.

Kâmil Erdem: “Öykü biraz da insanın dünya ile uyumunun ve bütünlüğünün bozulmaya başlamasıyla ortaya çıkar. “

Abdullah Ezik, Büşra Tan ve İpek Bozkaya, Odak Yazar dosyası konuğumuz Kâmil Erdem ile edebî serüveni, eserleri ve edebiyat anlayışı üzerine konuştu.

Abdullah Ezik: Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Edebiyat ve Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinde eğitim aldınız. Öncelikle bu eğitim ve Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi sizi nasıl etkiledi, yetiştirdi?

DTCF Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne büyük bir hevesle gelmiştim Erzurum’dan. Edebiyat öğrenecek, belki de yazacaktım. Ama bölüm, kötü bir düş kırıklığı yaşattı. Fosilbilim gibi bir bölümdü. Sadece Osmanlıca’yı sökmek oldu kazancım. İkinci yıl Rus Dili ve Edebiyatı’na geçtim. Dolayısıyla fakültede “yetiştirildiğim” söylenemez. Ama iklim, “yetişmeye” o denli elverişliydi ki, yetişmek isteyen birini sarıp sarmalıyordu. Dergiler kitaplar çıkıyordu, çıkan her şey okunuyor, tartışılıyordu. Bunların içinde Nayif Havatme’den Mao Zedung’a, Evet İsyan’dan, Troya’da Ölüm Vardı’ya, teorik ve edebi ne çok şey hayatımızın merkezindeydi. Tartışılıyor ve “eylem”e çıkılıyordu. Gel de “yetişme”!

A.E.: Bu ilk evrede sizin üzerinizde özel bir etkisi olan yazar, eser veya hoca oldu mu?

Bu evrede hemen tüm çağdaşlarımız ozan ve yazarlardan bir şeyler kalmıştır mutlaka. Ankara’da Büyük Sinema’nın ara katında Erdal Öz’ün Sergi Kitabevi, Zafer Pasajı’nda Remzi İnanç’ın kitabevi ve diğer kitapçılar, Ankara Halkevi, AST’ın ve ABS’nin kulisleri birer okul gibiydiler.

A.E.: 80′ sonrasında öyküleriniz Tan Seçki‘sinde ve Morköpük‘te yayımlandı. Kurmaca metin yazmaya nasıl başladınız, sizin için “yazma” konusunda kırılma noktası neydi?

12 Eylül’den sonra çalıştığım sendika kapatılmıştı, işsiz kalmıştım. Mehmet Taner eski dostumdu. Tan Yayınları’nda çalışmaya başladım. Orada Enis Batur, Ece Ayhan, Haydar Ergülen, İzzet Yasar, Akif Kurtuluş, Ali Yüce, Sulhi Dölek, Selçuk Baran, Sina Akyol gibi şair ve yazarlarla tanıştım. Henüz dijital baskı yoktu. Matbaada kitap tashihleri yapıyordum. Bu denli kitapla dergiyle yazıyla haşır neşir olunca, ilk öyküleri de yazdım ve beğendiler.

Ama sonra bambaşka bir iş yaptım: sigortacılık. 90’ların başında da İstanbul’a taşındık yeniden. Bu yıllar ve sonraki yıllar öylece, okuyarak ve izleyerek geçip gitti.

A.E.: Yazmak başlı başına bir serüven olsa da onları yayımlamanın apayrı bir hikâyesi olsa gerek. İlk metinlerinizi yayınlamaya nasıl karar verdiniz ve süreç nasıl gelişti?

2013’te deneme/öykü karışımı bir şeyle yeniden başladım ve 2016’da son bir yılda yazdığım öyküler “Şu Yağmur Bir Yağsa” adıyla çıktı. Sonra sürdürdüm yazmayı.

A.E.: Dergilerde okurla buluşan öyküleri bir araya getirip kitap olarak yayımlamak, bir kitap bütünlüğünde okurla buluşturmak daha farklı bir meseleye işaret ediyor aslında. Sizin özelinizde de bu durum oldukça dikkat çekici, zira farklı dönemlerde öyküler kaleme alıp yayınlasanız da ilk kitabınız 2016 yılında çıktı. Nihayetinde öykülerinizi kitap olarak yayımlamaya nasıl karar verdiniz?

