
Abdullah Ezik
abdullah.ezik@sanatkritik.com
Deniz Gezgin’in Ahraz’dan sonra yayımlanan ikinci romanı YerKuşAğı, odağında yer alan dört karakterle okuru yeni bir dünyaya, YokYer’e doğru sürükleyen oldukça değerli ve bir o kadar da ilginç bir metin.
YerKuşAğı birçok farklı nedenden ötürü okurun dikkatini çekecek bir roman, ancak ilk olarak bahsedilmesi gereken sanırım konusuyla getirdiği farkındalık ve bu farkındalıkla birlikte gelen güçlü ses. Kitap, temel olarak dört karakterin etrafında dönüyor ve okura tek bir odak noktası yerine sürekli farklı yerlere kayan bir merkez sunuyor. Bu merkez, kendi içerisinde yer değiştirmekle birlikte aslında okuru hep aynı noktaya “farklı olanların dünyası”na sürüklüyor. Farklı olanlar, kendileri ve kendi gibi olanlar için yeni bir dünyada yeni bir yaşama başlıyor ve bu yeni yaşamda onları rahatsız edebilecek hiçbir şey yok. Bir tür ütopya olarak ele alabileceğimiz bu yeni dünyanın öncesi ise aslında tam bir distopyadır, tabii yine “farklı olanlar” için. Benzer olanlar, hayatlarının her dönemini kendi sıkışık ütopyalarında sürdürmeye devam edenler, kulaklarını diğerlerine çoktan kapamıştır. Bunu avcının işittiği, ancak anlamını kavrayamadığı o tek kelimelik sözcükten anlayabiliriz. Bu dünya aynı olanların, zulmedenlerin, ötekileri yok sayanların dünyasıdır. Burada var olamayanlar, kendileri olmalarına izin verilmeyenler içinse vadedilen başka bir yer, başka bir dünya, ötekilerin buluşma noktası, “Yokyer” vardır.
Kitabın sürekli yer değiştiren ve sık sık örtüşen merkezinde şu dört karakter yer alıyor: Moy isimli bir kız çocuğu, yaralı bir kuş olan Şuri, sarmaşık türevi farklı türden bir yaratık olan Hagrin ve munçak türü olduğu özellikle belirtilen bir geyik. İlk olarak bu dört karakterin neden diğerlerinden farklı olduğu konusu gündeme getirilebilir. Moy, maalesef çeşitli nedenlerden ötürü sakat kalan bir kız çocuğudur ve bu, onu ailesinden ve diğer çocuklardan ayırır. “Bir hastahane yatağına bağlı büyütüldü Moy, çocukluğu baygın atlatarak, o güzelim çağı taşmadan usulca geçti.” (22) Onun bu yitip giden, aslında hiç yaşanmamış, kan ve yağ kokusu dolu çocukluğu, üstelik ailesinin ona karşı benimsediği tavır onu ister istemez diğerlerinden ayırır. Üstelik, bu zaman içinde giderek daha derin ve yaralayıcı bir hâl alır. “Herkesin çivisi ötekinin etini acıtır, yetiştiği yere kadar.” (22) İşte bu çivi, Moy’un kalbine kadar erişir ve onu içinde olduğu dünyadan çok daha ötelere, içindeki o büyük YokYer’e doğru sürükler. Bu, onun çocukluğunu doyasıya yaşayabileceği tek yerdir ve bu gizemli dünyanın kapısı ona sonuna kadar açıktır.
