.

Konuşulmayınca Yok Olmuyor Gerçekler

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Zeynep Kaçar’ın geçtiğimiz aylarda okuyucuyla buluşan son romanı Yalnız, Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği dönüşümü merkezine alan, Feray karakteri üzerinden kadınların ve kadın mücadelesinin/haklarının son dönemde nasıl göz ardı edildiği konusunu gündeme getiren bir kitap.

Başta Feray olmak üzere, Veli, Esma, Defne, Cennet, Numan Hoca Efendi gibi birçok kahraman üzerinden ortaya geniş bir Türkiye panoraması çıkaran Yalnız, bütün bir toplumun nasıl elden ayaktan düştüğünü, yozlaşmanın ne denli geniş sınırlara erişip herkesi içerisine aldığına odaklanan bir eser. Öyle ki bu kötülükten kimse uzak duramaz, çamur bir süre sonra herkese sıçrar.

Eric Clapton’ın “I Shot the the Sheriff” şarkısı ile perdelerini açan Yalnız, öncelikle Feray ile Veli’nin tanışmasını ve hızla evliliğe doğru giden yolu okurla buluşturur. Romanın henüz ilk birkaç bölümünde konu edinilen bu olaylar, daha sonra meydana gelecek hadiseler düşünüldüğünde asında mesut zamanlar olarak tanımlanabilir. Bir süre sonra işler tam tersi yönde gelişeceğinden yazar, bu sayfalarda kurduğu yapı dile getirdiği hikâyeleri ters yüz eder. Bir doktor olan Veli ile öğretmenlik yapmak isteyen Feray’ın aşkı bir süre sonra Defne’nin de doğmasıyla “mutlu bir aile bütünlüğü” hâlini alır. “Aşk böyle bir şeymiş, şiddetle sarsan, göklere çıkarıp sonra yere çalan.” (Kaçar, 2021: 27) Ancak hikâye tam da bu noktada çatırdamaya başlar. Veli’nin önce hastanede giderek artan mesaileri, ardından eve dadanmaya başlayan ve ona “hoca efendi” olarak seslenmeye başlayan hastalar (daha sonra müritler), olayları bambaşka bir noktaya taşır. Giderek bir ziyaretgâh hâlini almaya başlayan bu ev, Veli’nin daha sonra Numancılar tarikatına girmesi, rüyasında peygamberi gördüğünü söylemesi ve kendisini şeyh ilan etmesiyle bambaşka bir hâl alır. Bu duruma engel olamayan Feray da bir süre sonra bu yapı içerisinde erir, üzerine kuma getirilir, bir süre sonra da kızı Defne ile baş başa bırakılır. Böylece işler romanın ilk bölümlerinde anlatılanın tam tersi istikamette gelişmeye başlar. Sonrası, sonrası ise bambaşka bir felaket olarak yorumlanabilir.

Başlangıçta Feray’ın hikâyesini okurla buluşturuyormuş gibi görünen roman, aslında toplumu oluşturan bütün fertlerin nasıl sistematik bir kötülüğün parçası olduğunu gözler önüne serer. Eğitimli ve iyi bir aileden gelen Feray, büyük bir aşk ile evlendiği adamın zamanla bir tarikatın mensubu olmasına tanıklık eder, ancak ne onu ne de kendisini bu durumdan koruyamaz. Kendi içerisinde oldukça kapalı bir yapıya sahip olan bu tarikat, hoca efendileri, müritleri, kutsal şahıslarıyla; kısacası eti kemiğiyle oldukça canlı bir organizmadır ve çevresindeki herkesi kendisine dâhil etmekten geri durmaz. Sözgelimi Veli gibi adamlar bu gibi tarikatlara zamanla teslim olurken kendileriyle birlikte bütün ailelerini de beraberinde sürükler. Yaklaşmakta olan tehlikenin bir türlü farkına var(a)mayan, hep sus pus şekilde başına gelenleri karşılayan, yaşanan onca badireye karşı sessiz, hareketsiz tepkisiz kalan kadınlar ise bu suskunluklarıyla yaklaşmakta olan büyük felaketi kendilerine çağırırlar. Nihayetinde köhnemiş bir dünyada, köhnemiş bir sistem içerisinde bütün kişiliklerini kaybeden kadınlar zamanla özgürlüklerini de yitirir. Ana planında Feray ve çevresindeki kadın kahramanlar üzerinden kadın cinayetleri, kadın hakları ve özgürlük mücadelesi gibi birçok sorunu işleyen roman da ortaya en az Türkiye’nin içerisinde bulunduğu kadar karmaşık bir durum çıkar. Haksızlık eden kadar haksızlığa rıza gösteren veya sessiz kalan da bu sorunsalın bir ucundan tutmuş olur, ta ki her şey başa sarana; ev, aile ve geçmiş terk edilene kadar.

