Esin Hamamcı
Gül Ersoy’un 2014 yılında yayımlanan Sahilden Bostancı kitabı, aynı zamanda yazarın ilk kitabıdır. Yayımlanır yayımlanmaz Radikal Kitap tarafından ‘2014’ün en iyi 100 kitabı’ arasına girer.
Kitap, yabancılar, gitmek isteyenler, göçmen, mülteci, fahişe, jigola gibi karakterler içerir. Yazar, her birini renkli bir kent hayatı içerisinde karşılaştırır. Bu nedenle tesadüflerin de yeri büyüktür. Örneğin kitabın ilk öyküsü “Anteeksi”de Helsinki’nin kuzeyinde Piyanissimo restoranında çalışan kişinin “anteeksi” kelimesini duymasıyla birtakım fikirleri değişir. Öykü kişisi, restoranda çalışmaya başladığından beri ismini duyduğu ancak hiç görmediği, iki haftadır hasta yattığı için işe gelemeyen yaşlı adamla karşılaşır. Yaşlı adam, ürkek bir hâlle ona “anteeksi” der. Bunun anlamını araştırır ve “özür dilerim” demek olduğunu öğrenir. Yarın ve ondan sonraki gün işe gelmek istemez ve patronuna içinden “anteeksi” diye seslenir. Restorandaki bu tuhaf karşılaşma ve gideceği en baştan belli olan birinin varlığı, daha önce bilmediği bir kelime anlamıyla silinmiştir. Kelimeyi daha önce duymadığını ise şöyle vurgular;
“Bilmiyordum bu kelimeyi. Kimse bana daha önce “anteeksi” dememişti. Masaları toplarken, tuvalet temizlerken, merkezdeki kafede kahve içerken, kitapçı dolaşırken, Vietnam lokantasında yemek yerken, marketin yanındaki pornshopta çalışan kızlarla ayaküstü sohbet ederken, tramvay bedava diye saatlerce şehri turlarken, duvarında geyik kafaları asılı mahalle barında bira içerken, kutup çizgisine gittiğimde tanıştığım Laponlarla anlaşmaya çalışırken, otobüs şoförlerine gülümserken, tren istasyonunun önünde dans eden Kübalılara eşlik ederken … Hayır, kimse bana “anteeksi” dememişti.”[1]
Sahilden Bostancı’daki öykülerin sonu bir boşluğa kapı aralar. Çünkü öykü kişisi sıklıkla gitmek ve kalmak arasında sıkışır. Kararı ise biraz keyfidir. Bazen de tesadüfî. Örneğin “Kırmızı Oje”de kocasının kendisini aldattığını bilen bir kadının, “gidemeyişi”ne tanık oluruz. Ya da “Belki de İnanmıyordu”daki gibi birbiriyle asla karşılaşmayacak tanışıklıklara şahit oluruz. “La Boheme” öyküsündeki karakter, gözlerini kapatıp nereye gideceğini düşünür ancak bir yere gitmemeye karar verir. Arap Camii’nin karşısında, caddeden fahişelerin geçişini izler. Bu sırada odada Faslı bir grubun şarkıları çalmaktadır:
“Odada Faslı bir grubun şarkıları çalıyordu. Bana sırtını dönüp playlist hazırlamıştı ekranda. Bir sonraki şarkının ne olacağını bilmiyordum. Kanunlar, kemanlar içli içli gidip geliyorlardı. Rakı, bira, votka, şarap arka arkaya durmadan elimizdeydi. Ahmet Kaya’yı açtı neden sonra, bir bardak rakı koyup oturdu.” (s.11).
