.

Zeynep Kaçar: “İnsan hem yaşadıkları hem okuduklarıyla şekilleniyor.”

Abdullah Ezik ve İpek Bozkaya, Odak Yazar dosyası konuğumuz Zeynep Kaçar ile edebiyatı ve kitapları üzerine konuştu.

Abdullah Ezik: 1995’te MSM Tiyatro bölümünden, 1999’da ise İstanbul Üniversitesi Dramaturji bölümünden mezun oldunuz. Öncelikle tiyatronun sizdeki yeri üzerine ne söylersiniz? Tiyatro okumak ve daha sonrasında bütün hayatınızı tiyatro üzerine kurmak size neler kazandırdı, hayatınızı nasıl etkiledi?

Çocukluğumdan beri tiyatrocu olmak ve İstanbul’da yaşamak istiyordum. Öyle oldu. İnsan uzun yıllar aynı işi yapınca başka uğraşlara pek yer kalmıyor. O pratiğin içinde mesleğinin getirdiği artıları ve eksileri de taşımaya başlıyor. Sanırım herkes biraz mesleğinin bir yansımasına dönüşüyor zamanla. Benim için de öyle oldu. Arkadaşlarımın neredeyse tamamı birlikte iş yaptığım insanlar. Hala tiyatro izlemeyi, oyun okumayı seviyorum. Bir yandan fiziksel bir yandan zihinsel bir iş olduğu için insan tek bir eylemin içinde sıkışıp kalmıyor. Oyun yazmak ve oynamaksa bende bir bağımlılık yarattı. Adrenalin bağımlısı olduğumu düşünüyorum son zamanlarda. Hep bir coşku duygusuyla yaşamak ihtiyacı.

A.E.: Oldukça üretken bir tiyatro yazarı olduğunuzu söyleyebiliriz. Tiyatro metni yazmak, bir tiyatro metni üretmek nasıl bir süreci beraberinde getiriyor sizin için?

Oyun yazmak uzun yıllardır yaptığım bir iş oldu. Kalabalıktan kaçmanın iyi bir yolu yazmak. Bazı dönemlerde buna ihtiyaç duyuyorum. Genellikle bir konuya öfkelendiğimi fark ettiğim zaman o konu üzerinde düşünmeye başlıyorum. Sonra bundan bir oyun olur mu diye tartıyorum. Sonra bolca yürüyorum. Yürümek niyeyse oyunu kafamda şekillendirmeme çok yardımcı oluyor. Ardından tüm taslağı kafamda oluşturduysam yazım aşamasına geçiyorum. Yazdıktan sonra bir süre bekletiyorum oyunu. Aradan on beş gün ya da bir ay geçtikten sonra okuyup son şeklini veriyorum.

A.E.: Tiyatrolarınız da romanlarınız da irdelediğiniz meseleler, olaylara yaklaşım biçiminiz bakımından oldukça kıymetli edebî üretimler. Peki tiyatro oyunu yazmak ile roman yazmak arasındaki farklar, benzerlikler ve geçişler üzerine ne söylersiniz? Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Roman yazdıktan sonra oyun yazmanın ne kadar dar bir alanda ilerlemeyi gerektirdiğini fark ettim aslında. Öncesinde bu fark üzerine düşünmemiştim. Sonra şöyle tanımlamaya başladım. Oyun yazmak küçük dar bir sokaksa, roman kocaman bir şehir. Oyun yazarken tek bir konuya sadık kalmak zorundasınız. Süreniz kısıtlı, sahnelenmek üzere yazdığınız için neredeyse teknik bir metin, ayrıca tanımlamalara tariflere acayip geçişlere yer yok bir oyun metninde. Sadece diyaloglarla bir dünya kuruyorsunuz. Oysa romanda alabildiğine özgürsünüz. Romanın elverdiği ölçüde sonsuz bir anlatı alanınız var. Renkleri, kokuları, duyguları, şehirleri, her şeyi istediğiniz gibi anlatabilirsiniz. Fil uçabilir, bir saniye içinde aradan yirmi yıl geçebilir, duygular üzerine yarım saat can sıkabilirsiniz.

