyalı kuş” ifadesi sadece savaşın kötü bir şey olduğunu kanıtlamak için değil bu kavramın kendisi üzerine düşünmek için de romana yerleştirilmiş. Kosinski’nin Boyalı Kuş romanında küçük çocuğun yanında kaldığı kişi bir gün bir kuş yakalar ve onu çeşitli renklere boyar. Bu kuşu daha sonrasında doğaya saldıklarında ise şu alıntıdaki olaylar gerçekleşir: “Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içindeki zavallı kuş havada duramaz düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk.” Burada anlatılmak istenen şudur: Hepimiz aslında bir topluma ait olsak da birtakım farklılıklarımız yüzünden dışlanabilir hatta bu dışlanmadan ötürü zarar görebiliriz. Ali üzerinden ilerleyen romanın bu bölümündeki bir alıntıyla ilerlemek gerekirse: Ya lokantada adı geçen boyalı kuş? Boyalı kuş gerçekten var mıydı?
Romanda toplumda herkesin bir şekilde “modern” bir kalıba sokulmasını net bir şekilde görüyoruz. Alıntıyla bu durumu ilişkilendirmeye çalışırsak aslında bu kalıplaştırılmayla farklılıklarımızın yok edilmeye çalışıldığını, herkesin bir şekilde aynılaştırılmak istendiğini söyleyebiliriz. “Boyalı kuş gerçekten var mıdır?” ifadesi bunu destekleyebilecek nitelikte. Bir diğer görüşüm ise Boyalı Kuş romanındaki alıntı üzerine yaptığım yorum üzerinden. Boyalı kuş farklı olduğu için acı çekiyor ve zarar görüyor. Ölmeye Yatmak romanında da kendi içerisinde ya da çevresiyle çatışma halinde olan karakterler yaşadığı yerin aslında “boyalı kuşları”dır. Aysel ailesi içinde, Ali yakın çevresinde boyalı kuş modelidir. Yaşadığı yerin düşüncesini benimsemeyip kendi isteklerinin peşine düştükleri için zorluklarla karşılaşmışlardır. Örnek vermek gerekirse Aysel’in ailesi Aysel’in okumasıyla ilgili sıkıntılar çıkarırken Aysel’in direnmesi, Ali’nin çalıştığı yerdeki ve çevresindeki insanların ona “iş bul, çalış” diye çıkışmaları. Ali’nin çalışmaktan çok ilim ve bilgi sahibi olmak istemesi ve bunun üzerine maruz kaldıkları ya da İlhan’ın düşündüğü memleket ile ilgili sorunu Ali’nin fark etmemesi veya bu şekilde düşünmemesi Ali’yi de aslında “boyalı kuş” yapmaktadır. (İrem Özgür Bayman)
Bozkurt Dergisi
Bozkurt dergisi, Ergenekon dergisinin kapanmasından sonra Mayıs 1939’da yayımlanmaya başlayan Türkçü dergidir. 12. sayısında derginin yayınlanmasıyla ilgili şu bilgilere yer verilmiştir: “1938’de neşrettikleri Ergenekon dergisi, 10 Şubat 1939 tarihinde kapatılınca, Bozkurtçular Mayıs 1939’da Bozkurt dergisini neşre başladılar.” Söz konusu dergi, ismi ve vizyonu nedeniyle kanı kaynayan “ülkücü” gençler tarafından benimsenen dergilerden olmuştur. Dönemin “Türkçülük” propagandası yapan diğer dergileri gibi ismini kara listeye aldırması ikinci sayısı itibari ile başlamıştır. İkinci sayısında “Türk Köylüsü,” 9. sayısında “İki Yıldönümü” ve 11. sayısında Türklerin yaşadığı yerleri gösteren bir haritayla “Türklük Bekliyor” adlı yazılar sebebiyle geçici sürelerde kapatılmış ve daha sonrasında tekrar basıma devam etmiştir. Fakat derginin basıma devam etmesi, yasaklanan yazılara tahammül gösterilmesi anlamına gelmez. Günümüzde bile internet veri tabanlarından –eğer ulaşabilirseniz– ulaştığınız bu sayılarda, söz konusu yazıların –çoğunlukla– kaldırıldığını görebilirsiniz.