Yalnız, oldukça gerçek bir hikâyeyi okurla buluşturur. Öyle ki anlatılanların gerçek mi kurgu mu olduğu tam anlamıyla ayırt edilemez. Kitapta dile getirilen hikâye gazetede okuduğumuz, haberlerde seyrettiğimiz, radyoda dinlediğimiz onca hikâyeden neredeyse hiçbir farklılık göstermez. Bu da giderek okurun kafasını bulanıklaştırır. Öyle ki kitabın kimi bölümlerinde yazarın kullandığı resmî dil, tüm anlatılanların belirli devlet tutanaklarından yola çıkılarak inşa edilmiş bir metin olduğunu düşündürtür. Her şey ama her şey gerçek hayatın bir yansıması, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu mevcut şartların, atmosferin, sosyal iklimin karşılığı gibidir. Bu anlamda Zeynep Kaçar’ın oldukça başarılı bir roman atmosferi kurduğu, oldukça gerçekçi bir yapı inşa ettiği söylenebilir. Hikâye bu kadar sert olunca onun gerçek olabilme ihtimalinin okura hatırlattığı sertlik de bir o kadar çarpıcı bir hâle gelir.

İnsanın kendini ve kişiliğini kaybettiği yerde şehrin aynı kalması, hiçbir şey olmamış, aradan onca zaman geçmemiş, zihniyet hiç farklılaşmamış gibi aynı kalması da beklenemez. İnsan gibi mekân da değişir, zira insanın ruhu mekâna da sirayet eder. Yalnız romanında da buna benzer bir durum vardır. Feray, gençlik döneminde yaşadığı şehir ile yıllar sonra sonra döndüğü şehir arasında akla hayale sığmaz farklılıklar bulur ve bunu şöyle ifade eder: “Mazisini kaybetmiş bir hayalet gibi yürüyorum caddede boydan boya. Korkunç bir yürek sıkıntısı. Gençlik hayalim İstiklal’e ne olmuş? Vitrinlerde burma kadayıflar. Tarihi hacı bilmem ne tatlıcısı yazıyor. Yalana bak. Alışveriş merkezleri her yanda. Herkesin elinde poşet. Tahta iskeleler, bitmemiş bir sürü inşaat. Üstüme üstüme geliyor kalabalık. Ne bir tiyatro afişi ne bir sinema ne bir kitapçı ne neşeleriyle neşelenebileceğim genç insanlar, hiçbiri kalmamış. Yüreğim dağlanıyor sıkıntıdan. Geçmişe ait tüm izler silinmiş. Başka bir evrende, bildiğim, sevdiğim hayalini aklıma kazıdığım caddenin zulme uğramış kötü bir kopyası burası.”

Feray, her ne kadar İstanbul’u onca farklı bulsa da atladığı başka bir konu daha vardır, ki o da kendi değişimidir. Gözleri bu yeni İstanbul ile buğulanan Feray, her bir evin, apartmanın, sokağın, caddenin nasıl da bu kadar farklılaştığına dikkat çekerken aslında alttan alta insanın da bu süre zarfında nasıl değiştiğine işaret eder. Değişen yalnızca insan veya mekân da değildir üstelik. Geçen onca yılda insanlar değişmiş, dünya değişmiş, iklim, coğrafya, hayaller ve hakikatler bile değişmiştir. Bilinci açık olan ve içerisine hapsolduğu fildişi kuleden çıkan herkes bunun farkında olabilir. Ancak Feray o kadar uzun bir süredir her şeyden kopuktur ki tüm bu olanların farkına dahi varamamış, kendi sıkışmışlığının içerisinde âdeta yok olmuş, zamanı ve mekânı da yok etmiştir. Romanın karanlığıyla birlikte İstanbul’a sirayet eden gölgeler de işte tam olarak buna sirayet eder. Değişen yalnızca şehir değil, şehri adımlayan o kadındır da.