Roman yazmaya karar verdim mi bilmiyorum. Sanki öyle gerekti ve öyle oldu. Daha geniş bir alana ihtiyacım vardı. Duygular üzerine yoğunlaşmak istiyordum ve bolca vaktim vardı. Hepsi bir araya gelince Kabuk‘u yazmış oldum aslında.

A.E.: Tanıtım ve eleştiri yazılarınız uzun yıllar Varlık ve Radikal Kitap gibi çeşitli mecralarda yayımlandı. Bu anlamda edebî üretim kadar eleştirel metin yazarlığınızın da ayrıca önemli olduğunu söyleyebiliriz. Peki siz, edebî üretimlerinizde kendinize nasıl yaklaşırsınız? Eleştirmen kimliğiniz metinlere ne tür müdahaleleri beraberinde getiriyor (veya getiriyor mu)?

Oyunlar konusunda bunu daha iyi beceriyorum. Oyun eleştirisi konusunda eğitim aldım. Yıllar boyunca da binlerce metin okuyup oyun seyrettim. Oynadım, yönettim. O yüzden yazarken neyin işleyebileceğini, neyin etkili olduğunu, neyin gereksiz olabileceğini daha çabuk anlıyorum. Kurgusu çok önemli metinlerdir oyunlar. İyi bir kurgunuz yoksa çok can sıkıcı bir şey yazmış olma ihtimaliniz yüksek. Roman yazarken belki zamanında kurguyla bu kadar uğraşmak işime yaradı. Ama edebiyat kuramlarına, sağlam bir dilbilgisine hâkim değilim açıkçası. Yine de iyi bir okuyucu olduğumu söyleyebilirim. Yıllardır sanatla haşır neşir bir insan olarak anladığım şey kendinizi ne kadar özgür bırakırsanız, ne kadar kurallardan bağımsız olabilirseniz o kadar üretken oluyorsunuz. Ne okumak isterim diye düşünüp öyle yazmaya gayret ediyorum. Bu da beni kendi yazdıklarımı gaddarca ve obsesif bir biçimde eleştirmekten koruyor. İnsan bir metin üzerinde sonsuza kadar uğraşabilir ama yine de bir gün yazdıklarınıza razı olup nokta koymanız gerek.

A.E.: Sizin anlattığınız hikâyelerin en çarpıcı özelliklerinden birisi gerçeğe karşı yakınlıkları, her an gerçekleşebilme olanakları bana kalırsa. Bu anlamda, gerçek veya gerçeğe yakınlık, işlediğiniz bir meselenin gerçekleşebilmesi ihtimali/örgüsünün sizdeki karşılığı nedir?

Hiç böyle düşünmemiştim. Garip bir fantezi dünyam olduğunu sanıyordum. Yok mu? Yıllarca uyuyan bir anneanne, sandıkta yaşayan bir kadın. Tabii ki gerçek hayattaki insanlardan, olaylardan kesip biçip bir araya getirdiğim meseleler ele aldıklarım, yine de kurgulanmış bir dünya romanın dünyası. Ama bazen bir haber okuduğumda izlediğimde böyle bir şey yazsam saçmalama deneceğini düşünmüyor değilim. Hayat bazen daha absürt olabiliyor.

A.E.: İlk romanınız Kabuk’ta Sabiha, Sezin ve Füsun’un, ikinci romanınız Yalnız’da ise Feray’ın hikâyesine odaklanıyorsunuz ve romanlarınızın merkezinde hep kadınlar yer alıyor. (Biz bunu görebiliyoruz ama size de sormak isterim.) Sizi kadınlar üzerinden bir anlatı kurmaya yönlendiren özel bir neden var mı?

