Esin Hamamcı
Cem Akaş’ın Suç ve Ceza’sı 1992 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan, 2008 yılında ise Everest Yayınları’ndan tekrar basılır. Kitabın teması “öldürme” üzerine kuruludur. En bilindik yazarların –örneğin Poe veya Doyle’un- katil potansiyelinin, inceleme dosyalarının var olma ihtimali üzerine başlar. Akaş, kitabında bunun izini sürer. Anlatıcının asıl çıkış noktası şudur: “Bir kitap kişisi nasıl öldürülür?”
Her cinayet, katilinden iz taşır. Öldürme tekniği, uygulanışı katile özgüdür. Yazarlar karakterlerini öldürür, çünkü “yaratıcı her zaman yok edicidir.” Bunu nasıl yaparlar? Yazar, yarattığı karakteri kendisi öldürebilir:
“Örneğin Breakfast of Champions’ta Kurt Vonnegut, kitabın sonlarına doğru, karakterlerinden biri olan Kilgore Trout’la, Trout’un oğlu Bunny’nin çalıştığı barda karşılaşır ve bir konferansta konuşmasını engellemek için içkisine zehir katarak öldürür, ancak bu, görece yeni bir yöntem olarak çıkar karşımıza – yazarın, kendi yaratımı bir karakterle kitap gerçekliği düzleminde karşılaşması, yani ikisinin de kurgu ya da ikisinin de gerçek haline gelmesi, çağımıza özgü bir buluştur.”[1]
Her cinayet, katilinden izler taşır demiştik. Akaş’ın Suç ve Ceza anlatıcısı bu izlerin peşine düşerken şu noktaya da değiniyor; kitap kişisi öldürmenin bir diğer yolu, yazarın bir karakterinin başka bir karakterini öldürmesidir:
“Bu başlık altında birçok kurgu düşünülebilir; klasik cinayet romanı külliyatı buraya girer elbette, bu romanların kurgusunu dökümlemek de çok anlamlı gözükmüyor bana bu aşamada” (s.4)
Bunun başka bir yolu daha vardır, yazar, yazar kimliğiyle de öldürebilir. Pek çok kitapta bu durum yaşanmıştır da. Kitap kişisi ya da karakteri veyahut kahramanı “çok korkunç” bir hastalığa yakalanabilir. Dickens’ın Great Expectations’ındaki Estella böyledir örneğin. Pankreas kanserinden ölür. Ölmesi gereken kişi intihar edebilir. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’sunda olduğu gibi bir intihar gerçekleşebilir. Yine James Baldwin’in Going T o Meet The Man adlı romanında Vidal, “çevresindeki insanların duyarsızlığına ve sahteliğine dayanamayıp” yaşamına son verir. Bir başka seçenek ise ansızın bir kaza gerçekleşmesidir:
“Karakterin başına saksı düşmesi gibi düzayak çözümlerin yanı sıra, çok daha girift düzenekler de kurulmuştur (bu konuda Graham Greene boy ölçüşülmez bir virtüözdür sanırım: Jubilee adlı öyküsünde Bay Chalfont, emekliye ayrılma partisinin başlamasına iki saat kala kravatını ütülerken, içmekte olduğu Bloody Mary’sini kravata döker; lekeyi çıkartmak için karbonat gereklidir ama lanet okuyarak fark eder ki evde hiç karbonat kalmamıştır. Merdivenlerden hızla inerek yan binadaki eczaneye gider, ama eczane cenaze nedeniyle kapalıdır; bir taksiye binen Bay Chalfont, şoföre en yakın eczaneye gitmek istediğini söyler. Zilzurna sarhoş olan yaşlı şoför, bir elinde tuttuğu transistörlü radyodan yükselen müziğe yüksek sesle eşlik ederek gaza basar ve hedeflerine bir blok kala, soldan gelen bir arabayla çarpışır. Bay Chalfont, radyo anteninin burnundan girip beynine ulaşmasıyla bitkisel hayata girer ve kaldırıldığı hastanede ölür. Öbür arabada da bir ölü vardır: Bay Chalfont’un yatırıldığı hastanede çalışan ve ölmese ameliyatı yapacak olan beyin cerrahı)” (s.5)
Bir diğer yöntem ise “unutturmak”tır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler’deki İhsan’ı, kurgudaki işlevine yerine getirdikten sonra bir daha karşımıza çıkarmaz. Yaşlı karakterler için olacaklar bellidir; eceliyle ölmek. Öldürmenin bir diğer yolu okuyucuyu katil yapmaktır. Yöntem olarak zordur. Bu nedenle en az rastlanan seçenektir.