Dergide Türklük kavramı, Müslümanlık ve Orta Doğu Türklerinin efsaneleri ile güçlendirilerek yüceltilmekte, olumlanmakta; Yunan, Kürt, Arap ve Rum milletleri ise olumsuzlanmaktadır. Ülkücü gençlere göre, Batılılar için sempati taşıyan Türk vatandaşları da “hain” yerine konulmaktadır. Dergide, “Tanrı Türk’ü Korusun” gibi sözler ile Türklük kutsal olarak tanıtılmakta ve bu yönde söylemler kullanılmaktadır. Her fırsatta “şanlı” Türk tarihinin altı çizilmekte, Türk komutanları övülmektedir. Dergi tarih, kültür, ideoloji gibi bilgileri vermenin yanında ülkücü gençlere nasıl ülkücü olunacağını, hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve bir anlamda da nasıl düşünmeleri gerektiğini söylemektedir. Bozkurt dergisinin 11. sayısında “Ülkücü Olmak” adlı başlıkta; şahsiyet ve dürüstlük, kültürlü ve yetişkin olmak, milletin menfaatini şahsi menfaate tercih, teşkilat disiplinine uymak, mücadele azmi, dostluk gibi kavramlar açıklanmıştır. (Murat Akın Çiçek)
Ölmeye Yatmak romanında Bozkurt dergisi öncelikle Aysel’in ağabeyi İlhan’ın hayatında önemli bir yer tutuyordu. Daha sonraları İlhan sayesinde yan karakterlerden Ali de Aysel’in abisi İlhan sayesinde bu dergiyle tanışıyor: “O sırada İlhan, elinde bir tomar dergiyle dükkânın altından çıkıyor. Kapağı yine özenle kapatıyor. Soluk soluğadır. Fethi Bey, İlhan’ın elindekini gösteriyor Ali’ye: “Bunları okuyun. Ne üstüne yazdığımı göreceksiniz. Okuyun. Üstünde düşünün. Sonra yine konuşuruz” diyor. Ali, otele hava karardıktan epey sonra döndü. Kolunun altında kırmızı-beyaz kapaklı dergiler: Dört sayı Kızılelma, üç sayı Bozkurt, beş sayı da Ergenekon.” (163). Aysel’in ağabeyi İlhan, Fethi Abisi gibi ağabeyleri sayesinde tanıdığı Kızılelma, Bozkurt gibi dergilerle milliyetçilik şuurunun geliştiğini düşünüyordu. Bu dergiler için şiirler yazıyordu ve kendisi de okuduğu Gazi Lisesi’ndeki çocukları bu doğrultuda örgütlemeye çalışıyordu. Bu dergilere olan bağlılığı yüzünden ailesiyle tartışmalara giriyordu. Daha sonra İlhan’ın ailesiyle yaşadığı tartışmalar evden ayrılmasına, farklı bir yol izlemesine de yol açıyor. Bu dergilerin roman için önemi ise olayların geçtiği dönemde ne gibi ülkücü hareketlerin olduğunun ve bunların nasıl şartlarda ve ne şekillerde yayılmaya çalıştığını bize göstermesi ve romanın ana karakteri Aysel’in bu akımla ağabeyi aracılığıyla tanışmaya başlaması ve ileriki yaşamında düşünce yapısını oluştururken bundan da etkilenmesidir. (Efe Bakan)
Cebeci Yenidoğan Bahçe Sineması
Sinema, romanın geçtiği dönemde Türkiye’de daha yeni yeni yüzünü göstermeye başlamıştır. Romanda anlatılanlardan anlaşıldığı kadarıyla sinema, dönemin yeni eğlence anlayışını, Batılılaşma çabasını ve sosyalleşmeyi de temsil ediyor. Aydın’ın defterindeki şu bölüm dikkat çekici: “Ulus Sineması’nda Güliver Cüceler Ülkesinde fılmini gördüm. Çok güzeldi. Sinemada annesiyle birlikte ilkokuldan tanıdığım Aysel de vardı. Babası, onları nasıl sinemaya bırakmış, şaştım. Onlar beni görmediler. Aysel güzelleşmiş. Fakat saçları hâlâ uzun. Böyle giderse Avrupai bir genç kız olamaz” (156). Aydın’ın yazdığı bu paragraftan, sinemanın 