Elbette. Birincisi içeriden derinden bildiğim bir şey kadın olmak. Kadınlardan bir dünya kurduğumda hata payım azalıyor orada içeride olup biteni anlatırken. İkincisi insanı anlatmak illa da erkeklik üzerinden olur gibi bir algıdan tüm kadınlar gibi ben de yıldım. Üçüncüsü de erkek yazarların kadını anlatışlarındaki büyük kibir ve yanılgıya öfkeli olmam.

A.E.: Aile, romanlarınızda ön plana çıkan özel başlıklardan birisi. Anne ile çocuk arasındaki, aile fertleri ve eşler arasındaki olaylar, bu bağlamda oldukça özel. Sizi “aile” üzerine bunca düşünmeye yönlendiren nedenler üzerine ne söylersiniz? “Aile denilen sahtekâr kurumda kadın olmak,” ne demektir?

Aile çocukluktan itibaren koruyup kolluyorum maskesiyle en çok kadınları eğip büken ezen şekillendiren yer. Neredeyse hiçbir kadın aileden muaf değil Ortadoğu’da. Hep bir terbiye etme, hep bir gözetim, hep bolca özgürlüklerin kısıtlanma alanı. Bir kadını anlatırken aileden bağımsız anlatmak imkânsızmış gibi geliyor bana.

A.E.: Farklı kuşakların birbirleri ile ilişkisi de yine bir o kadar kıymetli, romanlarınıza sızan konu başlıklarından. Farklı kuşaklar birbirlerini nasıl besler, birbirleri üzerinde ne tür etkiler bırakır? Kuşak çatışmaları üzerine ne söylersiniz?

Özellikle Kabuk‘u bu fikirle oluşturdum. Ailemizin kaderi bizim kaderimiz oluyor. Çocuklukta neyi görüp neyi yaşıyorsak ileride ona dönüşüyoruz. Kaçacak bir yerimiz yok. Kuşak çatışmasını da olağan buluyorum. Benim yaşadığım dünyayla anneannemin yaşadığı dünya arasında çok büyük farklar var. Bir çocuğum olsaydı onun dünyası da bambaşka olacaktı. Elbette anlaşamadığımız birbirimizi anlamadığımız durumlar olacak. Yine de bizden öncekilerin bizde bıraktıkları izlerden uzak bir hayat kuramayacağımızı düşünüyorum.

A.E.: Romanlarınızda erkekler tarafından kurgulanan bir dünyada kadınların yüzleşmek zorunda kaldıkları sorunları işliyorsunuz. Peki bu şartlar altında kadınlar, bu egemen yapıyı nasıl kırabilirler? Neler değişmeli?

Ben öfkelendiğim, yöneldiğim konuları tartışmakla yükümlü olduğumu hissediyorum. Bir çıkar yol bulmak, bunu oturduğum yerden rahatça söylemek beni rahatsız eder. Her kadın bu ülkede kendi dar koşulları içinde öyle veya böyle sistemle bir mücadele içinde. Kimseyi kendi koşulundan bağımsız ele alıp nasihatlar veremem diye düşünüyorum. Değişmesi gereken koskoca bir kültür. Bu değişim için sahada çalışan binlerce yüzbinlerce kadın var. Ben ancak onlara minnet duyabilirim.

Kabuk:

İpek Bozkaya: Türkçe edebiyatta ikili cinsiyet kalıpları içinde genellikle erkek yazarların erkekleri iyi, kadın yazarların kadınları iyi yazdığı söylenir. Sözgelimi Tanpınar’ın kadınları erkekleri kadar iyi konuşamaz, Sevgi Soysal’ın erkekleri yok gibidir, bu türden okuma deneyimleri uzar gider. Kabuk’ta erkeklerin konuşmamasının, kadınların sözü eline almasının bir cinsiyet temsilinden ileri geldiği söylenebilir mi? Yazar ve metne atadığı sözcüsü arasında böyle bir bağ kurulmasına ne dersiniz?