Ben, 80’lerde iki dergide çıkan öykülerden sonra susmuşum. Son dönemde yazdığım öyküleri yakın çevremdeki arkadaşlara, kardeşlerime filan okutuyordum. Onların teşvik ve desteği ile yayınevine ulaştırdım. Editörler de iyi buldular ve yayımlandı.

A.E.: Öyküleriniz genel olarak tek bir uzun cümle gibi okunabilecek; kahramanlarınızın geçmişini, şimdi ve geleceğini aynı anda içerisinde barındıran bir yapı sergiliyor. Sizin için öykü zamanı neresi, hangi mevsim, ne zamandır?

Böyle zamansal bir tasarım yaptığımı düşünmemiştim. Siz söyleyince o gözle yeniden baktım öykülere. Evet, sanırım, zaman denen bu ele geçmez, her dönemde değişen, göreceli, kaypak kavram, zaman/insan sıkışmasının yaşandığı, her şeyin bir anda ortaya çıkarılıp ve aniden unutturulduğu çağımızda bizi çok oyalıyor. Üstünde çok düşünmüyoruz ama, bir olgu olarak zamanın uçuculuğu yer etmiş içimizde. Zaman karşısında umarsız olduğumuz için onu hafife almayı yeğliyoruz. O yüzden kahraman, geçmişiyle, şimdisiyle var olmak istiyor. Kendini biraz önemsetmek istiyor.

A.E.: Öykülerinizde göze çarpan bir diğer nokta ele aldığınız kahramanın hayatını okura bir çırpıda çiziveren, ona dair bütünlüklü bir yapı sergileyen üslûbunuz. Bu da okur ile öykü kahramanı arasındaki mesafeyi kısaltan, yakınlığı arttıran bir unsur. Bu tercihinizin arkasında nasıl bir düşünce yatıyor?

Biçem, önemlidir. Öykünün sâlimen bataklıktan geçmesini, ateş yakılıp üstünün başının kurutulacağı o gizemli mağaraya ulaşmasını sağlar. Tabii bu kurtuluşun türlü yolları vardır ve öykücü bunu keşfetmek zorundadır. Sanırım bu da çok özetle söyleyecek olursak, kendinden öncekilerin geçtiği bin bir meşakkatli yolu dikkatlice gözlemekle edinilir.

A.E.: Öykülerinizin başlangıç ve bitiş noktaları ve bu süreçte yaşananlar Kâmil Erdem metinlerinin bir diğer ayrıksı yeri. Okur, bir anda hayatına dâhil olduğu kahramanın hayatından hiç farkına varmadan bir anda çıkabiliyor yine. Burada bana kalırsa önemli olan öyküye başlama ve onu bitiriş biçiminiz. Bir hikâye sizin için nerede başlar, nerede biter?

Bu da bilinçli bir seçim değil galiba. Birçoğu kendi tarihimden. Kendi yaşadıklarımdan ve bana kendilerini anlatanların yaşadıklarından. İnsan bilmediği bir şeyi yazamaz değil mi? Yani yazmamalı. Yazarsa da ne bileyim, sonradan sigaya çekenler olur, iğreti durur yazdıkları. Bu yüzden açılım yapacak olursak, örneğin öykü, bir sokağın girişinde, hazanda başlar ve yatay bir adaletin sembolü olan, iyi huylu, suyu sağaltıcı çeşmenin başındaki iki yeniyetmenin dünyaya aldırmaz sohbetinde biter.

Artık ne kadarını görmüşsek göstermek istediğimizin.

A.E.: Öyküleriniz tarihsel olarak farklı dönemlerde geçiyor. 1930’lardan bugünlere dek uzanan geniş bir tarihsel süreç söz konusu. Öykülerinizi inşa ettiğiniz zaman dilimini nasıl seçiyor, buna nasıl karar veriyorsunuz?