Şuri ise bir başka zulmü, özellikle modern dönemde çok daha vahşi bir meziyet kazanmış bir zulmü işaret eder: Avcılık, zevk uğruna öldürme, öldürmeyi bir spor olarak benimseme, öldürmekten keyif alma, öldürmeyi yasalar çerçevesinde ve yasalardan güç alarak gerçekleştirme, avı bir hak ve eğlence olarak görme. İşte tüm bu başlıklar aslında hayatımızın dönüp dolaşıp sıkıştığı yeri işaret ediyor. Bunca kan dolu bir yaşam, nasıl kutsal olabilir veya yaşam kutsal mıdır? Göğün o durmak bilmez yolcularını bir eğlence ve spor aracı olarak görüp öldürmenin anlamı nedir? Bu, aslında insanoğlunun içindeki o korkunç vahşeti açıkça göz önüne seren bir unsur olduğu gibi insanları birbirlerine benzeten, onları en az birbirleri kadar korkunç kılan bir şey olarak önlerine dikilir. Öte taraftan Şuri, kuşların olduğu kadar yeryüzünün de hafızasıdır. “Gördüğünü duyan, duyduğunu gören kuşlar unutmaz.” (20) Zira bu özelliği, ona bir tür kayıt tutuculuk özelliği verir. Tıpkı vurulduktan sonra tek bir kelimeyi haykıran ve bu kelimeyi kimseye duyuramayan o kara tüylü yolcu gibi. Dolayısıyla avcı, o tek kurşunla kuşu değil, aslında göğün ve yerin hafızasını öldürür, onu tekdüzeleştirir ve onda kayıt tutucu ne varsa yok eder. Geriye sadece benzer olanlar, dolayısıyla kaydı tutulmaya gerek olmayanlar kalır.
Metnin akışında Moy ve Şuri’nin bir önceki merhalesinde Hagrin vardır. “Yarı sarmaşık yarı toynaklı bu varlığın yuvarlanıp kıvrılan sesi”, hem onlara yol gösteren bir rehber hem de onları birleştiren bir güçtür. Gezgin’in aslında metin boyunca üzerinde durduğu bu “ses”, onları diğerlerinden ayıran en temel özelliktir. Zira bu noktada kökenini çok daha gerilerden, arkaik dönemlerden alan Hagrin, kimsenin bir anlam veremeyeceği, ama arkadaşları tarafından rahatlıkla anlaşılabilecek o sesler aracılığıyla aralarında bir bağ oluşmasını sağlar. Üstelik bu bağ, onları YokYer’e doğru çıktıkları uzun yolculuk sırasında hep bir arada tutar. Dolayısıyla Hagrin’in tüm karakterleri bir arada tutan ortak algı, ortak ses olduğu söylenebilir. Tıpkı onun yarı sarmaşık olması gibi. Bu sarmaşık, tüm ötelenenleri sarıp sarmalar, onları bir araya getirir ve yolculuk sırasında birbirlerinden ayrı düşmelerine, yollarını kaybetmelerine izin vermez. YokYer’e sağ salim varmalarını sağlar. Zira o, onların yardımcısı ve ötekilerin vücut bulmuş bir başka versiyonudur.
Cice, bu hikâyenin, bu uzun serüvenin bir başka parçasıdır. Bir geyik olan Cice, munçak türündendir. Sessiz, hep arkadaşlarıyla birlikte bir munçaktır o öyle. Öte taraftan neden munçak olduğu, neden munçak türü bir geyik olduğuysa ayrı bir meseledir. Çıkardıkları ses nedeniyle “havlayan geyik” olarak bilinen, “carvidae” familyasından “muntiacus” cinsi bir geyik olan Cice, bilinen en eski geyik türlerindendir. Bu, sanırım hikâye düşünüldüğünde onu çok daha anlamlı bir yere oturtur. Zira Gezgin’in örgüsü içerisinde bu dört karakter de geçmişten günümüze, bugünden yarına, bu kara dünyadan YokYer’in aydınlık evrenine doğru yeni yollar açar, yeni bağlar meydana getirir. Bu bağları kurmak için mitolojik çağdan günümüze dek süregelen birçok farklı unsurdan yararlanan Gezgin, bu küçük notlarla aslında hikâyesinin arka planında yer alan unsurları güçlendirir. Zira Cice’nin ait olduğu türün “havlayan geyik” olarak tanınması bile oldukça önemlidir. Çünkü YerKuşAğı’nın en önemli meselelerinden biri olan “ses” bu sayede yine ön plana çıkarılır. O munçağın hikâyesi, Cice’nin, aynı zamanda geçmişten günümüze tüm munçakların serüvenidir. Onu sadece bugüne dair bir öğe değil, geçmişten günümüze uzanan bir sembol-aracı olarak kabul etmek en doğrusu olacaktır.