Romanda erkekler konuşmuyor. Neredeyse yok gibiler. Çünkü bir kadınlık, kadın akrabalık, kadından kadına akan bir yapı kurmak istedim. Ayrıca dediğiniz gibi kendi cinsiyetimden ele aldım karakterleri. Ve kadın olma meselesini tartıştım. Erkeklerin onlara neler yaptığını değil, birbirleri arasındaki dinamiklere odaklandım.

İ.B.: Kabuk’ta iktidar ilişkilerinin dışarıda bıraktığı bireyler toplumsallıklarını zaman zaman kapatılma mekanizmalarında sınırlandırmak durumunda kalırlar. Kapatılma mekanizmalarının en önemlilerinden biri olan aile başta olmak üzere beden, aile, tımarhane gibi uzamlarda bu sınırlandırmalar deneyimlenir. Felsefi okumalara açık olan bu alt metinle ilgili olarak yazmaya oturmadan önce nasıl kaynaklardan beslendiniz? Hayatın kendisinden başka.

Aslında bir araştırma yaparak başlamadım romana. Tabii yıllar boyu okuduklarımız, düşünce yapımızı belirliyor. Psikolojiye amatör bir ilgiden biraz fazlasını duyuyorum. Bu konuda epey okumuşluğum var. Hala da okumayı çok sevdiğim bir alan. İlk gençliğimde felsefeye daha meraklıydım. Şimdi fizik felsefesi daha çok ilgimi çekiyor. Oyun yazarken hep sosyolojik bir dünya kurdum. Bilemiyorum. Özel bir araştırmam olmasa da okuduklarıma dönüştüğüm insan olarak yazdım galiba.

İ.B.: Kabuk’ta kahramanlar 33 yaşından konuşuyor. Bu yaşa karar vermek nasıl oldu? İmlediği bir durum aramak gerekir mi?

33 yaş insanın fiziken ve zihnen zirve yaşı. Öncesinde toyuz, sonrasında da inişe geçiyoruz. Ayrıca cennete gidildiğinde herkes 33 yaşında olacak gibi bir rivayet var. Ben de karakterlerimi bir insanın en güzel yaşında ele alıp onları hayatlarının en büyük sorunlarıyla boğuşturdum. Hayat formülleri hep çürütüyor ne de olsa.

İ.B.: Kabuk delilik, ötekilik, kadınlık üzerinden psikolojik, sosyolojik, felsefi alt metinlerden besleniyor. Edebiyattan alınacak hazzı diğer disiplinlerle beslemeniz yazarlık deneyiminizde nasıl bir yerde duruyor?

İnsan hem yaşadıkları hem okuduklarıyla şekilleniyor. Herkesi dışında tutarak kendim için söylüyorum, belli bir olgunluğa eriştiğimi düşündükten sonra roman yazmaya karar verdim. Yeterince içsel bir malzemeden bahsediyorum. İnsan bilgisi ve kendi olma bilgisi.

İ.B.: Edebiyatın işlevi üzerinden düşünecek olursak, kendini ezilen bir kesimin (kadınlar) sözcüsü olarak görme potansiyeline sahip olan bir yazar için bir zorunluluk mu? Yazar madunun sesi olabilir mi? Edebiyatın sağladığı söylem alanı nasıl kapılar aralayabilir?

Böyle bir görevi üstlenmek beni kısıtlar. Her konuda yazabilir olmayı isterim. Dünyaya baktığım yer burası ama yine de başka açılardan bakmaya açık kalmayı tercih ederim. Bir masanın gözünden de yazabilir insan. Önemli olan anlatma becerisi sanırım.

Yalnız:

A.E.: Romanın ana kahramanı Feray, bir anlamda kimliği, benliği, sesi, soluğu çalınan tüm kadınların temsili olarak görülebilir. Peki siz, Feray’ı yaratırken nelere dikkat ettiniz? Feray üzerine ne söylersiniz?