30’lu yılların sonunda Avrupai bir eğlence şekli olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Babasının, Aysel’in sinemaya gitmesine izin vermesi Aydın için son derece şaşırtıcıdır. Aysel’in giderek daha Avrupai biri olmaya başladığını düşünmeye başlar, fakat uzun saçları hakkında yorum yapar. Aydın’ın 5 Nisan tarihinde defterine yazdığı bir diğer bölümde ise şu kısım dikkat çekicidir: “Demek sinemada belli etmeden bana baktınız? Böyle kaçamak bakışlar medeni bir kıza yakışmaz. İnsan, eski bir arkadaşını görünce rahatlıkla yaklaşıp elini sıkmalı (164).” Aydın, sinemaya giden bir kızın medenileşmeye başlaması gerektiğini düşünmektedir. Ona göre sinemaya giden, fakat “uzun saçları” veya “kaçamak bakışları” olan Aysel tam olarak “medenileşememiştir”. Sinemanın ilk yıllarında daha çok Türk filmleri gösterildiğini görüyoruz. Bu, sinemanın Batı’dan alınmasıyla beraber yerelleştirme çabasının da bir göstergesidir. (Batuhan Arslan)
Constantinople Bisküvi Kutusu
Bu bisküvi kutusu Aysel’in aklına otel odasında ölmeye yattığında, son düşündüğünü hatırlamaya çalışırken geliyor. “Bunları düşünmemişsem son aylar neyi düşünüyorum ki? Herhalde babamın bisküvi kutusunu” (72). Aysel romanda kutudan şöyle bahsediyor: “Babam paralarını, bütün değerli şeylerini, sayısı yirmi beşi bulan Reşadiye altınlarını eski bir bisküvi kutusunda saklardı. Teneke kutunun üstü, rengi solmuş, sarılı kırmızılı çizik çizik bir kâğıtla kaplıydı. Ön yüzünde sanki elle gelişigüzel çekilivermiş gibi geniş bir daire vardı. Daire çizgisinin tepesinde Georges Kindinopoulo yazısı okunurdu. Bu yazının altında sırayla şu bilgiler:
“(Petit-Beurre)/ Small/ 1922/ Biscuits
Tam bunların altında, daire çizgisinin içyüzünü boydan boya izleyen:
CONSTANTINOPLE
Neredeyse yarım yüzyıllık bu bisküvi kutusunun soluk kağıdı yanılmıyorsam, ayrıca da başak desenleriyle süslüydü. Kutunun arka yüzünde:
H . C.
G E U I C K NAVO RIAN
Sonra yeniden: Biscuits
(Cons tantinople) yazısı.” (73).
Aslında Aysel’in babasının değerli eşyalarını ve parasını sakladığı bu bisküvi kutusunun üstündeki yazılar, yazarın çağrışım gücüne dayanarak romanın dokusuna kattığı birçok çeşitli ifade kalıbından biridir. Yazar bunun gibi ifade kalıplarını kullanarak Aysel’in çocukluk ve gençlik dönemini aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk kuşağının çocukluk ve gençlik yılları olarak aktarırken o dönemi okurun zihninde bazı tipik nesnelerle canlandırmamızı sağlamıştır. (Efe Bakan)
Dar Kapı, Andre Gide
“Sonunda Dar Kapı‘yı almaya karar verdi. Ders kitapları dışında ilk kez kendinin olan bir kitabı vardı şimdi. İlk kez kendi kendine almaya karar verdiği bir şey. İstediği kadar okuyabileceği bir kitap.” (141)
Dar Kapı romanının girişinde İncil’den bir söz yer alır: “Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır.” (Matta, Luk.13:24) Bu roman beşeri ve ilahi aşkı temel alan bir romandır. Romanda aşk, erdem, inanç gibi kavramlar okuyucunun karşısına çıkar. Ön planda bir aşk hikâyesi, arka planda ise insanın varlığını sorgulama vardır. Söz konusu roman, okuyucuları her şeyi sorgulamaya davet eder.
