İpek Bozkaya
Freud, meşhur Yas ve Melankoli makalesinde bir sevgi nesnesinin yasının sağlıklı olarak tutulması ve patolojik bir melankoliye dönüşmemesi için ölenin yerini alacağı düşünülen yeni bir sevgi nesnesi, yaşamsal enerjiyi aktaracak yeni bir yatırımı işaret eder. Kişi şimdiye dek yatırım yapılan sevgi nesnesinin kaybıyla özdeşleşmeli ve bu gerekli özdeşleşmeden sonra serbest kalan libidonun kaybedilmiş nesneden sağlıkla ayrışabilmesi için, geçici olduğunu artık kabul ettiği bu durumu yeni sevgi nesnelerine transfer etmeli ve onlara yatırım yapmalıdır ki kayıptan sonra anlamsız olan dünya patolojik bir kendilik deneyiminin müsebbibi olmasın. Birgül Oğuz’un Hah’ını Freud’un Yas ve Melankoli makalesi ile birlikte düşününce, edebi pratiği kayıp nesne ile sağlıklı ayrışmanın yeni yatırımı olarak düşünmek mümkün görünüyor.
Yasta yakıcı gerçek düzeni bozar ve özne kendini yeniden kurmak, gerçek karşısında yeniden konumlanmak zorundadır. Yasın mekanizmasındaki kötü duyguların ben’e değil de nesneye ve yeni yatırıma transfer edilmesi noktasında yazma eylemi hem kaybın yerine konulacak yeni sevgi nesnesi hem de yokluk yerine varlığın deneyimlenmesidir. Lacanyen yoruma göre kayba maruz kalan özne sağlıklı süreçte bu kaybı simgeselleştirir. Özgürleşme ancak kaybın işlenmesiyle ve anıların yeni bir sürece dahil olmasıyla mümkün olabilir. Ölüm sonrası ritüeller, anma törenleri bu işlemenin, simgeselleştirmenin ve özgürleşmenin yöntemleridir. Yasla başa çıkma ve kayba dair yeni ifade ve anlam bulma yöntemlerinden biri yazıya yönelmedir. Anıları yeniden edebi sahada işleme kayıp nesneyle olan ilişkiyi yeniden düzenlemek ve özgürleşmektir. Birgül Oğuz’un Hah’ını yasın simgeselleştirildiği, sevgi nesnesinin anıtsallaştırıldığı, ve daha sonra parçalandığı, yası melankoliye dönüştürmemeye yarayan bir tür çıkış yolu olarak eğer uluorta savunmasız bir yerde gardınızı bırakarak okuma gafletine düştüyseniz, üstelik aynı çıkış yolllarında babayı kaybetme paydasında yazarla kesişen bir okursanız; yası yazınsal üretime dönüştüren yazarın kurduğu dili, imgeleri, şiirsel alemi, edebi ve politik göndermeleri ikinci plana atıp her şeyden önce kaybı ve yası duyumsayacaksınız. Gerçek karşısında anlamın yeniden kurulmasına hizmet eden bu anlatıda babanın gökte soluk bir amblem oluşuna sabır ve dualardan sonra ise; sevgi nesnesinin derinliğinden husule gelen, kutsal kitaplardan ve büyük anlatılardan, ağıtlardan ve oyunlardan süzülerek oluşmuş bir zenginlikle aynı dilin imkânları içinde buluştuğunuz için şükürlere başlayacaksınız.
Yası edebi zeminde deneyimlemek, retorik sanatı ile meşgul olanlara başlangıçta var olan sözden beri yabancı bir şey değil. Roland Barthes annesinin yasını Yas Günlüğü’nde kaybı yeniden anlamlandırarak tutar; kayıpla yüzleşmenin yollarını Abdülhak Hâmid Makber’de kaybını imgesel düzeye çekerek arar, Halid Ziya, Bir Acı Hikâye’de oğlunun yasını sorgulayışlarla, hesaplaşmalarla, vedalaşmalarla tutar; Murat Gülsoy Nisyan’da ailesinde yaşadığı kayıp sürecinden sonra yas deneyimini edebi zemine aktarır. Birgül Oğuz, Hah’ta babasının kaybını, daha önce yas üzerine ve yastan ivmelenerek yazılmış anlatıların da mirasını devralarak kendine özgü bir yol açarak estetik zeminde deneyimler. Yazarın bu üretiminde Hah’a özgü iki unsur bulunur; ilki şiirsel katharsise yaklaşan üslup, ikincisi novella, şiir, öykü ve düzyazının bu kathartik üslupta eriyip oluşturduğu melez tür.