Anlattığı hikâyenin de etkisiyle biraz geçmişe döner ve aklı karışır hâlde buluruz kendisini. Aklında yarım yamalak kalan hikâyeler, konuşan kişinin ne dediğini anlamadığı ve silik birkaç görüntüyü birleştirirken bulur kendini. Bunun ardından müziğin de etkisiyle “siyahları, metro girişlerini, trenleri, Paris sokaklarını, göçmenleri, odaları, sesleri ve kuşları” hatırlar. Ardından ise kalmaya karar verir. Bu sırada odada Charles Aznavour’dan “La Boheme” çalmaktadır. Müzikle geçmiş birleşir. Öykü sonlarındaki belirsizlik biraz da bu şarkıların etkisiyle şekillenir. Müzik, Sahilden Bostancı öykülerinde belli bir işleve sahiptir diyebiliriz. Bazen anlatılan olayın başlangıcını bazense sonunu belirler. Kimi zamansa verilecek kararlarda etkili olur. “Meydan” da bunun güzel bir örneğidir. Bir öğle sonrası vaktinde dışarıdan bisiklet sesleri gelmektedir. Buradaki çift öğleden sonrayı aynı şarkıları dinleyerek geçirmiş, seviştikten sonra yerinden kıpırdayamamış, saatlerce tavana bakıp öylece kalmışlardır. Mayıs ayının en güzel günlerinden birinde birbirlerine neşeli hikâyeler anlatıp kıkır kıkır gülerken şarap kadehlerini doldurup yatış pozisyonlarını değiştirerek sohbete devam eden bir çiftle karşılaşırız. Kafeden yükselen müzik seslerine çatal-bıçak sesleri karışır. Koku, diğer hikâyelerde olduğu gibi burada da etkindir. Dışarıdan gelen müzik seslerine bisiklet sesi ve çatal-bıçak sesleri eklenmiştir. Sonrasında ise parfüm sürmüş hanımların kokusunu duyarız. Ersoy’un öykülerinde sıkça rastlanan dışarı-içeri zıtlığı gündelik hayatın ritmini tutmaktadır. Dışarısı çoğu zaman kalabalıktır, renklidir, kokuludur ve seslidir. İçeriden yükselen ses ise kalabalığı anımsatmamakla birlikte canlı bir mekânın varlığından haberdar eder. İster Paris, ister Helsinki, ister İstanbul’da, dünyanın farklı bir noktalarının neresinde olduğunu anlayamayacağınız bir bütünlükle verilir bir mekân hissinden bahsedebiliriz bu noktada. Farklı coğrafyalara ev sahipliği yapar.
Paris’e giden bir yolcuyu anlatan “Herkes Şanslıydı”da da ses-koku ikilisi yine başroldedir. Öykü karakteri, Paris trenindedir ancak bu trenin rotası herkesin bildiğinden biraz farklıdır;
“Trenden inip kendimi uçsuz bucaksız suçun, orman gibi hayallerin, steampunk acıların, gotik ölümlerin, davetsiz misafirlerin, derli toplu ailelerin, parçalanmış belleklerin, silinmiş izlerin, eski savaşların, alfabesi gitmek olan yolcuların, saklanacak yer arayan kaçakların, ruhlarını çaldıranların, yaşamak için çalanların, boş midelerin, terli koltukaltlarının, botokslu gülümsemelerin, çöl bitkileri gibi kurakta yetişen apartman çocuklarının, çılgın mutluların, lağım kokularında soluklanan yorgunların, şık restoranlarda yemek yiyen çiftlerin, gözlerinin içindeki aynada kendini göremeyenlerin, aşkla yananların, aşktan geçip okyanusa doğru yol alanların, bilginin ve bilgisizliğin, bin sene önce asla yan yana gelemeyecek ırkların, seslerle şekillenen gecenin, kıpırtısız sokak lambalarının, yağlı kaldırımların, şefkatin ve hor görülmenin, Paris’in ve Paris sanılanın içine atıyorum.” (s.29-30).
İstasyondan iner inmez etrafını Afrikalı adamlar sarar. Ona bir şeyler satmak isterler. Tenleri “paçuli” kokar. Yolcu tek lüksünün “kahvesi ve çantasındaki kasetçaları” olduğunu söyler. Amsterdam’daki bit pazarından aldığı kaseti dinlemek için bir kafeye girip kahve içer. Bu sırada bir adamın anlattıklarıyla dinlediği müziğin sesi birbirine karışır.