Kurgu kişisini öldürmenin yolları bunlardır. Ancak Akaş’ın anlatıcısı “biraz da tekniğe odaklanalım,” der. Çünkü tek tasnif yolu bunlar değildir. Yazarın tavrı nasıldır? Ortada bir dağ görüntüsü varmış farz eder ve bu dağa her bakış açısı bize farklı manzara verecektir. Bu nedenle “öldürme”ye çeşitli yollardan yaklaşmaya çalışır. Olayların akışı gereği karakterlerden birinin bir şekilde ölmesi gerekirse bu “zorlama ölüm” olur. Ancak bunu yapan yazarı “yetersiz” bulur. İşin içinden çıkılamadığında roman karakteri öldürülür. Bunu kalburüstü yazarlar bile yapmıştır. Örneğin;
“Stendhal’in Le Rouge et le Noir’da Mathilde’i nasıl, sırf Julien onun cenazesine gidebilsin ve orada M. Brel’le karşılaşabilsin diye zatürreden öldürdüğünü anımsayalım. Ahmet Hamdi örneğinde olduğu gibi, karakterle ne yapılacağı bilinemediği için de ölüm fermanı çıkarılır: İyice karmaşıklaşmaya başlamış bir anlatıyı sadeleştirme, çok gerekli olmayan yan anlatıları, zorla da olsa sonlandırma isteği. Pembe rengiyle suçlanmak, etiketlenmek istemeyen, hatta ciddi ve hazin bir bakışı olduğuna okuyucu ve eleştirmenleri inandırmaya yeltenen bir yazarın sakınacağı ilk şey, yapıtını mutlu sonla bitirmektir şüphesiz.” (s.7)
“Kayıtsız ölüm” vardır bir de. “Soğukkanlı katil”i yaratan yazar da “soğukkanlı” olabilir. Katil, böyle bir yazarın elinden de çıkmış olabilir. Yazarın karakterleriyle kurduğu “sıcaklık”a bağlıdır bu durum da. Karakterleriyle doktor-hasta ilişkisi kurduğuna inanan, klinik yaklaşımı benimseyen yazarlar, -ki bunların çoğu anlatıcımıza göre Alman’dır- çok fazla “duygulaşmadan” öldürürler. “İsteksiz ölüm” ise yazarın sevdiği karakteri anlatının kuralları gereği artık öldürmek zorunda kalmasıdır. Çünkü anlatı, bir süre sonra kendi kurallarını dayatacaktır. “Estetize edilmiş ölüm”de yapıtın ana amacı “ölüm”dür. Merkeze “ölüm”ü alır, bu olabildiğince güzel olmalıdır. “Hileli ölüm” ise “muzip” yazarın, karakterini kurban seçip, ona onur kırıcı bir ölüm biçmesidir. Hileli ölüme en iyi örnek Cortazar’dır.