Hah’ın üslubu acının, ironinin, dehşetin, irkilmenin, gerilimin, ıztırabın, sevinçsizliğin sonsuz çalgısının birleşip oluşturduğu kathartik ayinleri andırıyor. Burada katharsisi edebi ve estetik pratikte değişen ruh hallerinin hem okurda hem anlatıcıda meydana getirdiği yansımalar olarak ele alıyorum. Hah’ın üslubu ilk sayfadan itibaren öyle kesif bir şekilde muhtelif duygudurumlarını kusuyor ki bir noktada bu estetik tecrübe aynı zamanda okurda da tahrik ve infilak edici bir çizginin çözülmesiyle hüznü ve hazzı aynı anda tatbik eden bir arınma ayinine dönüşüyor. Yasla beliren yeni ifade yöntemleri bulma güdüsü, üslupta hem kayıpla birlikte düzeni yeniden anlamlandırmayı hem de bu anlamlandırma sürecinde kendiliğinden tayin olan ritmi ortaya koyuyor. Metnin bu yaslı çalgısı anlatıyı şiire yaklaştırıyor. Yazarın yası -Lacan’ın bahsettiği yasla başa çıkabilmek için gerekli olan anıtsallaştırma ayinleri gibi- bir ironi örtüsüyle, ona yabancılaşarak şiirin müzikli imkânından faydalanarak anlatması bu anlatıyı müzikle yazının matbaanın icadıyla henüz ayrışmadığı o dönemlere götürüyor. Üsluptaki bu ritm metni şiire yaklaştırıyor. Postmoderniteyle birlikte formu hayli değişen ve bazen bir sinema filmi, bazen bir fotoğraf olarak donanımlanan şiir burada bir novella olarak değerlendirilebilecek bir türe örtü oluyor. Hah’ı küçük tahkiyelerle bezenmiş, ahengi kendinden menkul bir şiir kitabı olarak değerlendirince onu şiire yaklaştıran bir diğer unsurun bu tahkiyeli kısımlardaki fon karakterlerin haricinde kalan kahramansızlık olduğu görülüyor. Hah’ta Gül, Şükran Teyze, Akasya, Gülnigâr, Rû’ya, Memo, Metin Amca gibi kahramanlar ara sıra anlatı sahnesine çıksa da kurgunun üzerine temellendiği odakta bir eyleyen yoktur. Anlatıcının yüklendikleri ile şiire dönüşen dil ve yoğunluk, silik anlar, kaotik deneyimler, politik göndermeler, yüzleşme ve vedalardan ivmelenerek cisimleşip kahramanlaşıyor. Dilin tek kahraman olduğu bu anlatıda tahkiyeye bağlı kalarak bir kahraman üzerinden hareketlenmemek ve sürekli estetiğe dönmek, dile salt estetik haz için başvurulduğuna işaret ediyor. Anlatıcı burada anlatısını karaktere büründürüyor ve o karakter şakıyor, sayıklıyor, yollar buluyor, güçsüz kalıyor, dert yanıyor, güç buluyor, coşkuyla haykırıyor ve kendini ifade edebiliyor olmanın coşkusundan cezbe kapılıyor. Bu edebi cezb hali bazen kendini asonans ve aliterasyonlarda gösteriyor:
“Balıklar çoktan yerleştirilmiştir mavi brandalı ahşap tezgâhlara. Sabah sabah nasıl öldüler bu kadar, derim allah allah, aval aval bakarlar suratıma. Yas saçmalık olsa gerektir, zaten suyun yası, tutması imkânsız bir maya. Ne cümle ama! Bunu kendime derim, ha-ha, sabah sabah amma laf ha! Çay olmadı mı daha?” (S.39)
Tahkiyeli kısımlarda bulunan karakterlerin şiirsel atmosferin dışında metni soyut biz düzlemden somuta çekmesi Hah’ı oyuna yaklaştırıyor. Sesler ve insanlar bir sahnede alımlayıcıdan imgelemi en yüksek düzeye çekmeyi talep eden bir canlandırmaya dönüşüyor;
“Şurada bir çay içelim mi senle, hmm?” diyordu Etkafa. Beyaz minibüsün arka kapısını açıp içerideki inek ve koyun kafalarını et dükkânına taşımaya başladılar. Görmemiştim daha önce pişmemiş inek ve koyun kafası böyle müstakil. “Bir çay içelim hadi şurada guytuda sıcak sıcak, hmm?” (S.49)
Böylelikle anlatıdaki şiirsel örtünün altına oyun da dahil oluyor. Bu oyun atmosferinde Shakespearyen hayal gücünün sınırsız ifadesi, draması, bilinçaltı, bilinci, monologlar, diyaloglar karışıyor, bulanıyor, gerçek-hayal arasındaki çizgi bulanıklaşıyor, Hah’ta böylelikle kurulan atmosfer yazarı hem ozan, hem öykücü, hem çağdaş şair, hem tiyatro oyunu yazarı hem ölümden mülhem varoluşçu, hem ağıt yakıp matem ayini yapan bir geleneğin temsilcisi, hem de bilinç ve dil arasında çevirmen yapıyor.