Zeynep Kaçar, bu romanı Cennet gibi, Feray, Esma, Havva gibi kadınların üzerine kursa da aslında işin içerisine dâhil olan yalnızca birkaç kadın değildir, veya daha da genişletecek olursak tüm bu olaylar sadece zikredilen birkaç kişiyle sınırlı değildir. “Cennet, Defne, Esma, Şule, Münevver, Ayşe, Sümeyye, Özge, Rabia, Hale, Rukiye, Hatice, Güldünya, tanıdığım, tanımadığım, tüm kadınlar için diyorum içimden. Tüm kadınlar için. Yürüdüm bu yolu. Geldim buraya.” Feray, tüm o yolu tek başına, bütün güçlüklere göğüs gererek yürürken bunu yalnızca kendisi için yapmaz, kendisinden sonrakiler için de hayali kendisiyle birlikte yürüyenler için de bunları gerçekleştirir. “Tüm kadınlar için,” vurgusu da işte tam olarak bu noktada ayrı bir değer kazanır. Burada son yıllarda Türkiye’de kadın cinayetlerine kurban giden onca kadının isminin anılması da yazarın tüm bu eylemlere yaklaştığı perspektifi göstermesi bakımından önemlidir. Romana dâhil olan olaylar ve kendisinden özellikle bahsedilen cinayetler de buna işaret eder.

Bir kadın ile bir ülkenin kaderi nasıl iç içe geçer? Yalnız’ın üzerinde büyük bir önemle durduğu en temel meselelerden birisi de budur. Zeynep Kaçar, bu romanda hayat verdiği kadın kahramanlarıyla Türkiye’nin kaderini, bütün bir ülkenin kaderini iç içe geçirir. Sözgelimi Feray’ın başına gelenler aynı zamanda bütün bir ülke gençliğinin, bütün bir ülke kadınlığının, bütün bir ülkenin başına gelenlerdir aynı zamanda. Bütün kadınlar ortak bir kaderi paylaşmaktadır. Kadın cinayetleri o kadar had bir safhaya ulaşmıştır ki bu noktada ölüm, yalnızca uzun süredir beklenen sonun vuku bulması olarak yorumlanabilir. Bu da aslında Feray ile Türkiye üzerinden kurulan özdeşleşmenin bütün kadınları kapsayacak şekilde genişlemesi anlamına gelir. Kadınlar susar, susmaya mahkûm edilir, konuşturulmaz, konuşması teklif dahi edilemez, yalnızlaşır, yalnızlaşır ve yalnız başına ölümü bekler; ve elbette usulca bir köşede ölü bedeni buluvelinir. Her şey sürekli kendini tekrar eden bu döngüden ibarettir.

Yalnız, aynı zamanda bir dönüşümler romanıdır da. Herkes zamanla bir şeye dönüşür, kimse kendisi kalmayı başaramaz. Ortada bir tür kuşatmalar, iç içe geçmeler, zincirlemeler ağı söz konusudur. Feray’dan Mehlika’nın, Defne’den Meryem’in çıkması bu anlamda hiç de şaşırtıcı değildir, çünkü ortada bir doğum söz konusudur. Tarikata giren herkes yeniden doğar ve bu doğum için ön koşul, geçmişin reddi, dolayısıyla kişiye geçmişini hatırlatacak öğelerin de terkidir. İsim değişikliği de burada devreye girer. Sözgelimi Feray, artık mensubu olduğu tarikat tarafından kabul edilmek, yeni hayatına başlayabilmek ve geçmişe dair her şeyi geride bırakabilmek adına ismini değiştirir. Feray, Mehlika (ay parçası, çok güzel kadın) olur. Herkes tarafından güzelliğiyle dikkat çeken bu kadın, daha sonra onca örtü altında erkekler tarafından himaye altına alınır, güzelliği örtülüverilir. Üstelik burada daha da çarpıcı olan, tüm bu dönüşümün cahil bir kadın tarafından değil; iyi bir eğitimden geçmiş, ailesi tarafından her daim desteklenmiş, kendisini yetiştirmiş bir kadın ile işlenmesidir. Tam da burada işler çetrefilleşmeye başlar çünkü eğitim, sevgi, özgüven dahi anlamını yitirir; insanın olmayı hiç tahayyül dahi edemeyeceği birine nasıl evrilebileceği anlatılmaya başlanır. Feray’ın/Mehlika’nın hikâyesi işte böyle bir hikâyedir. Geçmiş öyle bir reddedilir ki, bu cahillik veya eğitimsizlikten ileri gelmez, ortada çok daha derin, çok daha yaralayıcı gerçekler saklıdır.