Daha çok 60’lar 70’ler, 90’lar diyelim. Yakın tarihler de var. Tarihle kurgu arasında yakın bir ilişki olmuştur hep. Kurgu tarihi ayrıştırır ve bulanıklaştırır. Daha çok romanın işidir bu.  Ben sadece birkaç mikro detaya takıldım. Onlar bilinince bir işe yarar mı, belki…

A.E.: Kitaplarınızın genel olarak içerdiği göndermeler, Veysel Karani’den Şah İsmail’e dek anıştırdığı onca şahsiyet, öykülerinize bu coğrafya insanının, hikâye ve kültürünün de ne denli sirayet ettiğini açıkça gösteriyor. Bu coğrafya, topraklar ve yerel anlatılar sizi nasıl besledi?

İnsanoğlunun gönlünde ezelden beri gizliden gizliye mükemmel, çarpıcı bir düzenden çok, şaşırtıcı, olanaksız bir dünya, bir nefes alma aygıtı olarak masal dünyası yatar. Evrildiği düzen, bu dünyayı bir yandan olanaksız kılar, bir yandan yeni oyuncaklar icat ederek sürdürür.

Ben de ilkokuldan bu yana başta Eflatun Cem Güney olmak üzere, masallarla, menkıbelerle, daha sonra öykülerle, romanlarla büyüdüm. Ama orta sonlara doğru, komşumuz Fatin’le bir yandan Pal Sokağı Çocukları ile kendimizi özdeşleştiriyorken, aynı zamanlarda Jean Valjean’a üzülür olmuştuk. Lisede de sürmüştü arayışlar. Ankara’ya gelince bu kez gerçeklikle daha bir yüzleştik, insanları aşağıda, yoksul, yoksun, tek tip, ıssız bırakmak isteyen katı gerçekliği tanıdık.

Savaşım gerekiyordu.

İşte bu katı, keskin uçlu şeylerle baş etmeyi kolaylaştırıyordu Veysel Karaniler, Şah İsmailler, Kiziroğlu Mustafa Beyler, Karayılanlar ve diğerleri.

Oralardan akılda kalanlardır, unutulmayanlardır öykülere girenler.

A.E.: İlk öykü kitabınız Şu Yağmur Bir Yağsa 2016’da, ardından Bir Kırık Segâh 2018’de ve Yok Yolcu 2021’de yayımlandı. Peş peşe gelen bu kitaplar sizin öykücülüğünüzü nasıl değiştirdi/dönüştürdü?

Öykü yazmak gerekir dedim kendi kendime. Hâlâ da öyle diyorum. Üslup açılımları denesem diyorum.

A.E.: Dergilerde yayımladığınız öykülerle kitaplarınızda yer alan öyküler arasında herhangi bir fark gözetiyor musunuz? Aslolan bütün müdür yoksa her bir öykü ayrı bir değer mi taşır?

Her öykü ayrıdır tabii. Öyle değerlendirmek isterim. Söylemiştim önceden. 80’li yıllardaki üç öykü dışında dergilerde öyküm yayımlanmadı.

80’lerden bugüne ardınızda 40 yıllık bir yazı serüveni biriktirdiğinizi söyleyebiliriz. Bu süreçte edebiyatınızda ve sizde ne tür değişiklikler, farklılıklar oldu? Bu 40 yıllık macerayı siz nasıl yorumlarsınız?

Ben 40 değil, 6-7 yıl oldu diye bakıyorum yazma tarihime. Bu 6-7 yılda da, ilk kitaptan buyana kendimi yinelememeye, farklı biçimler denemeye çalışıyorum.

Edebiyatımızın 40 yılı ise ayrı, uzun bir konu.

Şu Yağmur Bir Yağsa:

A.E.: Bu kitapta yer alan öykülerinizde şehirden kasabaya birçok farklı mekânda geçen hikâyelere yer veriyorsunuz. Genel olarak öykü coğrafyanızın çok geniş olduğunu söyleyebiliriz bu çerçevede. Öykülerinizdeki mekân kullanımı üzerine ne söylersiniz?