Yasın yazıya evrilip kaybın üretime dönüştürüldüğü Hah’ta dilin imkânlarından en yüksek düzeyde faydalanılıyor, kesikli ama bir bütünün parçalarına işaret eden bu üretimin taşıdığı edebi miras kitabın başında Paul Celan’dan alıntılanan epigraf ile başlıyor ve sonuna dek bazen italik yazılmış kısımlarla metne yedirilerek bazense bölüm başlarında epigraflarla devam ediyor. Usta yazarların, büyük anlatıların merdivenlerini tırmanarak, her basamakta onlardan kendine bir şeyler katarak en tepeye oturan anlatı topladığı ürünleri kendininkilerle birleştirerek bir zenginliği sunuyor. Birgül Oğuz bir söyleşisinde Hah’ı besleyenlere dair şöyle söylüyor; “Hah’ı ben yazdım evet, ama bir taraftan da şunu söylemem lazım, Hah’ı yazan beni de aslında başka metinler yazdı.” Hah’ta dilin yoğunluğu, doyuruculuğu yazarın halihazırda sahip olduğu kalem kuvvetinin, his rikkatinin yanında onu besleyen kaynakları da işaret ediyor bu metnin husule gelmesinde, fakat italik olarak yazılmış ve başka kaynaklardan alıntılanan kısımlar metinle uyum içinde olsa da diğer yazarlardan karışıp metinde eriyen sesler metni bir edebi CV’ye dönüştürme tehlikesini barındırıyor. Tek seferlik bir okuma eyleminin asla yetmeyeceği, edebi haz için en kısa bir cümlesinin bile bütün tatmin olma taleplerini karşılayacağı bu anlatı yine de içinde eriyen, sesine karışan tüm seslerle okurunu da yeniden yaratıyor.
Kitabın verimi aynı zamanda yalnız kullanılan seslerin bile imgelemi sürekli canlı tutmasından geliyor; “[…] ağaağaalyrdk sarı sarı, alana varmamıza ne çok vardı daha v temzleycğz hepnz diyrld” (s.47) Yas sürecindeki bilince çevirmenlik yapmak için dil düzeyine gelen cümleler önce kelimelere, hecelere, seslere bölünüyor, kırılıyor, parçalanıyor, devleşerek bir bütünü oluşturuyor, daha sonra babanın mezara konmasıyla bozuluyor, bir hıçkırığa dönüşüyor ve Freud’un bahsettiği yas süreci bir bakıma tamamlanıyor: “Nisan beni de gövertsin quk, bir zamanlar ne vardıysa kemikler içre civoldotsın ve püsküreyim azip, ite kaka gökleri guquk, çıkayim, ben de coşup oynaşayim, buradakileri oraya fırlatayim, oyy, çıkayim çıkayim kara kuru korkunç şirin ama çıkayim” (s.79)
Fiziksel hacmine aldanılmaması gereken bu kitap, işlerin iyi gideceğinden söz eden babaların yasını deneyimleyen yakınları için bir yumruya dönüşürken okuma eylemini de tedbirle gerçekleştirilmesi gereken bir pratik haline getiriyor.