Emirlere uyması ve kendi başına düşünmek yerine kendine söyleneni yapması gereken Bursa Askeri Lisesi’nde eğitim görmekte olan Ertürk, bir gün tek başına sokağa çıkar. Dar bütçesi nedeniyle sinemaya gitmek ve reyonda gördüğü Dar Kapı kitabını almak arasında kalır ve kitabı almaya karar verir. Bu kitap, almaya kendi karar verdiği ilk kitap olması açısından çok önemlidir. Çünkü nöbetçi subaya yakalandığında, Dar Kapı’nın aslında yasaklanan bir kitap olduğunu öğrenir:
“Ondan sonra bitmez tükenmez günler. Bir sürü sert bakışlı yüzler, gözler. Ardı arkası hiç kesilmeyecekmiş gibi gelen sorular, sorular… Milliyetçi bir öğrenci olarak yetiştirilmeye çalışıldığın bu okulda Dar Kapı’yı okumakla ahlak dışı hareket ettiğini biliyor musun? Övündüğümüz Türk gençliğine kara bir leke sürdüğünün farkında mısın?” (141)
Bu olaydan sonra da Ertürk, kendisine söylenenin dışına çıkmamayı öğrenir. Dar Kapı, aynı zamanda Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar Üçlemesi’ne bir gönderme olarak da okunabilir. (Senanur Düzenli)
Kaynak:
Basarslan, Suzan Nur. (21 Mayıs 2010). Dar Kapı (André Gide). https://www.derindusunce.org/2010/05/21/dar–kapi–andre–gide/ adresinden erişildi.
Demokrat Parti (DP): 7 Ocak 1946 tarihinde kurulmuş olan Demokrat Parti (DP), Türkiye’deki 27 yıllık tek parti iktidarını bitiren parti olmuş böylece Türkiye’nin çok partili bir siyasi düzene girmesini sağlamıştır. DP’nin iktidara giden süreci Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarının başarılı olmayan ekonomik, siyasi politikalarının parti içinde ve toplumda muhalif bir kesim oluşturması sonucuyla başlamıştır. Örnek olarak; İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonominin kötü etkilenmesi ve Ölmeye Yatmak romanında sıkça bahsedilen Varlık Vergisi gibi politikalar nedeniyle gayrimüslimlerin, iş sahiplerinin Aşkale’ye gönderilmesi gibi durumlar CHP’nin muhalefet oluşturan politikalarına örnek verilebilir.
DP’nin kurulması sürecine Ölmeye Yatmak romanında “Bildiğimize göre Celal Bayar, Recep Peker falan da şiddetli muhalifler arasındalar.” (367) cümlesiyle gönderme yapılır. Bilindiği gibi yeni partinin kuruluşu CHP’den ayrılan muhalif milletvekilleri öncülüğünde olmuştur. Bu isimlerden bazıları Celal Bayar ve Adnan Menderes’tir. 7 Ocak 1946 yılında kurulan DP yaklaşık 4 yıl muhalefet partisi olarak yer aldıktan sonra 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlerde %52.7 oy olarak iktidara gelmiştir. DP iktidarı başladıktan sonra yapılan meclis seçimlerinde ise partinin kurucu isimlerinden olan Celal Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes ise başbakan seçilmiştir. DP’nin 1950 yılında iktidara gelmesi Türk siyasi tarihi açısından önemli bir olaydır çünkü romandaki atmosferden anlayabileceğimiz gibi neredeyse devletle özdeşleşen bir parti yönetiminden sonra Türkiye ilk defa başka bir siyasi parti ile yönetilmeye başlanmıştır. Bu durum tabii ki toplumda iki farklı görüş oluşturmuş, CHP’den memnun olmayan insanları DP saflarına çekmiştir. Romandaki Namık karakterinin CHP yurdundan atıldıktan sonra DP safına geçmesi, bu parti için teşkilat oluşturmaya çalışması bu durum ile açıklanabilir. Ayrıca, CHP yanlısı Ulus gazetesinin o dönem Türkiye’de pek hoş karşılanmayan “komünizm” kavramı ile DP’nin adını bir propaganda broşüründe yan yana geçirmesi CHP ile DP’nin karşı karşıya geldiğinin Ölmeye Yatmak romanındaki bir başka göstergesidir.