Mekân, bilirsiniz, özgürlüğün edinilmesinde, esaretin ve sefaletin yerleşmesinde, ötekilik adacıklarının kurulmasında, insanla çok yakın ilişkisi olan bir kavram. Büyük kentin kaotik ve köşeye sıkıştırıcı havasına, keşfedilen küçük bir parkla ya da bir evin eşiği ile, kasabanın feodal ve boğucu havasına, yakınındaki kızılçam ormanıyla karşı konabilir belki. Peki parkta, evde ya da ormanda insan boğulmaz mı?

Öyküler, edebiyat, bu bulanık, salınımlı sulara ilişkin betimlemelerde bulunur, bir çözüm önermez ama mekânın olanaksızlıklarını sunar. Bilinçle güven duyduğumuz bir mekân! Mütereddit-bilinçle ürkütücü, yasaklanmış bir alan!

Durmadan karşılaşıyoruz.

Bu yüzden sanırım, oradan oraya gezinip durmuşum.

A.E.: Öykülerinizin şahıs kadrosunun tek bir kişi üzerine değil de bir kalabalık üzerine kurulduğu, sözgelimi bir kahvehanede batak oynayan herkesin işin içerisine dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Bir anlamda kalabalık öyküler bunlar. Bu tercihin arkasında ne tür sebepler var? O an öykü zamanında bulunan onca insan, bize ne anlatır?

Öykü biraz da insanın dünya ile uyumunun ve bütünlüğünün bozulmaya başlamasıyla ortaya çıkar. İnsansa süreğen kalabalıklar içindedir. İçini yalnızlık bulutları doldursa da, yanılsamalarını şamatacı bir kalabalık alkışlar daima. Kimi öykülerin kimi yerlerinde bu her biri yalnızlık anıtı bireylerden oluşan kalabalıktan söz edilebilir, edilmiştir.

A.E.: Kitapta “küçük insan”ın peşinden giden, gözlerden ırak bir hayat süren onca insanın hikâyelerine yer veriyorsunuz. Öyküsüne yer vermek istediğiniz insanları/kişileri/karakterleri nereden, nasıl seçiyorsunuz? Küçük insan sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Yakınımdan, kendimden. Küçük insan benim için insan olmayı ifade ediyor.

A.E.: Gündelik hayat yine kitabınızda ön plana çıkan bir diğer mesele. Öyle ki ele aldığınız karakterleri alabildiğine gündelik hayatının içerisinde, olduğu gibi metne taşıyorsunuz. Bu noktada gündelik hayat sizin metinlerinizi nasıl etkiliyor, besliyor?

Gündelik hayat, nesneleri üretmeyi ve tüketmeyi, bölüşmeyi içerir. Bütün sıradan işlerin ve üretimin yanında sanatı ve estetiği kavramayı da içerir. Dolayısıyla öyküyü okuyanın, belki sonra öyküyü yazmasını bekleyebiliriz. Aslında belki de sanat, gündelik hayatın bulamacı içindedir, ben kuramcı değilim ama çıkarımlarım böyle. Gündelik hayat ciddi öykücülerin besin kaynağıdır diye düşünüyorum.

A.E.: Yer yer beliriveren ve çağ ile de oldukça örtüşen “iletişimsizlik” ve kişiye boğan çevre/insan, bu kitaptaki öykülerde de göze çarpan bir diğer mesele. Sizin için iletişimsizlik bu çağın bir sorunu mudur yoksa her daim var mıydı? İletişimin/iletişimsizliğin sizin öykülerinizdeki yeri nedir?

İletişimsizlik iki anlamda ele alınabilir. İlki, yazarın dünya ile olan iletişimi ya da iletişimsizliği. Küreselci fırtına, yazarı, bakış açısını asimile etmeye teşvik eder, onu iğdiş eder. Melezleştirir. Sözcüklerinin anlamları kendi toplumlarına yabancılaşır. Zaten yazar da kendi olmak iddiasını terkeder.

