.

Sırlarla Yaşamanın Hüneri: Kırmızı Zaman

Bilge Sönmez

Usta bir anlatıcıdan masal dinler gibi, efsanelerle ve gerçek dışı olaylarla bezenmiş bir roman okumayı beklerken sıradan insanların hiç de olağanüstü olmayan fakat çarpıcı hayatları bizi karşılar Kırmızı Zaman’da. Yazar, hikâyeyi anlatmaya başlamadan önce okuru efsane ve gerçeklere dair şu sözlerle uyarır:

“Bu romandaki İstanbul, efsaneler, insanlar, balıklar, kayıklar, iskeleler, saraylar, dehlizler, kesik başlar, mezarlar, hastaneler, morglar, denizkızları, cinayetler, katiller, cellatlar, deliler, yani her şey uydurmadır.

Efsanelerin yalanı abartılmış, insanların hayatına olmadık benekler atılmış, şehir baştan yaratılmıştır. Yok eğer, ‘Bunların hepsi gerçek, Haliç’te kırmızı bir kayık durur ve içinde Zaman Dayı yaşar, eski mezarlarda kesik cellat kafaları yatar, küçük kızlar mezar taşlarına dünyanın en güzel şiirlerini yazar, genç bir adam paramparça bir baba arar, her şeyi gören bir kambur hep susar ve İstanbul’un altında sır dolu dehlizler var,’ diyen biri çıkar beni yalanlarsa ne mutlu bana.” (ss. 9)

Zaman Dayı’nın kıpkırmızı kayığıyla esrarengiz bir şekilde Balat kıyılarında zuhur etmesiyle başlayan roman, birbirinden bağımsız beş farkı kişinin yaşam öyküsüyle devam eder. Halat Niyazi, Zaman Dayı’nın gelişine şahit olan berduş biridir, halatlara ayrıca düşkündür fakat nedeni sorulduğunda karşısındakinin yüzüne bakarak hıçkıra hıçkıra ağlar. Leon, namıdiğer Deligâvur, Yahudi-çingene kırması bir Osmanlı celladıdır. Cellat olmaya on yaşında karar vermiştir. Hüsran, sur dibinde anne ve babasıyla yaşayan bir kız çocuğudur. Her şeye alerjisi olduğu için evden dışarıya çıkamamaktadır fakat babasının çöpten bulduğu kitaplarla kendisine bambaşka bir dünya yaratmıştır. Botan, annesiyle birlikte yaşar. Babası, başka bir kadına gitmek suretiyle ailesini terk etmiştir. Daha sonra babasının bu kadın tarafından öldürüldüğü haberini alınca Botan babasının parça parça edilen cesedini bulmaya çalışır.

Bu kişilerin hikayesi, İstanbul’un esrarlı yer altı dehlizlerini bir şekilde keşfetmeleri sebebiyle ortak izler taşır. Hepsinin yaşantısı kabul edilemez gerçeklerle doludur fakat yazar, kullandığı efsanevi dil ile hikâyeyi okurda hayret uyandıracak bir biçimde anlatırken aynı zamanda bu yaşantıların hiç bilmediğimiz biçimlerde de olsa bir yerlerde var olduğuna bizi ikna eder.

Kahramanların yaşantılarından kesitlerin anlatıldığı kısa bölümler şeklinde ilerleyen roman aynı zamanda bir sözlük olarak da ele alınabilir. Roman kişilerinin ruhlarını daha ayrıntılı tasvir etmek ve anlatımı güçlendirmek adına bölümler arasında bazı kavramların tanımı yapılmıştır. Bu sayede bizler de kendimizinkinden daha farklı yaşamları anlamlandırabiliyor ve anlayabiliyoruz. Hatta kendi kendimize cevap veremediğimiz sorulara cevap bulabiliyoruz.

Doğum ile ölüm arasındaki yaşamı boyunca her insanın kendi içerisinde çözmeye çalıştığı bazı kavramların sözlük anlamlarına ve bu sözcüklerin farklı kullanımlarına yer verilmiştir. Bu sözcükler şunlardır: zaman, tuhaf, halat, kırmızı, yalnız, hayat, efsane, baba, yalan, ölüm, kader, sır, korku, ölü, merak, takvim, mezar, tanrı, cesaret, deli, ışık heves, rastlantı, rüya, yeraltı, şiddet, ölmek, cinayet, masal, kambur, suç, anlam, şair, gerçek, şiir, hayal, yaşam, cellat, Allah.

Bu kavramlar zaman kelimesiyle başlar ve Allah ile biter, aralarda ise birbirinden çarpıcı yaşamlara yer verilir. Bir yaşamı var eden ve gerçekliğini ortaya koyan kavramların bunlar olabileceğini, başka hiçbir kelimeye sahip olmasaydık da varlığımızı bu kelimelerle de anlamlı kılabileceğimizi düşünüyorum.