Ses, bu metnin, YerKuşAğı’nın, en temel unsurudur. Deniz Gezgin’in burada kurduğu dil, kelimeleri değil sesleri vurgular. Her bir ses, her bir haykırış başka bir şeye işaret eder. Burada sesler temel gücünü karakterlerden alır. Karakterlere hızlıca bir göz atıldığında bu, kendisini açıkça gösterir. Bir kız çocuğu, havlamayı andıran ses çıkarmasıyla meşhur bir geyik, ötüşüyle kendisini ayırt ettiren bir kuş ve yarı efsanevi yarı dünyevi bir yaratık. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde ortaya nasıl bir dil, nasıl bir varlık çıkar?
Kelimeler insanlara özgüdür. Ona bir form, bir anlam, bir geçmiş, bir etimoloji verirler. Oysa sesler, herkesin ve her şeyin ortak noktasıdır. Dolayısıyla sesin tarihi kelimenin tarihinden çok daha öncelere dayanır. İnsanoğlu evrim sürecinde henüz kelimeleri işaret etmemişken bile sesler vardı, sesler aracılığıyla birçok şey ifade edilebiliyordu. Bugün dahi canı yanan insan kelimelere değil, seslere başvurur. Zira seslerin kökeninde yatan anlamı çok daha önemli ve derindir. Bu yüzden insanın âni tepkiler verirken kelimelere değil seslere başvurması daha da büyük bir anlam ifade eder. İşte Deniz Gezgin de YerKuşAğı’nı oluştururken bu düşünceden hareket ediyor. Zira paragraf, cümle veya kelimeler değil sesler vurgulanıyor. Sesin serüveni kendisine daha derin bir karşılık buluyor. Bunu karakter örgüsüne paralel olarak kimi zaman vurgulanan alt metinlerde, yan hikâyelerde de görebiliriz. Avcıyla avı arasındaki ilişki ve vurulan kuşun son ânda çıkardığı ses gibi. O ses bir anlama sahiptir ve bir kelimedir aslında, ancak avcı onu anlayacak duyardan uzaktır zira anlasaydı bu cinayeti gerçekleştiremezdi. Bu da sesle kelime arasındaki ayrıma işaret eder yine. Biz anlamlandırdığımız her sesi kelime, anlamlandıramadığımız kelimeleri ise ses olarak kabul ederiz. Burada odak noktasına insanı ve insanın anlama gücünü koyarız. İşte Gezgin, tam da burada bu düşüncenin ne kadar anlamsız ve yersiz olduğuna işaret etmekte, bu yanlış yargıyı geçersiz kılmaktadır. Sesler üzerine kurulan dil, tüm bunlardan âri ve daha geniştir. Özellikle çocukların ve hayvanların evreninde. Kelimeler anlam kazanmak için kulaklara ihtiyaç duyar, sesin ise böyle bir zorunluluğu yoktur: “Kelimeler kulak ister, ses hiçbir şey.”(21)
YerKuşAğı geçmişle bugün arasında kurduğu bağlarla da oldukça ilginç bir yerde durmaktadır. Metinde geçen tüm karakterler gerçekle hayal dünyası arasında oldukça geçişken bir yerdedir. Bu açıdan hepsi, mitolojik zamanı da vurgulamakta, evrimsel süreci gündeme getirmektedir. Sözgelimi Hagrin’in kökenini eski mitlerden, efsanelerden, destanlardan aldığı kendisini açıkça göstermekte, bilindik Kelt ve Yunan mitlerindeki yarı insan yarı hayvan karakterleri, yarı hayvan yarı bitki unsurları işaret etmektedir. Göğün yaralı kuşu da ormanların en kadim sahiplerinden munçak da kökenini mitlerden almaktadır. Öyle ki tüm bu karakterler coğrafya fark etmeksizin kendisine yer bulmuştur. Sözgelimi geyik, Türk mitolojisinin en eski motiflerinden birisidir ve kutsaldır. Öte taraftan Hindistan, Çin ve Doğu Avrupa mit ve efsanelerinde de özel bir değere sahiptir. Benzer şekilde kuşlar, tanrılar dünyasıyla insanoğlu arasında geçişkenliği sağlayan, mesajları taşıyan bir aracı, kimi zaman bir peygamber veya melektir. Hagrin gibi özel varlıklarsa tam anlamıyla bu düşüncenin ürünüdür. Suçsuz, günahsız, hayatı zorluklarla geçmiş bir kız çocuğu olan Moy ise bu günahsız unsurların bir uzantısı, bir parçasıdır. Kız çocuklarına atfedilen ve birçok yerde kutsal değer taşıyan anlamlar da yine bu düşüncenin bir parçası olarak ele alınabilir. Dolayısıyla tüm bu unsurları alt alta koyarak metne farklı açılardan bakmak, onun altında yatan mitsel kökeni görmek, ona başka bir zemin kazandırmak son derece olası ve ilgi çekicidir. Bu da Gezgin’in metnini oluştururken yararlandığı kaynakların ne denli zengin olduğunu açıkça göstermektedir.