İletişimsizlik, yine küresel fırtına nedeniyle aynı biçimde bireylerin içine de pek üstesinden gelemediği bir kurum olarak yerleşiyor yavaş yavaş. Belki de “alın yazısı”na ya da “her koyun kendi bacağından asılır”a, yeni, albenili giysiler biçilip, 7/24 hizmetimize sunuluyor.

Böyle bir sürü boyutu var iletişimsizliğin. Yansımaları olsa da, sanki benim kahramanları biraz uzak tutmaya çalıştım bu belâdan.

Henüz fantom gürültüsünden (=iletişimsizlik) uzaktalar gibi.

A.E.: Öykülerinizde oldukça yalın bir tarz benimsiyorsunuz ve ele aldığınız olay, kişi ve hikâyeyi doğrudan okurla buluşturuyorsunuz. Bu anlamda okur ile kurulan iletişim de ona göre biçimleniyor. Bu yalın/duru anlatım, bir tür anlatılan hikâyeyi ön plana çıkarma girişimi olarak yorumlanabilir mi?

Edebiyat, sonuçta toplumsal bir belgedir. Bir belgenin olabildiğince anlaşılabilir olması gerekir ki her türlü erk dayatmasına karşı dayanıklı olsun, uzunca bir süre okura can yoldaşı olabilsin.

Bunu başarabiliyor muyum, bilmiyorum.

A.E.: Mekân ve mekânın kişiye hissettirdiği duyarlılık Şu Yağmur Bir Yağsa’da yakından hissettiğimiz bir diğer durum. Mekânların bize duyumsattıkları ve başlı başına taşıdığı değer metne yaklaşım biçimimizi de burada yine çok önemli. Bu çerçevede, öykülerinizdeki mekânlar ve mekân kullanımınız üzerine ne söylersiniz?

Mekân-insan olanakları bizi hep düşündürmüştür. Ev meselâ. Eskiden yazarlar eve girmenin tek bir yolunu bilirlerdi: kapı çalınır ve hane ziyaret edilir. Haneye, olsa olsa bir de yabancı olarak postacı uğrardı ara sıra ve kapıyı bir defa çalardı. Şimdi öyle mi? Hane yabancı dolu. Telefon, televizyon, internet. Bir tüketici olarak insan, her türlü mekânı anında tüketiyor.

Yani insan mekân olanakları hız limitini aştı, çeşitlendi ve karmaşıklaştı. Dolayısıyla hepimiz her yerde sıkış tepiş bir metrodaymış gibi yaşıyoruz.

Bense galiba biraz eskiye, hani o 60’lara, 70’lere değgin öyküler anlatınca, mekânlar olması gerektiği gibi, kayganlaşmamış, mahremiyeti muhafaza eden yerler olarak kalmışlar. Henüz önündeki denize marina yapılmamış ve gözleri kataraktlı eşeğin eğleştiği bahçe olarak, ya da Arakıyyeci Hacı Cafer Ağa camii minaresinin yükseldiği serin gökyüzü olarak kalmışlar.

Bir Kırık Segâh:

Büşra Tan: Bir Kırık Segâh’taki her öykünün içinde farklı bir eserin ya da şarkının izleri görülüyor. Kitap aynı zamanda da Kâmil Erdem’in bilgi ve kültür birikiminin sentezi olarak karşımıza çıkıyor. Peki ya siz kitabınızı yazarken neler okudunuz?

Masamda, yatağın yanındaki komidinin üstünde, evin muhtelif yerlerinde 5-6 kitap daima açık durur. Bazıları bir türlü bitmez. Ya okumayı sürdürememişimdir, ya dönüp dönüp bakıyorumdur. Kimi bitmez, kaldırılır, kimi yeniden indirilir.

O zamanlar şimdi anımsadığım kadarıyla, Okuma Defteri (Oğuz Demiralp), Mor Külhani (Orhan Kâhyaoğlu), Kentsel Heterotopya (Stavros Stavrides), Toplandılar (Turgut Uyar), Edebiyat Eleştirisi Üstüne (Terry Eagleton) gibi kitaplar dolaşıyordu sağda solda.