Feray aynı yıllarda aynı şehirlerde yaşadığım, aynı ortamlarda bulunma ihtimalim olan, aynı gençliği yaşadığım biri. Bir sanatçı olacakken olamayan, özgür bir insan olabilecekken içeri kapatılan, büyük geniş bir dünyada yaşayacakken bir sandığa hapsolan. Kendi hayatının paralel evrenini yaşayan bir kadın. Bir gün İstiklal caddesinde yürürken kafama gelip yerleşti Feray. Yaşaması gereken hayatı değil de karanlık bir başka evreni yaşayan biri.

A.E.: Feray, zamanla severek evlendiği eşinin bir tarikat şeyhine dönüşmesine tanıklık eder. Bu anlamda ciddi bir “dönüşüm romanı”dır da Yalnız. Feray için böylesi bir dönüşüme tanıklık etmek ve hiçbir şey yapamamak, nasıl bir anlam taşır?

Yapabilecekken yapmamak ayrı bir şey, yapamamak ayrı. Feray ikisinin arasında bir yerde. Değişim bir anda olduğunda net görürüz de zamana yayılınca kolayca fark edilemez. Yaşlanmak gibi. Çoğumuzun bu ülkede yaşadığı gibi daha doğrusu. Değişim gözümüzün önünde oldu ve bir şey yapmadık, yapamadık. Feray’ı da tam böyle bir yere yerleştirmek istedim.

A.E.: Kültürel faşizm, bu kitapta karşımıza çıkan en önemli meselelerden birisi. Siz bu konuya oldukça dramatik bir açıdan yaklaşırken aynı zamanda psikolojik şiddet ve manipülasyon gibi farklı konuları da bu soruna dâhil ediyorsunuz. Kültürel faşizm ve bunun sistematik uygulamaları romana nasıl girdi?

Her kültür kendini dayatıyor. Güçlü ise diğerinin yerine geçiyor. Biz de iki kültür arasında sıkışıp kalmış bir ülkeyiz. Dünyanın hiçbir yerinde ‘herkes istediği gibi yaşasın’ gibi bir anlayışı savunabilecek bir toplum yok bugün. Toplumu bir arada tutan birlikte kurduğu kültür. Doğası gereği toplumda kim baskınsa kendi kültürünü diğerine dayatmaya meyil ediyor. Benim odağım, başkalarının özellikle kadınların yaşam hakkına saldıran bir kültüre anlayışla yaklaşmayı tartışmaya açmak. Her cümleyi, her yasayı, her ayeti kendi çıkarlarına göre eğip büküp kadınları katletmekte sakınca görmeyen bir kültür eleştirilmeyi de hak ediyor diye düşünüyorum.

A.E.: Romanda “kurban” ile “suçlu” kavramlarının sık sık tartışmaya açıldığına tanıklık ederiz. Böylesi bir zulmün söz konusu olduğu yerde de şüphesiz bu kavramaların sıkça gündeme gelmesi oldukça anlaşılır. Yalnız üzerinden siz bu kavramlara nasıl yaklaşırsınız?

Bu tür hassas kavramları neden sonuç ilişkisiyle anlamaya çalışmanın biraz kolaya kaçmak olabileceğini düşünüyorum. Sonsuz sayıda farklı koşul, durum ve ilişki biçiminde yaşanan bir şey kurban/suçlu ilişkisi. İç içe geçen, birbirini kapsayan ve yaratan bir ilişki biçimi. Ama parlak zekayla bundan muaf kalabiliriz diye ummak da aymazlık olur. Ne zaman, nerede, kim tarafından geleceğini bilemeyiz. Suçlu da olabiliriz her an, kurban da ya da aynı anda her ikisi de.

A.E.: Sükût ikrardangelir? Kadınların zorbalıklara karşı sessiz kalması, bunu onaylamaktan mı ileri gelir, yoksa seçeneklerin azlığından, bir tür psikolojik şiddete maruz kalmalarından mı?