İnsan kendisinden başka ne görür? “İnsan en çok kendinin körü oluyor. Bakıp bakıp görmüyor, yaşayıp gidiyor yaşadığı şeyi hayat sanarak.” (Kaçar, 2021: 73)

Kadın hep “yalnız”dır ve bu yalnızlığın sonu yoktur. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, kim olursa olsun bu böyledir. Günün birinde biri beliriverir ve kadının onca birikimini, onca emeğini, onca varlığını silip, sömürüp, yok sayıp gider. Feray gibi Esma da Cennet de böyle kadınlardır. Yalnız, bu noktada okura kadınların ne denli yalnız olduklarını gösterir, bir anlamda öğretir. Kadınlar ancak bu yalnızlığı fark edebilirlerse yalnızlıklarından sıyrılabilirler. Çevrelerindeki onca erkek, çocuk veya kadınlar bu anlamda bir varlığa işaret etmezler, çünkü varlıkları ile yoklukları arasında bir fark yoktur. Sohbetleri, paylaşımları, ilişkileri hep günlük telaş ve işler etrafında şekillenir. Oysa yalnızlıktan sıyrılmak için çok daha fazlası gerekir. Bu döngü bir türlü kırılamadığı için de kadınlar hep yalnız hissetmeye, hep toplumun arka saflarında yer alan, erkekler tarafından sömürülen, emeği, varlığı, kişiliği, kimliği, duyguları, hassaları yok sayılan bir varlık olarak kalır; hatta varlık dahi olamaz. Belki de bu noktada Feray gibi onca kadının tekrarlaması gereken başka bir mesele vardır. İlk kez 8 Mart 1968’de açılan o pankartta söylendiği gibi “Women of the World, unite!” (Dünyanın bütün kadınları, birleşin!)

Son olarak belki de Feray gibi düşünen ve eğer kötülüğe bulaşmazsa kötülüğün de ona bulaşmayacağını, çamura dokunmazsa çamurun da ondan uzak duracağını düşünenlerden bahsedilebilir. Başlangıçta oldukça saf gibi düşünülen bu durum aslında bir tür kibri de içerisinde barındırıyor. Her şeyin inanın kendi elinde olduğuyla ilgili bir kibir. İnsan, hep her şeyin tek efendisi, tüm eylemlerin tek müsebbibi gibi düşünülür. Oysa bu dünya yalnızca tek bir insanın veya onun kararı ile şekillenmez. Aldığımız kararların, yaptığımız eylemlerin, söylediğimiz sözlerin bedelini daima öderiz, bazen bir ömür boyu öderiz. Ortada sonsuz sayıda seçenekten oluşan bir durum vardır ve her bir seçenek insana bambaşka şeyler vadeder: “Hayat sonsuz seçenekleriyle uçsuz bucaksız, şahane bir bilinmezlik olarak önünde uzanıyorken, garip bir kibre kapılıyor insan. Kibir denemez aslında, cehalet. Başına kötü şeylerin gelme ihtimalini düşünememe cehaleti.” (Kaçar, 2021: 105) Kibrin cehalete evrildiği bu noktada, belki de Feray ve diğer kadınların da dünyaya yenik düştüğü yerdir.

Zeynep Kaçar’ın ikinci romanı Yalnız, sessizlikle karşı koymanın, eve dönmekle evden kopmanın, aileyle var olmakla aileye sırtını dönmenin, nihayetinde bütün bir toplumun körkütük bir felakete doğru hızla sürüklenmesinin eseridir. İlk romanı Kabuk’ta ve birçok tiyatro oyununda olduğu gibi burada da kadın hak ve mücadelesini merkezine alan Kaçar, bu kez sorunu daha da geniş bir perspektiften, tüm bir toplum ve ülkeyi de içerisine alarak işlemiştir.