.

Uzakta Bir Yer: Adem’in Kekliği ve Chopin

Esin Hamamcı

esin.hamamci@sanatkritik.com

Bazı yazarlar bazı şehirlerle anılır; James Joyce’un Dublin’i, Sait Faik’in Burgaz’ı, Yaşar Kemal’in Çukurova’sı gibi… İstanbul’u değil, ötesini irdeleyen metinleriyle bir kent yazarı diyebileceğimiz Mustafa Çiftçi’nin çeşitli dergilerde yayımlanmış hikâyelerini topladığı kitabı Adem’in Kekliği ve Chopin, Yozgat-Ankara arası mekik dokuyan öykülerden oluşuyor. Anadolu’nun sıcak insanlarının yakınlığı öykülerde yer buluyor.

Adem’in Kekliği ve Chopin, Yozgat’tan kalkıp Kızılay’a bir sanat galerisine işçi olarak gelen Adem’in, galeride resimlere bakmaya gelen, tanımadığı birine âşık olmasının hikâyesidir. Adını bilmediği için ona “kekliğim” diye seslenir. Galeride çalan Chopin ve “keklik” zıtlığıyla karşımıza çıkan, okumuş ve işçi kesim arasındaki farklara sıklıkla değinen Çiftçi, bu hikâyesinde de Adem ile galeri sahibi Bora Bey’i karşılaştırır. Çiftçi’nin diğer hikâyelerinde görülen bu karşılaşma anları anlatıda gülünç anekdotlar verse de var olan bir gerçekliğin altını çizer:

“Resimde kırmızı var, ‘Bu herhal güldür,’ dedim, sonra her yere sarı boyalar atmış ‘çiçektir,’ dedim, baktıkça daha neler neler dedim. Resim önünde ne kadar kalmışım bilmiyorum. Bora Bey gelmiş yanımda durmuş, ağzının dolusunca gülmesiyle sıçradım.” (9)

Çati’ye Kıyamam’da da çay ocağı işleten, gözleri görmeyen Hamdi’nin gözüne deva bulacak doktoru arayışındaki hâliyle yine “okumuş/okuma(ya)mış” olarak ayrılan karakterler karşımıza çıkar. Çati, gözlükten, ameliyattan ziyade gözünü anında açacak, köyde gördüğü yöntemlerden,  şifalı merhemler istemektedir. Çati, gözleri iyi göremediğinden okuyamamış, askere gidememiş, onu seven bir kadın olmamıştır. Okusaymış hayatı değişecek, belki de evlenecektir:

“ ‘Vay ne gözlermiş imiş,’ dedi. ‘Vay nasıl bir işimiş. Demek bu gözler ecik daha göreymiş. Döndü, Senem olurmuş he mi? Okuyamayan Çatı okurmuş he mi? Asker olamayan Çati asker olurmuş he mi?’ Gözlüklerini çıkarıp torbalanmış ceket cebine koydu. Evin yoluna alışmış atlar gibi okula gitti geldi. Ama gözlüklerini takmadı. Madem o camekânın ardından baksam da adım kör Çati. Madem derdimin dermanı bu cıncıklar değli. Madem bunlar Döndü’yü Senem edemiyor. Olmaz olsun bu gözlükler dedi. Gözlüklerini takmadı. Merdiven başlarında, kaldırım inişlerinde tökezledi. Karanlık koridorlarda duvar dibi sürdü. Ama takmadı. Millet, “Çati nerde camların?’ diye dalga geçti ama kimseye aldırmadı Çati. O günlerde eskisi kadar konuşmadı.” (30)

Çiftçi, Adem’in Kekliği ve Chopin’de taşra-şehir arası göçlerine, politik görüşleri farklı kişilere değiniyor. Anamın Adı Bahriye, herkesin “sağcı” olduğu bir köyde “solcu olan tek emekli öğretmen Faik Bey”in hikâyesidir. Faik Bey’in küçük bir kırtasiyeyi vardır, oğlu Ankara’da okuyup ilçesine geri döner, partisine de yardım eder. Esnaf çocuklarına sıkça yer veren Çiftçi, burada da taşradaki insanların, eğitimli, farklı görüşten insanlara nasıl baktığının, onları nasıl gördüğünün altını çizer. 

Kitapta, köylü/kasabalı-şehirli karşılaştırması yöre insanının şivesiyle hayat buluyor. Hikâyelerde halkın kullandığı kelimeleri aynı şive/ağızla okuyoruz: yetikleşmek, ecik, gusülhane… gibi. Taşralı hayatları anlatırken “dil” konusuna da gerçeklik kazandırılıyor.

Okumuş-yazmışlarla işçilerin karşılaştığı hikâyelerden oluşan Adem’in Kekliği ve Chopin, kaderin sıradan insanların günlük hayatlarını etkilediği, değiştirdiğiyle bağlantılı olarak onlarda yarattığı farkındalıklarla hüzünler ve karşılıklı etkileşimleri öne çıkarıyor.