B.T.: Öykülerinizde hem dün hem de bugün yaşanabiliyor. Bazen halk deyişlerinden bazen de Türk musikisinden yararlanıyorsunuz. Bu da çok katmanlı bir kültür hayatının içerisinde olup onu iyi bir şekilde özümsediğinizi gösteriyor. Günümüz Türkiye’sinin çok katmanlı kültürel hayatını geçmişten günümüze nasıl değerlendirirsiniz?

Bir Ortadoğu boğuntusunun üstünde oturuyorsanız, sizin katmanlarınızı da ister istemez Nabukadnezar’dan Kızılcahamamlı Ahmet’e kadar binlerce oluşum biçimlendirir.

Bir antik kaleye tırmanırken kalenin girişine kurulmuş şenlikli bir çarşıdan geçmişliğiniz de olur, kıyıya vurmuş göçmen cesedinin açık gözleriyle karşılaşmışlığınız da.

Bir kavşakta oturuyorsunuz. Ortadoğu kavşağında. Önünüzden güneşin battığı yere doğru, semiz atları olan bir ordu geçiyordur.

Bir otel yakılıyordur. Bir anne çocuğunu uyutuyordur. Keloğlan’ın yarım leblebisi kuyuya düşüyordur. Trikotajcı kızlar işten atılmıştır. Yani, küçük, ince katmanlar.

B.T.: Öykülerinize genel olarak bakıldığı zaman arka fonda bir müzik, ezgi bulunuyor. Sizce her metnin bir ezgisi olmalı mıdır, müzik ve edebiyat ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Müzik konusuna gelince, evet hiç uzak kalamadığım kaldığımda bir sevdiğimi yitirmiş gibi durduğum bir şey müzik. İyi bir edebiyat metni de mutlaka bir ezgi içerir, içermelidir. Zaten biraz da bu yüzden insanlar içinde az çok müzikle yoldaşlık eden bir edebiyatı talep etmişlerdir diye düşünüyorum. Müziğin öz yoldaşı da şiirdir doğallıkla. Öykü arkadan gelir ama, biraz ezgi içerse sözcükler ve biçem, fena mı olur?

Kimi öykülerde Muharrem Ertaş’ı Tatyos Efendi’yi, Refik Fersan’ı, Mussorgski’yi ve diğerlerini anmam gerektiğini düşündüm. Müziğin yaratıcılarına bir vefa borcu.

Sizi çağdaşlarınızdan ayıran bir öykü anlayışınız var. Öyküleriniz genellikle uzun oluyor. Aynı zamanda da en sıradan olayları bile bir cümleyle birlikte derinlikli bir hâle getiriyorsunuz. Peki Kâmil Erdem’in anlatıdaki dil becerisi nasıl evrelerden geçti?

B.T.: Bir Kırık Segâh adlı kitabınızla 30. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandınız. Bu ödül yazın hayatınız için neler ifade ediyor?

Daha önce söylemiştim, pek bir “evre” kaydettiğimi anımsamıyorum. Ne olduysa, yazmaya başladım ve sürüp gidiyor işte. Sadece, galiba kahramanlarını zayıf kalemiyle betimleyip, onları ve okurları mutsuz etmemek için beklemişim.

Haldun Taner’i çok yönlü, öykülerini çok sevdiğim gerçek bir aydın olarak tanımıştım. Kim derdi ki bir gün öykü yazmaya başlayacağım, bunlar yayımlanacak, seçici kurul uygun bulacak ve ödül alacağım.

Düş gibi hâlâ.

Yok Yolcu:

İpek Bozkaya: Bir söyleşinizde 60-70’lerin anlatılması gereken hallerinin çokluğundan bahsediyorsunuz. Sizce o günlerden bugünlere mevcut edebi ürünlerde yeteri kadar tanıklık edilebildi mi çağa?

