
Bilge Sönmez
Zamanın En Kısa Hali, 2020 Ekim ayında yayımlanan bir Cem Akaş romanı. Roman, bir yaşantının 299 farklı anısından/ânından meydana geliyor. Kronolojik bir sıra gözetilmeden sıralanan bu parçalar bir yaşantının bütününü oluşturduğunda, okura kişinin yaşantısına geniş bir perspektiften bakma imkânı sunuyor. Bir bellekte var olan anıların dışavurumu olarak tanımlayabileceğimiz bu kısımlar, bir filmin arka arkaya ilerleyen kısa sahneleri gibi, farklı zaman dilimlerinde yaşanan kısa anlardan, söylenen sözler ya da dinlenen müziklerden oluşuyor. Cinsellik, arkadaşlık, aşk, aile ilişkileri, travmalar ve intihar yaşamın sıradan akışı içerisinde romanda ele alınan meseleler. Romanda okur olarak kafamızı karıştıran mesele ise roman kişisinin cinsel kimliğinin yazar tarafından tam olarak açıklanmaması.
Zamanın En Kısa Hali, Cem Akaş’ın da bir röportajda ifade ettiği gibi “fraktal geometriyi yazınsal dile dönüştürdüğü” bir roman. Anılar önümüzde bir yığın şeklinde, tarihsel sıralama olmaksızın duruyor ve kişinin hatırladığı şekillerde fakat dışarıdan bir göz tarafından tamamen olduğu/anımsandığı hâliyle anlatılıyor. Beyin sanki bir makineye bağlanıyor ve bellekte beliren anılar doğrudan yazıya aktarılıyor. Aktarılan bu anılar; müzik, koku, çocuklukta geçen bir anı, ilk aşk, sevişmeler, söylenilen sözler… Bunlar bir bilinç akışı gibi görünse de öyle değil. Bellekte kalan anıların ortaya çıkışı. Buna insan yaşantısının kısa anımsayış tarihi diyebiliriz ya da bilimsel adıyla epizodik belleğin dışavurumu. Bütün tekrar eden anılar ufak da olsa birbirinden farklılıklar barındırıyor. Farklı tekrarlar, insan belleğinin nasıl işlediğini, hayatta yaşadığımız hiçbir ânı daha sonra tam anlamıyla, gerçekten yaşandığı şekliyle anımsayamayacağımızı bizlere gösteriyor.
Zamanın En kısa Hali için, bilimsel bir çalışmanın ürünü olarak meydana getirilen bir roman diyebiliriz. Romanın sonunda bahsedilen bir bellek çalışmasında, 22YYB isimli bir beyindeki -roman kişisinin beyni- tüm hatıralarla 200 bin saatlik bir görüntü elde ediliyor. Görüntüler zaman zaman ses şeklinde de görülüyor. Yalnızca bellekteki müzik ve mekân görülüyor, anılar dosdoğru anımsanmasa bile kişinin o anki duygu durumunu ortaya koyan, belki de ruh hâline göre farklı farklı anımsadığı kısa anlar beliriyor. Tekrar anımsatmalıyım ki roman kişisinin kendi güncesi değil, bilimsel bir çalışma sonucu ortaya koyulan 200 bin saatlik bir yaşam belleği. Birikimlerden meydana gelen bu çalışmada kişinin nasıl bir karaktere sahip olduğunu, hassasiyetlerini, belki çok önemsemediği şeyleri ve insan ilişkilerinin ne şekilde sürdüğünü gözlemliyoruz. Okur olarak bizim görevimiz, bellek çalışmasının sonucunu incelemek oluyor ve bu sayede kişiyi ufak anlardaki hareketlerine göre tanımış ya da onun hatırlayışıyla tanımış oluyoruz.