“Zaman belki de Tanrı’nın ta kendisidir.” (ss. 12)

“Allah’tan korkmak, Allah’ı sevmek ya da Allah’a inanmak… Hepsi birdir. Allah bir varsayım olarak bile her şeye kadirdir…” (ss. 241)

Belleğimizde kendi kendimize şekillendirdiğimiz; tüm hayatımıza tahakküm eden, varlıklarıyla bizi aciz bırakan zaman ve Tanrı kavramı roman boyunca iç içedir, “kırmızı” renk ile yaşamın keskinliği ve ölüm bir bütünlük kurmuştur. Kırmızı, kışkırtıcı merakın da sembolüdür. Hicran’ın kırmızı kitabı, Zaman Dayı’nın kırmızı kayığı vardır. Zaman Dayı aynı zamanda doğan, büyüyen ve etrafındaki tüm kalabalığa, gürültüye rağmen yalnız başına yok olup giden insanoğlunun zamansız bir temsili gibidir.

Romanda eşyaların ruhu olduğuna dair kadim bir inanışa da yer verilmiştir. Bununla birlikte geçmişteki atalarımızın inanışlarının günümüze tesir ettiğini söylemek mümkündür.

“Haliç kıyısındaki balıkçılar kayıklarını boyarken konuşmazlar, çünkü yanlış bir şey söyleyip rengi soldurmaktan korkarlar.” (ss. 30)

“Ölü” maddesinde yer alan “ölüler dansı” tanımı, roman kişilerinin ortak mekânı olan kimsesizler mezarlığını işaret eder. Bununla birlikte yazar, kelimeleri birbirine sıkı sıkıya bağlayarak okurun zihninde çağrışımlar yaratmaktadır. Bu tanımda aynı zamanda cellatlar ve kurbanlar da işaret edilir.

“Ölüler dansı, acımasız iskeletler tarafından ölümcül bir dansa sürüklenmiş her yaştan ve her sınıftan insanı betimleyen ve Ortaçağ sonunda sıkça rastlanan bir resim konusudur.” (ss. 88)

Efsanelerin mi gerçeği örttüğünü yoksa gerçeklerin mi efsaneleştiğini ise ancak hikayelerini okuduğumuz kişilerin gözünden bakarak görebiliriz. Her efsane, yaratılmak içi gerçeğe ihtiyaç duyar. Gerçekler ise -hayalden, masaldan, efsaneden ziyade- yüzümüze tokat gibi çarpan vurucu olayları barındırır.

Örneğin Zaman Dayı, oldukça masumane hislerle -burada yazar Zaman Dayı’nın bu cinayeti işlerken gerçekten masum olduğunu bize hissettirir- bir cinayet işlemiştir. Fakat ona göre bu bir cinayet değildir. Romanın küçük bir kısmında bahsedilen Baba Veysel’in evliliği ve doğan çocukları ile ensest ilişkilere dair çarpıcı bir gerçeklik sunulmuştur.

Bazı insanlar tüm gerçekleri yok sayarak kendilerine kusursuz bir dünya yaratmak isterler. Kimse içindeki delinin uyanmasını istemez. Botan kimsesizler mezarlığındaki mezar taşlarına yazılı şiirlerde kendisine bir işaret arar fakat hakikat bambaşkadır. Tesadüfler, insanı bambaşka yanılgılara sürükleyebilir. Fakat bu tesadüfler Tanrı’dan gelir, rastlantı aslında Tanrı’nın ta kendisidir.

“Gerçekle gerçeküstü tıpkı ying ile yang gibi iç içe geçerek birbirini tamamlayan bir bütündü. Gerçeğin içinde gerçeküstü, gerçeküstünün içinde de gerçek vardı ve birbirlerini sarıp sarmalamışlardı. O yüzden gerçeküstünün peşinden giderken gerçeğe takılıyordu insanların ayakları ve gerçeğin peşinden giderken de gerçeküstüne. Tıpkı ölümün peşinden giderken hayata, hayatın peşinden giderken ölüme takılması gibi ayakların… aklın… kaderin…” (ss. 113)

Bu yaşantılarda aynı zamanda çağımızın kötülüklerini, kötücül meraklarını buluruz. Geçmiş ve şimdinin bir arada oluşu, kendimizden önceki insanların yaşamlarının bizleri ne denli etkilediğinin kanıtıdır. Halat Niyazi, iki kuşak eskiye dayanan seçimlerin sonucunda delirmiştir. Kişilerin yaşadığı acılar hep bir ya da birkaç kuşak önceden gelir. Kişilerin hepsi kendi gerçeklerini bulmak ister, kendi doğrularına inanır ve kendilerine göre bir dünya inşa etmeye çalışırlar. Fakat çoğu yanılsamalardan ibarettir. Kişiler yanılsamalar içinde yaşayadursun, bizler onların hikâyelerinde hayatın en gerçek yüzünü görürüz.

Mine Söğüt, Kırmızı Zaman’da bahsettiği cinayet haberlerine Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979 romanında da yer verir, dolayısıyla gerçek hayattaki çarpıcı olaylardan yola çıkarak romanları arasında bağlantı kurduğunu söyleyebiliriz.

Kırmızı Zaman mistik, bunaltıcı, gerçeküstü olayların anlatıldığı bir efsane değil, kimsenin başını çevirip bakmadığı yerlerdeki insanların, kimsenin görmek istemediği hayatlarını gösteren bir büyüteçtir. “Işık” sözcüğünün tanımında yer alan, “Işık vurduğu yeri aydınlatır ama her zaman görmeyi kolaylaştırmaz; bazen gözleri kamaştırır; akla olmadık hayaller sızdırır.” (ss.131) cümlesinden yola çıkarak diyebiliriz ki; hakikatler insanı kör edebilir fakat körlük, hakikatleri yok edemez.