Kitapla aynı adı taşıyan öykü gidebilmenin özgürlüğüne vurgu yapmasıyla dikkat çekicidir. “Sahilden Bostancı”da aynı odada iki kişi birbirinin eksikliğini hissetmektedir. “Eksiklik”, “tamlık”, “bütünlük” gibi kavramların sorgulandığı metnin kapısı özgürlüğe çıkar, bu ise gitmekle mümkündür. Elinde bir şişesiyle yanına oturan kişinin kokusunu duyar, bunun arkasından ise bir şarkının sesi yükselir. Ersoy’un öykülerinde ses ve koku, bir aradalığı öyle ya da böyle yakalamaktadır; ikisi birleşince zihnimizde bir resim belirir.
Kitaba Ersoy’un “gezgin ruhu” hakimdir. Dünyanın farklı coğrafyalarında dolandırırken verdiği “aynı”lık hissini ise çok rahat bir şekilde yakalar. Örneğin “Honfleur”da dünyanın hangi noktasında olduğunu unuturuz;
“Portekizli yol işçilerinin gitarla söylediği şarkı. İstanbul’ da bıraktığım “Bodrum hatırası” kül tablası. Denize çıkan küçük bir sokaktaki kahve. Capetown’ın arka mahallerinde bir kadın. Gittiğim her yerden attığım kartlar. Çantamdaki pullar. Duvardaki saatlerin aynı anda çalması. Misafir peçetelerinin üzerindeki yağ izleri. Kapıda yatan kırçıllı kedi. Havaalanında okuduğum panolar. Münih treninde uyumak üzereyken dinlediğim şarkının sözleri. Japon komşunun bahçesinde, ufukta görülen yapraksız, kuru üç ağaç. Paris’ten çıkarken trafiğin sıkışması. Avusturya’ da bir oda. Marketten seçilen şarabın markası. Bulgaristan sınırından gelen bir nehir. Afrika’da bir çöl, bir kum tanesi. Balkona uzanan iğde ağacı. Moda’ da âşık olduğum gün. Boğaz’ a demirlemiş gemilerin cansızlığı. Sally Mann’in çocukları. Schumann’ın deliliği. Magritt’in balon kafası. Brugge sokaklarında gezen atların nal sesleri” (s.66).
Yazar, bu öyküde okuru ansızın bir yolculuğa çıkarır ve farklı kültürlerde dolaştırır ancak arka fonda çalan hislerin müziği aynıdır.
Gitmek-kalmak ikilemi üzerine söz söyleyen en etkili öykülerden biri de “Hard Times”dır:
“Geceleri kendime bir adım daha yaklaşıyorum. Gündüz, kurumuş ekmek gibi faydasız. İşime yaramaz ışık. Gitmem gereken bir yer var ve hep hazırım gitmeye. ‘Kalırsan benimle,’ diyor ‘sana yalan atmak zorunda kalırım. O yüzden kalamazsm, gitmelisin!’ ” (s.68).
Bu yolculuk kararı “müzik her şeyi silene kadar” devam eder. Düşünce anına sokaktan gelen travestilerin kahkahaları, şehrin sarhoşlarının naraları, küfür sesleri ve kahve kokusu eklenir. Sokak burada da müzik gibi ritim barındırır, durup dinlenecek bir canlılıktadır. Dışarıda durum böyleyken içerisi yine kalabalıktan yoksun, neredeyse sessizdir.
Ersoy’un Sahilden Bostancı kitabındaki öyküler, evden sokağa bir kapı açar ve dışarıyı içeriyle birleştirir. Sokak çoğunlukla tantanalı, kokulu, yaşayan; mekân olarak ev ise sessiz ve yalnız bir hâldedir.
[1] Gül Ersoy, Sahilden Bostancı, İstanbul, Doğan Kitap, 2020, s.8.