Romanı okumaya başladığımda kafamı en çok kurcalayan soru, karakterin cinsel kimliğinin ne olduğuydu. Başta kadın bir karakteri erkek bir yazarın gözünden okuduğumu düşündüm ve fikrimi bu mesele üzerine yoğunlaştırmaya çalıştım. Daha sonra bir değil birden fazla ve birbirinden bağımsız karakterlerin anılarından meydana gelen bir roman okuduğumu düşündüm ama anılar küçük bölümler hâlinde akmaya devam ettikçe tek bir kişinin yaşamından izler okuduğumu fark ettim. Çünkü farklı hatıralar birbiriyle bağlantılıydı. Bu noktadan sonra queer anlatı üzerine düşünmeye başladım. Karakter askere gidiyor fakat üniversitede hamile kalıyor, evleniyor, kızı oluyor vs. Eşcinsellik bakımından evet, queer kimliğe sahip bir kişiden bahsetmemiz gerekiyor, önümüzde farklı yaşantıları iki cinsiyet üzerinden yaşayan bir roman kişisi var. Bunlar farklı kişilerin yaşantısı gibi görünse de aslında aynı kişi olduğunu anlıyoruz. Romanı okuyan her okuyucunun bu konuda zorlandığını düşünüyorum fakat yazar için cinsel kimlik, üzerinde çok fazla durmaya değer bir konu değil. Bu konuya bir insanın bazen başkasının anısını bile kendi yaşantısından kesitler olarak hatırlayabileceği gerçeğiyle açıklık getirebiliriz. Kaldı ki yazar, eserini bu meseleye çok takılmadan, okura belli bir cinsel kimlik sunma kaygısı gütmeden oluşturuyor ve odak noktamız epizodik bellek ve nöro-edebiyat hâline geliyor.

İçeriği ne kadar sıradan ve bilindik olsa da, yazar, kullandığı teknikle beraber bilim ve edebiyatı bir araya getiriyor. Örneğin, beyinde bulunan tümör, beyin ameliyatı, babanın Alzheimer hastalığına sahip olması romandaki nörolojik sorunlardır. Tüm bunlarla birlikte kurgunun, belleğin dışa vurumu şeklinde meydana gelmesi, eserin bilimle iç içe olduğunu gösteriyor. Çünkü en sonda gördüğümüz nörolojik çalışma, metnin aslında bir bellek akışı olduğunu anlatıyor.
Zamanın En Kısa Hali, aynı zamanda bir intihar romanıdır. İnsan, geçmişte yaşadığı anları aklına getirdiğinde o anların bize yaşattığı travmalar, korkular, kaygılar hatırlanır ilk olarak. (Tabii mutlu bir anınızda bunu düşünürseniz tam tersi şekilde hatırlayabilirsiniz fakat şimdi roman kişisinin zihnindeyiz.) Birinci bölümde çocukken ailesiyle yüzmeye gittiğinde yaşadığı boğulma tehlikesini, ikinci bölümde ise annesinin anlattığı ‘’ölü doğma’’ hikâyesini okuyoruz. Nedir zamanın en kısa hâli? Yaşamımızdaki en gerçek şey olan ölüm ânıdır bana kalırsa. İlk bölümlerde bu ölüm ânlarını görürüz, tıpkı sonunda da göreceğimiz gibi. Nöro-edebiyat açısından insanın hatırlayışlarının daha çok kaygılar etrafında şekillenmesinin yanı sıra bir de roman kişisinin yaşantısı açısından baktığımızda, karşımızda cinsel kimliği net bir şekilde ortaya konmamış bir kişi duruyor. Kendisini sanat dünyasında var etmeyi başarmış, hayatını kendisi yönlendirebilen, ailesi ve arkadaşlarıyla ilişkisi durağan olmayan, evlenen, hamile kalan, askere giden. Yaşam anları, bizi çelişkiye düşürebilir fakat bu durumda göz önünde bulundurmamız gereken şey, insan belleğinin geçmiş anıları neye dayanarak o şekilde hatırladığını bilemeyeceğimizdir.