“En iyi örnek, Cortâzar’ın A Yellow Flower adlı öyküsü: Anlatıcının kendisi, insanların ölümsüz olduğunu, birisi ölür ölmez o yaşantıyı bir başkasının sil baştan yaşadığını ve yaşanabilecek sınırlı sayıda yaşamın sürekli var olduğunu kanıtlamak üzereyken, kendi çocukluğuna tıpatıp benzeyen Luc adında bir çocuğun, aynı kendi çocukluğunda garip bir adamı kazayla öldürdüğü gibi, kriket sopasıyla top yerine kafasına vurması sonucunda beyin kanamasından ölür. Böyle ölmesi, kendi kuramına uygundur bir bakıma, ama ölmeyi düşünmek şöyle dursun, Luc’la birlikte süreceği yaşam hakkında uzun uzun ahkâm kestiği ve çocuğun gelişimini yönlendirmek amacıyla planlar yaptığı için ‘pis bir numara’dır bu). (s.9)
Şimdi de Akaş’ın Suç ve Ceza’sında anlattığı, “ölümün anlatı içerisinde nasıl bir yer tuttuğu”, “yazarın nasıl bir yer verdiği” meselesi üzerinde duralım. Yazar bir cinayet kaleme alabilir ki bu ölümü merkeze alıp anlatmanın en kolay yoludur. Ölüm, anlatının merkezi de olabilir, anlatının hedefi için seçilen bir “bahane” de olabilir. Örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomore’si, buna örnektir. Cinayet romanlarının temelinde “zekâ” yatar. Bu nedenle ipuçları çok önemlidir. İyi bir cinayet romanında, tüm ipuçları okura verilmez. Düğümü yavaş yavaş çözmesi beklenir. Ya da ipucu verilmez; katil uşaktır, apaçık ortadadır. Cinayet romanı, okurunun uyanık olmasını bekler. Okur değil de “çözücü”, der Akaş burada. Çözücü her zaman zekidir, profesyonel takipçidir:
“Bütün cinayet romanları, cinayetlerin işlenmesi, kimin suçlu olduğunun bilinmemesi, bir çözücü (ve bazen yardımcısı) aracılığıyla gerilimli bir arayış yaratılması ve sonunda, okuyucunun gözlerinin önünde düğümlerin çözülmesi mantığına dayanmaz. Bazı cinayet kurgularında (örneğin R. Dahl’ın The Great Twist adlı öyküsünde olduğu gibi) okuyucu katilin kim olduğunu bilir, cinayeti ‘görmüştür’; ortada bir gizem, bir bilmece yoktur, en azından okuyucu için. Gerilimi yaratan unsur, katilin yakalanıp yakalanamayacağı, diğer anlatı kişilerinin, bizim çözümünü bildiğimiz bilmeceyi çözüp çözemeyeceğidir.” (s.16)
Cem Akaş, Suç ve Ceza adlı edebiyat içi inceleme kitabında, kitap kişisinin nasıl öldürüldüğü sorunsalından yola çıkarak, ölümü inceler. Ölüm, öncelikle metin üzerinden incelenir. Ölen veya öldürülen karakterler nasıl karakterlerdir? Bilinçli mi bilinçsiz bir şekilde mi öldürülmüşlerdir? Bilinçli ise bunun taşları metinde nasıl örülmüştür? Bu soruları edebiyattan en bilindik örneklerle cevaplarken bir yandan soru sormaya devam eder. Peki yazarın müdahalesi nasıldır? Yazar neden ve nasıl öldürür? Yazarın niyet sorgulaması üzerine birkaç kavram ortaya dökülür. “Estetize edilmiş ölüm”, “kayıtsız ölüm” gibi kavramlar türer. Bunun bir de okur açısından yansıması vardır. Okur, ölümü nasıl alımlar? Bir metin okuyucusunu öldürebilir mi? Metin, okuyucusunu kendini öldürmeye itebilir ancak bu edimi gerçekleştirmeye karar verdiren mekanizma onun “okuyucu” olması değil, tamamen kendi kişisel tercihi oluyor. Akaş, tüm mümkünlerin maddelerini çıkarmaya devam ediyor. Hiçbir açık bırakmadan ilerlediği çıkarımlara önemli bir soru daha ekliyor: “Okuma ediminin kendisi, birisinin ölümüne yol açabilir mi?” Suç ve Ceza, okuyucunun nasıl maktule dönüştüğü sorusunu sormak, ölümün kurgusal imkânları üzerine daha fazla düşünmek ve edebiyat oyunlarını çözümlemek isteyenler için kendi açtığı labirentin içinde kaybolmaya davet eden ve orada sizinle oynayan bir metin.
[1] Cem Akaş, Suç ve Ceza, İstanbul, Everest Yayınları, 2008, s.4.