“Kadınlar” çok geniş bir kavram. Dünyada ve Türkiye’de her tür sosyal sınıftan, eğitimden, aileden gelen milyonlarca farklı kadın zorbalığa uğruyor. Her birinin şiddetle baş etme yöntemleri farklı elbette. Sanmıyorum ki hiçbir kadın, hiçbir insan zulme uğramayı bile isteye talep etsin. İnsan bazen içinde bulunduğu durumun vahametini çabucak kavrayamaz, ya da susmak gerektiği bilgisiyle büyütülmüştür, belki gidecek bir yeri, ekonomik gücü yoktur, boyun eğmek başka bilmediğimiz nedenler yüzünden tek seçeneğidir.

A.E.: Yalnız’da aslında “o kadar da değil” denilen her şeyin “o kadar” olmasına tanıklık ederiz. Hiçbir şey birdenbire olmaz, adım adım gerçekleşir ve okur bütün bu sürece tanıklık eder. Kötülük ve şiddetin doğup olgunlaşma sürecini siz nasıl görüyorsunuz? Bu meseleler sizin hangi açıdan dikkatinizi çekiyor?

Dışarıdan gelen, tanımadığımız, aniden karşımıza çıkan kötülüğe karşı biz de ani ve sert tepkiler verebiliyoruz. Donup kaldığımız da oluyor ama kısa bir sürede adını koyabiliyoruz başımıza gelenin. Yabancı olan her zaman bir ihtimal olarak tehlikeyi barındırıyor. Ama yakınımızda, evde, iş yerinde, ülkede, kendimizi güvenli hissetmemiz gereken her alanda, insan kötülüğü çok da kolay algılayamıyor. Mesafe dar olduğu için sanırım. Ummadığımız için, o sinsi yavaşlık fark etmemizi engellediği için. Fark ettiğimizde geçer diye umuyoruz ama geçmiyor. Kimse gücü öyle kolay kolay teslim etmiyor bir başkasının canı acıyor diye.

A.E.: Kitapta da yer alan, “Zeynep Kaçar, Bir kadınla bir ülkenin aslında ne kadar benzediğini gösteriyor,” ifadesi oldukça dikkat çekici. Feray ile Türkiye, sizce ne kadar birbirine benzer?

Hepimiz biraz doğup büyüdüğümüz ülke değil miyiz? Feray da tam da ülke gibi, ülke kadar, ülkenin bir ürünü, sonucu.

A.E.: Görmek ve görülmek arasındaki ilişki, görünür kılınanlar veya gölgede kalanlar, Yalnız’da yine önemli bir yerde duruyor. Görmek, göstermek, görünür kılmak sizin edebiyatınızda neden bu kadar önemli?

Tiyatroda çok sonradan kavradığım bir şey var. Sahnede temsil edilenin hayatta da bir yeri var. İyice görünenin, iyice bakılanın, gündelik hayatın içinde varlığı kabul edilebilir oluyor. Sahnede kim konu alınıyorsa, hayatta bir yer bulabiliyor kendine. Bu görmek, görünmek ve göstermekle ilgili bir mesele. Görünmek kabul edilmeyi içeriyor bana göre. Toplum dediğimiz sadece güçlü olana yer açıyorsa beş para etmiyor. Öteki diye adlandırılanın öteki olmadığı bir şey görünürlük.

A.E.: Geçmiş ile gelecek arasında önemli bir yerde duran İstanbul ve şehrin Feray’ın belleğine yansıyan silueti üzerine ne söylersiniz? Şehir, Feray için nasıl bir anlam ifade ediyor?