14. bölümünde evlilik içerisindeki iki insanın, içinde bulundukları durumu ne kadar farklı değerlendirebileceği, insanların birbirinden bambaşka olması dolayısıyla değişen beklentileri, kısacası farklı dünyalarda yaşamaları konu ediliyor. Bu noktada dikkatimi çeken durum ise, -bahsedilen bölümlerin birer hatırlayış olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda- kadının belleğinde bu bölümdeki anının tamamen kocasının hareketlerine odaklı olması. Kadın, anıyı durumların, farklılıkların ayırdına varıyormuşcasına hatırlıyor. Buna, kişilerin farkına varması açısından bir ‘aydınlanma anı’ diyebiliriz. ‘’Almanya’ya indiği andan itibaren Almanca öğrenmeye ve öğrendiklerini kullanmaya başlıyor, kaşına gözüne bakmadan; kocasıysa gayet iyi Almanca bilmesine karşın tek kelime konuşmuyor, garsonlara ısrarla ‘kızım’ ya da ‘oğlum’ diye seslenip siparişini Türkçe veriyor, anlamadıklarını fark etmiyormuş gibi, Türkçe bilmemeleri düşünülemezmiş gibi davranıyor, şaşkın şaşkın bakan garsonlara her seferinde o anlatıyor kocasının ne istediğini, ama niçin böyle yaptığını sormuyor.’’ (sf. 19)
Kitap okumayı seven, lisede laboratuvar dersleriyle ilgilenen -ileride bu ilgisi resim olacak- çok yönlü, kendini geliştirmeyi seven bir insanla karşı karşııyayız. Bu tarz çok yönlü insanların daha geniş açılardan hayata baktıkları, daha incelikli ve duyarlı insanlar olduklarını düşünürsek, roman kişisinin hayattaki küçük ayrıntılara odaklanan birisi olduğunu açıkça görebiliriz. 20. bölümü buna örnek gösterebiliriz: ‘’Şehrin anacaddelerinden birinde, her zamanki kalabalığın ve gürültünün ve şarkıların arasından yürürken duvar dibinde saz çalan kirli sakallı, acı bakışlı babayı, ona mikrofon tutan ufacık kızını ve yanlarında oturan tekiri görüyor, geçip gidemiyor.’’ (sf. 23) Kişinin bu bölümdeki dikkatinin sebebi 4. bölümdeki ‘babasının hediye ettiği gitarla duvar dibinde oturduğu gün’ü anımsaması olabilir. Böylece belli bir nesnenin çağrışımıyla insanın farklı anları birbiriyle ilintili olarak anımsayabileceğini düşünülebilir.
Onun incelikli birisi olduğuna geri dönecek olursak, hayatının herhangi alanında haksızlığı asla kabul etmediği görülüyor. Sanat camiasındaki birçok problemin farkında olarak ve bu sorunlu kısımlara dokunmadan kendi yolundan gitmeye çalışıyor. Dolayısıyla karşımızda her şekilde erdemli olmayı başaran bir kişi duruyor. Burada dikkatimi çeken şey şudur: İnsan olarak olayları kendi açımızdan düşündüğümüzde, anılarımızın çok azında gerçekten haksız/hatalı olduğumuzu anımsarız. Çünkü belleğimizdeki anıları doğrudan kendi duygu ve düşüncelerimiz ekseninde anlamlandırarak ortaya koyarız. Birine bir anımızdan bahsettiğimizde, o anımızda muhtemelen yanlış bir şey yapmamışızdır. Öyle ki roman kişisi dahi kocasını aldatması üzerine yaşananların sonucunu, ‘evliliğini kurtarmak’ olarak görüyor.
Romanda cinsel kimlik bağlamında bir kişinin birbirinden bağımsız iki yaşantısından söz edebiliriz. Ne olduğunun hiçbir önemi olmamasına karşın (yazarın bu konuda kaygı gütmemesi oldukça önemlidir) romandaki ikili yaşamı 20. bölümdeki kedi ile açıklayabiliriz. Roman kişisinin belleğinde yer eden ve hatırlanmaya değer olan, başka evlerde başka yaşantılara dahil olan bu yarı sokak kedisi, kendi ikili yaşamını anımsattığını söyleyebiliriz. Burada yine çağrışımlar yoluyla bir hatırlayış söz konusudur.
Sonuç olarak, içerik açısından incelendiği zaman, ‘’Zamanın En Kısa Hali’’ yaşamın dikkate değer bulunmayan en küçük anlarının dahi insanın belleğinde nasıl yer ettiğini; ufak bir nesne, söylenen önemsiz bir söz ya da yaşamın geri kalan kısmını tamamen değiştirebilecek küçük anları, büyük ve travmatik olayları bir kişinin yaşamındaki anlarda görebileceğimiz bir roman. Yukarıda da belirttiğim gibi bellek söz konusu olduğunda insan kendi anılarını birbirinden farklı şekillerde anımsayabileceği gibi başka insanların anılarını da kendi yaşamış gibi anımsayabilir. Dolayısıyla roman bize bir puzzle’ın parçalarını sunarak bir bütün oluşturmamıza imkân verse de biz bu bütünün ne kadarının roman kişisine ait olduğunu tam olarak anlayamayacağız. Zamanın En Kısa Hali, nöro-edebiyat türünün olabilecek en mümkün şekliyle meydana getirilmiş bir roman.