.

Uzun Bir Yürüyüşe Eşlik Etmek İçin: Sen Kimseyi Sevemezsin

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

“Yanında olmak istiyorum. Devam etmeliyiz yürümeye. Senin yolun benimkiyle kesişmiş, gittiğimiz yer demek ki yakın.” (Ersoy, 2020: 11)

Gül Ersoy’un ilk kez 2020 yılında yayımlanan öykü kitabı Sen Kimseyi Sevemezsin, ailenin, sevginin, dünya telaşının, özgürlük arayışının, var olma kavgasının ve daha nice meselenin çeşitli karakterler üzerinden tartışmaya açıldığı bir eser.

Gül Ersoy’un ikinci kitabı Sen Kimseyi Sevemezsin, her şeyden önce kendi içerisinde bir bütünlük içeren, doğal akışı boyunca işin içerisine farklı anlatı ve karakterleri dâhil eden bir eser. Öyküler arası geçişlerde sık sık söz alan, kitabı kuşatacak çeşitli pasajları bu bölümlere yerleştiren bir “üst anlatıcı” ile şekillenen Sen Kimseyi Sevemezsin, yazarın/anlatıcının varlığını/konumunu her zaman görünür kılar. Dolayısıyla bütününde doğrudan bir anlatıcının elinden çıkan kitap, varlığı da gördüğü de sabit olan bir anlatıcının öyküleriyle biçimlenir.

Sen Kimseyi Sevemezsin’e biçim veren iki temal anlatıcının varlığından söz edilebilir. Bu anlatılardan ilkini bir tür “üst/kuşatıcı anlatıcı”, ikincisini ise “alt/öykü anlatıcısı” olarak tanımlamak mümkün. Bunlardan ilki bütün bir kitaba biçim verip onu bütünleştirirken diğeri yerini her bir öyküde farklı bir anlatıcıya bırakır, dolayısıyla sürekli olarak değişir. Bu durum, kitaptaki anlatıcılar bağlamında dikkat çeken bir yerde durur; çünkü kitaptaki öykülerin birleştiği noktalar, bir sonraki öyküde ayrışılan yerlere işaret eder. Üst anlatıcı kitabı kurgulamaya başlar, ardından sözü alt anlatıcıya bırakır, daha sonra yeniden sözü devralarak öyküyü bir sonraki anlatıcıya taşır. Böylelikle belirli bir devinim içerisinde üst anlatıcı sözü bir karakterden/anlatıcıdan bir diğerine taşır durur. “Sarı Köpek” başlıklı öykü ile başlayan bu durum “Beyaz Kumaş”a dek sürer gider. Gül Ersoy’un Sen Kimseyi Sevemezsin boyunca geliştirdiği bu anlatı(cı) modeli, kitabın hem özgün hem de sözü dolandıran, sözü zengin kılan yönü olarak vurgulanabilir.

Sen Kimseyi Sevemezsin, kendi içerisinde birçok farklı karakter ve onların hikâyelerini içerisinde barındırır. Bu anlamda oldukça zengin bir karakter havuzu ve öykü ağı söz konusudur. Gül Ersoy’un öykü evrenini oluştururken birçok farklı sosyal çevreden, sınıftan, toplumsal katmandan yararlandığı, herhangi bir ayrım gözetmeksizin birçok farklı karakteri kitabın içerisine dâhil ettiği söylenebilir. “Sarı Köpek”in Frank ve Hira’sı da, “İklimler”in Isabelle ve Odile’i de, “Eski İzmir”in taksicisi de, “Karlar Altında Konuşuyordu”nun Sofia ve Madlen’i de bu anlamda farklı sosyal, toplumsal ve sınıfsal kesimlerden gelen, Ersoy’un öykü evrenini salt belirli bir çevre ile sınırlı kalmanın ötesine taşıyan karakterler olarak değerlendirilebilir.

Gül Ersoy’un öykülerinde karakterlerin içerisinde bulundukları durumlar ve bu durumlar karşısında verdikleri tepkiler oldukça önemli bir yerde durur. Kitabın bütünlüklü bir şekilde devam eden en önemli unsurlarından birisi, her bir karakterin kendi psikolojisini ve bu psikolojiyi dışa vuran öğelerini açıkça kendi içlerinde barındırmalarıdır. Anlatıcı, bir karakteri anlatırken onun kişiliğine biçim veren temel bir unsur tespit eder ve öyküyü de tam bu noktadan şekillendirmeye/biçimlendirmeye başlar. Bu kimi zaman bir karakterin lakabı olur, kimi zaman bir çocukluk anısı, kimi zamansa tutkunu olduğu bir nesne/obje. Sözgelimi “Paralel Evren” öyküsünde Çağdaş’ın öykünün başında ve sonunda tekrar eden “Anneeem…”li söylemleri, “Sen Kimseyi Sevemezsin”de Sancar ile Simge’nin birbirleri ile sürekli çatışan ve bu çatışmalar üzerinden yeni kurulan ilişkileri, “Yeni Kız”da Yeni Kız’ın utangaç tavırları onların psikolojilerini, hayata bakışlarını ve hayat tecrübelerini mimleyen unsurlardır. Bütün bir kitap boyunca karakterlerinin kişilik özelliklerini bu tür küçük unsurlar/göstergeler üzerinden ortaya koyan Ersoy, böylelikle öykü evreninin merkezine tutkulu, tuttuğunu koparan veya sabit karakterleri değil, aksine sürekli değişen, hayat ile, yaşanılan, bir parçası olunan şartlar ile değişen karakterler koyar. Karakterlerdeki bu değişimi izlemek/görmek de kitabın gittiği yönün anlaşılmasındaki en önemli mesele olarak değerlendirilebilir.