1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazanan DP 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri ihtilal ile iktidardan düşürülmüştür. 2 gün sonra 29 Mayıs 1960 tarihinde ise kapatılmıştır. Tutuklanan DP’liler yargılanmak için Yassıada’ya gönderilmiştir. Tutuklulardan aralarında Adnan Menderes’in de bulunduğu 15 kişi idam cezası, aralarında Celal Bayar’ın da bulunduğu 31 kişi ömür boyu hapis cezası, 418 kişi değişik sürelerde hapis cezası almış, 123 kişi de aklanmıştır. (Ümit Şen)
Kaynak:
“Demokrat Parti”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. C. 8. İstanbul: İletişim Yayınları, 1983.
Dündar Öğretmen
Cumhuriyet’in ilk yıllarında istenilen, tasarlanan ideal, modern toplumun inşasının okullardan ve eğitimden geçmesi gerektiği devlet tarafından bir politika haline getirilmiştir. Cumhuriyet değerlerinin ve Kemalist ideolojinin kuşaktan kuşağa aktarılmasında Dündar Öğretmen gibi aslında “tipleşmiş” öğretmenler, çocukları devlete ve devrimlere itaat derecesinde hazırlamaya, onlara bu devrimleri, yenilikleri, Kemalist ideolojiyi aşılamaya çalışırlar. Kardeşine olan bir siteminde Dündar Öğretmen gibilerin bu davaya nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu görürüz:
“Türk yok ha? Türk ne demek sen biliyor musun? Kanın mı bulandı yoksa senin? Politikamız bellidir. Rejimimiz bellidir. Sulhcuyüz biz. Ağzının altıdaki bakla oysa, çıkar. Tamam mı? Biz ne sağız, ne soluz oğlum. Biz ileriyiz! İleri! Ancak kafasında dünden hiçbir şey bulunmayan, ama asıl, asıl bugünün huzurundaki değeri bilmeyen ve yarının müspet hayali içlerine yerleşmemiş milletler, fırtınaya tutulmuş bir kayık gibi bir sola bir sağa yalpa vururlar. Biz çok şükür o zavallı ülkelerden değiliz. ” (129)
Dündar Öğretmen, sıkı sıkıya bağlı olduğu Kemalist düşünceyi öğrencilerine de “aşılamak” için büyük bir gayret gösterir, hatta öğrencilere karşı yaklaşımını bile ailelerin bu değerlere yakınlığı belirler. Aysel ve diğer çocukları ilkokuldan mezun ederken, hayalini kurduğu ve yıllarca uğrunda uğraştığı ülküyü gerçekleştirdiğini düşünüp takdir ve tebrik bekler. Bu noktada devletin bir aygıtıymış gibi çalışan, uğraşan Dündar Öğretmen ve onun gibi niceleri, çocukların, gençlerin, insanların üzerinde devlet otoritesinin bir yansıması işlevini görür. Sosyal, ekonomik, kültürel anlamda heterojen olan bir toplumda devletin halkı ite kaka götürdüğü tüm bu devrimlerin gerçekleşmesinde büyük rol oynamış olan Dündar Öğretmenler, Adalet Ağaoğlu tarafından ironiyle yansıtılır. Değişimin yarattığı ya da yaratabileceği sorunları umursamayan, çocuklara özgürlük tanımayan ve onları devlet-toplum arasında bir araç gibi görev gören Dündar Öğretmen profiline yapılmış en etkili eleştirilerden biridir bu roman. Ülküye bu kadar bağlı olan ve hata kabul etmeyen otoriter, idealist Dündar öğretmenler her ne kadar iyi bir amaç uğruna çalışsalar da çocukların bireyselliklerini baskılamış, zaten toplumda karşılığını zor bulan devrimleri, yenilikçiliği ve diğer çağdaş uygulamaları birer kalıp gibi çocuklara giydirmeye çalışmıştır. Bu süreçte Aysel gibi çocuklar bireyselliklerinden uzaklaşmış, bu ülkü uğruna hayatlarını harcamış ve sonunda hiç yaşayamadıkları bireyselliklerini bulma uğrunda “ölmeye yatmaya” varan çarelere başvurmuşlardır. (Yalın Yeşilırmak)