Şüphesiz YerKuşAğı’nın en önemli meselelerinden birisi daha önce de belirttiğim gibi YokYer’dir. YokYer, farklı olanların buluşma noktasıdır. Bu nedenle Moy, Şuri, Cice ve Hagrin tam da YokYer’in kapısında, o geçişken noktada birbirlerini bütünleyerek bir araya gelir. Burada bir başka önemli unsur, geçişin tuzla sağlanmasıdır. Herkes tuza bulanarak öte tarafa, YokYer’e geçer. Bilindiği gibi tuz, yiyecekleri korumada kullanılan kokusuz, suda eriyen saf bir maddedir. Beyazlığıyla saflığı, temizliği de işaret eder. Aslında burada YokYer’e geçilen tuzlu geçit bir anlamda bu korunmayı, bu saflığı işaret etmekte, bir taraftan da ölümü gözler önüne sermektedir. Günahsız, tüm çirkinlik ve insana özgü vahşetten âri olan bu 4 karakter, tuzlanarak, geçmişlerinden ve öldürülüşlerinden arınarak oraya geçer. Bu geçiş, onları tuz olup sarıp sarmalar. YokYer’de sonsuz bir dostluk, muhabbet ve kendileri gibi olanlarla, ötekiler gibi olmayanlarla sonsuza dek uzanacak bir hikâye onları beklemektedir. Bu hikâye, onların huzur dolu dergâhıdır.
Son raddede Deniz Gezgin’in de söylediği gibi aslında her şey “olacağına varır”. Zira çocukluğu hastahane odalarında geçen ve belki de hayatının en özel günlerinden uzak kalan, hep bir baygınlığın içerisinde, dünyada olmasına rağmen tüm zamanını kendi içinde derinleşen hayal dünyasında geçiren Moy; kapkara bir kuş olarak oradan oraya uçan, göğü bekleyen ve onu güzelleştiren, bir gün zalim bir avcının pek de umursamadan attığı bir kurşuna hedef olan Şuri; yine benzer bir hikâyeye kurban giden, o derin, eşsiz, varlığı kendisine çeken ormanların en kadim dostlarından, sahiplerinden, parçalarından biri olan Cice ve son olarak her şeyi, tüm hikâyeyi, geçmişle gelecek arasındaki tüm zamanı kendisinde birleştiren Hagrin, hikâyeyi olması gereken, hep olacağı düşünülen, kendisine başka bir seçenek sunulmayan o “son”a doğru sürükler. Bu dört yoldaş sonunda el ele verip bu diyarı terk eder. Her şey olacağına varır varmasına lakin, onların artlarında bıraktığı ses bugün hâlâ anlamını, onu duyacak ve işitecek birini arıyor. Bu anlam ne zaman karşılığını bulur, bu ses ne zaman işitilir bilinmez. Bilinen ise gökyüzünde başıboş dolaşan bir sesin hâlâ sahibini aradığıdır.
“O hikâyeyi değil, hikâye onu hatırladı,” (87) ve YerKuşAğı tam da hikâyenin tüm bu olanları hatırladığı yerde bitti.