Coğrafya, Sen Kimseyi Sevemezsin’in en dikkat çeken unsurlarından biri olarak görülebilir. Gül Ersoy’un öykü evreni belirli bir coğrafya/mekân ile sınırlı kalmaz. Olaylar alabildiğine zengin, farklı ve çoğul bir öykü coğrafyasında geçer. Kimi zaman Paris, kimi zaman Zürih, kimi zamansa İstanbul olayların merkezindeki şehirdir. Ancak bu noktada dikkat çeken temel mesele, bu mekânların/şehirlerin/coğrafyaların rastgele seçilmediği, her birisinin içerisinde dile getirilen öyküye dair çeşitli mesajlar ve anlamlar barındırdığıdır. Sözgelimi Fransa’da geçen “Sarı Köpek” öyküsü okuru ait olamama, kendini bulunulan mekâna/coğrafyaya yabancı hissetme dürtüsüyle uyarırken “Gökdelen”de Serhat’ın anılarıyla beraber 1983 yazının İspanyası’na doğru yol alınır, bu kez İspanya’nın sıcaklığına paralel bir şekilde anıların sıcak yüzü söz konusu olur. Burada karakterler de onların kişilik özellikleri de bulunulan yerler de anlamlı bir bütün oluşturur. Öte taraftan kitabın ana izleği boyunca İstanbul ve İzmir’de geçen öykülerde ise bir kaybolma, kendini bulamama, özgürlük arayışı, büyük kentte yok olma hâli söz konusu olur. Tüm bunlar da fiziksel coğrafyası oldukça geniş olan Kimseyi Sevemezsin’in her bir şehirde farklı bir ruh hâline seslendiğini ortaya koyar.

Aile, eş, dost, arkadaş ilişkileri Sen Kimseyi Sevemezsin boyunca birçok farklı açıdan tartışmaya açılır. Kimi zaman birbirini anlamaktan âciz eşler/çiftler söz konusuyken kimi zaman birbirlerinden alabildiğine farklı kişilik özelliklerine sahip ebeveynler/çocuklar, arkadaşlar, dostlar… Sözgelimi “Normal”de Melis ile Cansu’nun ilişkisi de, “Sen Kimseyi Sevemezsin”de Sancar ile Simge’nin ilişkisi de bu anlamda farklı noktalardan değerlendirilebilecek, ancak ortak paydada her zaman kişiler arası ilişkilerin ne derece kaygan olduğunu vurgulayan öyküler olarak değerlendirilebilir. Cansu’nun Melis’i oldukça canayakın bir karakter olarak görmesi de, Simge’nin kocası Sancar’dan kaçmak için türlü yollar denemesi de bu anlamda önemli ve ilişkilerin gidişatına dair fikir veren unsurlar olarak değerlendirilebilir.  Ersoy’un kitap boyunca farklı ebeveynlik, eşlik ve dostluk ilişkileri üzerinde durması, bir diğer noktada, hiçbir zaman her şeyin sabit bir biçimde gelişemeyeceğini, her ilişkinin kendisine özgü bir dinamiğinin olduğunu vurgular. Hiçbir ilişki bir diğerine benzemez, her biri kendine özgüdür ve kendi yatağında akar. Bu özgünlüğü korumak da ilişkilerin doğal seyrindeki en önemli noktalardan birisidir. Dolayısıyla Ersoy’un farklı insan ilişkileri üzerinde dururken bunu sürekli farklı biçim ve ilişki biçimleri üzerinden yapması da kitabı tasarlarken ne denli çoklu bir yapıyı göz önünde bulundurduğunu ortaya koyar. “Şehir Efsanesi” gibi öykülerde üzerinde durulan LGBT+Q ilişki ise, cinsel kimlik meselelerin tartışmaya açıldığı, cinselliğin, normatif kavramların ve kişisel tercihlerin günümüz dünyasında kendisine nasıl bir alan açtığına, yer edindiğine vurgu yapar.

Kitabın en dikkat çeken öykülerinden birisi olan “İspiyoncu” ise söz konusu ilişkiler ağı ve karakterler/insanlar arası meselelerin zamanla ne derece çetrefilleşebileceğini, çatallaşıp aykırılışabileceğini ortaya koyan metinlerden birisidir. Öykünün merkezinde yer alan kadın karakterin kurtarıcı olarak yaklaştığı Rıza tarafından ihanete uğraması, üstelik bunun tam da ona en çok güvendiği ânda/noktada gerçekleşmesi, insan ilişkilerinin ne derece dinamik ve değişken olabileceğini açıkça ortaya koyar. Vahşi, acımasız, dönüşü olmayan bir dünyadır burası. Hata yapan kimse bir daha ikinci bir şans elde edemez. Bu noktada kadın karakterin başından geçenler vurgulanırken Rıza’nın ona ihaneti kadar onun Rıza’ya giderek artan teslimiyeti de tartışma konusu edilir. Nihayetinde insan ilişkileri her zaman çetrefillidir ve kişi, bu acımasız dünyada hep tetikte olmalıdır. Başka türlü bir yaşam mümkün müdür? Cevabı aranan sorulardan birisi de budur.

Gül Ersoy, Sen Kimseyi Sevemezsin’de değişen insan ilişkilerine, her ne kadar farklı coğrafyalarda olsalar dahi insanoğlunun ortak bir kader ve özgürlük tutkusuyla hareket ettiğine, şehirlerin, yaşam biçimlerinin, arzu ve dürtülerin içerisinde ne derece büyük ortaklıklar barındırabileceğine işaret eder. Paris’ten İzmir’e, Zürih’ten İstanbul’a oldukça geniş bir coğrafyada birçok farklı sosyal çevreden karaktere hayat veren Ersoy, söz konusu tüm bu unsurları belirli paralellik ve ortak amaçlarla işler.