İstanbul Feray’ın hayalini kurup yaşayamadığı bir şehir. Bursa’da yaşadığı dönemde zaman içinde şehirle ilişkisi kocası tarafından kesiliyor. Evden dışarı çıkamadığı için şehir ve sokaklardan uzaklaşmak zorunda bırakılıyor. Yıllar sonra hayalini kurduğu İstanbul’a geldiğindeyse hayalindeki bu şehrin yerle bir olduğunu anlıyor çabucak. Bu bir yıkım. Ben de kendi hayatımda bu yıkımı çok üzülerek hissediyorum. Daha on yıl önce eğlendiğimiz, mesleğimizi gerçekleştirdiğimiz, oturup bir kahve içip sohbet ettiğimiz tüm mekanlar, sokaklar birdenbire yok oldu. Geçmişimizin izlerinin böyle kuvvetli ve böyle hızlı silinivermesi sanki savaş sonrası doğup büyüdüğünüz şehrin yıkıntıları üzerinde dolaşmak gibi. Vardı, bir ömür bile geçmeden kayboldu gitti. Feray da hayallerinde yaşattığı tüm o dükkanların, sokakların, barların, kafelerin,        kitapçıların yerle bir olduğu bir şehre tanıklık ediyor roman boyu.

A.E.: Feray, yıllar sonra evi terk ettiğinde, orayı hiç sevmediğini dile getirir ve mekânsal açıdan okura farklı bir pencere açar. Feray’ın ev ile kurduğu ilişki nasıldır? Bir mekân olarak ev, kişiyi nasıl etkiler/dönüştürür ve sizin edebiyatınızda kendisine nasıl bir alan açar?

Ev erkekten çok kadına ait bir yer. Korunaklı olduğunu varsaydığımız, huzurlu, mutlu, yemekler pişen, hep birlikte konuşulup gülünen. Ama çoğunlukla öyle değil. Umduğumuz şey bir ütopya gibi. Kötülüklerin çoğu evde beslenip büyütülüyor. Feray için bir sığınaktan hapishaneye dönüşen, onu küçülte küçülte yok eden, parçalara bölen bir yer ev. Kendinden başka kadınların da yok oluşlarına tanık olarak üstelik. Ev vaat edilen ama gerçekleşmeyen bir peri masalı.

A.E.: Unutmak, sanırım kadınlar için nesilden nesle aktarılan en temel örgülerden. Feray’a annesinin unutmakla ilgili söyledikleri de biraz böyledir: “Bir kadın için en büyük erdem unutmaktır. Rahat etmek istiyorsan unutacaksın… Neyi unutacağız? Görülmemeyi mi, parçalanmayı mı, sessizleşmeyi mi, eylemsizleşmeyi mi?” Unutmak, kadınlara dair toplumsa olarak uygulanan sindirme politikasının bir devamı, karşılığı mıdır? Niçin unutmak?

Öfkelenmek, kin beslemek yakışmaz kadına. Unutan affeder, neyi affettiğini bile hatırlamaz bir süre sonra. Çilem’in mektubu beni her seferinde yeniden sarsıyor. Ona yapılanları unutmadığı, affedemediği, sineye çekemediğinde tüm sistem yerinden oynadı. Aile, toplum, hukuk, tüm baskın politikalar. Otorite bu yüzden kadınlardan unutmayı, affetmeyi, yok saymayı talep ediyor. En başta da insan olduğumuzu unutmak. O zaman kim ne isterse yapabilir bize. Feray da Çilem gibi unutmuyor hiçbir yapılanı.

A.E.: Feray, 47 yaşında, İstanbul’da, metropolde her şeye yeniden başlamasına olanak tanıyan varoluşu nasıl kurgular? Bunu nasıl başarır?

Feray yaşama içgüdüsü çok kuvvetli, her koşulda hayatta kalmayı becerebilen bir kadın. Alacağı var hayattan. Hem öfkeli hem şaşkın olup bitene. Bir inat meselesi hayatta kalmak. Ayrıca bırakmaya hiçbir zaman razı olmadığı biri var, kızı. Önce peşine düştüğü kızı, ardından peşini bırakmayan müzik yabancısı olduğu bir şehirde ona yaşama tutunmak için gerekçeler yaratıyor. Kini de yol arkadaşı.