Pek sanmıyorum. Biz Ortadoğulu halklar iyi günlerimizi pek anmayız. Genellikle karanlığın, kırılıp dağılmanın edebiyatı yapılır. Ben de istisna değilim elbet. 60’lı yılların ikinci yarısı, bütün dünyada bir silkinmenin, ayağa kalkmanın yıllarıydı. Ülkemizde sonu yenilgilerle de bitse, bu yılların yeterince anlatıldığını düşünmüyorum. Yenilgiler, 12 Mart’tan ve 12 Eylül’den sonrası epey bir yazılıp çizildi oysa.

Dag Solstad, Norveç’te bile insanları heyecanlandıran yükselişi lise öğretmeni Pedersen’in ağzından anlatmış ama, kitabın adını “Ülkemize Musallat Olan Büyük Uyanış” diye seçmiş. (Bilmiyorum, doğru çeviridir herhalde) Evet, insanlar, özellikle gençler hâkim sınıflara, emperyal güçlere göre kendilerinin mülkiyetinde gördükleri ülkelerine tasallut ediyorlardı belki. Ve belki onların bu ayağa kalkışından dolayı bugün hâlâ bütünüyle her şeye hâkim olamamaktan mutsuzlar.

Bu dönem daha çok yazılmalı.

İ.B.: Yok Yolcu’daki “Sislerin Arası” adlı öyküde kanonda ve camiada yerleri tespit eden, sözün gücünü elinde bulunduran, kalifiye ve diskalifiye eden otoritelere de gönderme var. Eleştirmen/tanıtıcı olarak hikâyede karşımıza çıkan ve ironiyle bahsettiğiniz bu öykü kişileri gerçek hayatta edebi yolculuğunuzun dokusuna nasıl işledi?

“Sislerin Arasında”ki kişilerle gerçek hayatta hiç karşılaşmadım.

Edebiyat dünyasında bu tür alış-verişler var mıdır, bilmem. Duyduklarım, kulağıma çalınanlardan bir şeyler anlattım. Ama romancı da olsanız, alanınızda otorite de olsanız, başka otoritelerin önünde dayak yerken susarak ve 18. Brumaire’in “piyade, süvari, topçu” sloganını anımsayarak dayanıyor/direniyorsanız, benim gözümde iyi bir öykü kahramanı olmayı başarmışsınızdır demektir.

Sizinle de yolculuk edebilirim.

İ.B.: Öykü yazmanın mikro serüveni nasıl işliyor sizde? Yok Yolcu’da bazı öykülerde anlatı bir yerden sonra yön değiştiriyor örneğin, bunu ben bazen yazarın başka bir ilham perisiyle yeniden ayrı bir iş birliği yapması şeklinde okuyorum. Öykülere başlarken öykünün nereye gideceği, sınırları belli mi? Bir de buna bağlantılı olarak yazma rutininiz var mıdır?

Öyküye başlayınca, bir bakıyorum, ohooo, her yer peri dolu. Pencereye konan kuş, bir yasa koyucu, 90’larda kaybettirilen bir devrimcinin annesi, fırından yeni çıkmış ekmek kokusu, “mehtap uyumuş, ay dalıyor, her taraf ıssız” şarkısı, sayısız, sayısız şey. Herkes kendine bir yer bulmak istiyor. O yüzden (yukarıda sormuştunuz) öykü kalabalıklaşıyor. Balkondan Gümbürdettin Kuyruklubeze (kansere yenilen kedimiz) geçiyor, hop öyküye. Salih süt getiriyor, ya Salih’in şapkası, ya sıkıntısı öyküye. Modigliani’nun Anna Ahmatova çizgileri, sabırla bekliyor öyküye gireceği vakti. Nüzhet Hanım da sotaya yatmış, yanıbaşında Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Sözlüğü, Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğü, Hulki Aktunç’un Argo Sözlüğü gibi kalın ciltler, ona bir bir şeyler sormamı istiyor boyuna.

O yüzden çoğu öykü ayak diriyor bir süre sonra, başka yerlere gitmek istiyor. Yani sanki, ben yazar değil de, siler olmuşum.

Bir rutin de yok doğrusu. Haberleri izlerken ya da bahçeyi çapalamanın ortasında, kahvede, gece, gündüz.

Aklıma bir şey geldikçe.