.

Estetik, Şık Ve İçgüdüsel Yenilgilere: Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket

Neslihan Su Aydın

Bizi ilgilendirmeyen, bize dokunmayan olaylar, durumlar, felaketler biz insanlar için daha ilgi çekicidir. Oradaki estetiği daha iyi gözlemleriz, daha sağlıklı bakarız ve hatta biraz da keyif alırız. Bu felakete sevinmek değildir asla. Bir nevi etkilenmemenin verdiği huzur, hayatta kalmanın verdiği adrenalindir. En basit tabiriyle, temel içgüdü.

Süreyyya Evren, Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket’te aslında hepimize tanıdık bir felaketi anlatıyor. Daha çok bilinç akışıyla ilerlediğini söylemenin yanlış olmayacağı bu eserin baş kahramanı Sinan; annesi, anneannesi ve ablası ile yaşayan, bir işin ucundan tam anlamıyla tutamamış, insan ilişkilerinde -özellikle kadınlarla olan- zayıf, bir makale üzerinde uzun zamandır mesai harcayan entelektüel biridir. Bir yanıyla da pasif agresiftir. Tepki vermesi gereken yerde tepkisiz kalır. Tepki gösterdiğinde ise şeyler ise “yersiz”dir. Postmodern anlatının doğurduğu bir karakterdir, görece bir “tutunamayan” olduğu bile söylenebilir. Sinan’ın kendisini nasıl gördüğünü ise kitabın ilk cümlelerinde okuruz: “Hep zayıf oldum. Çok zayıf. İncecik. Karaktersiz. Silik. Gölgede. Tedirgin. Takipte. Bilemez. Sessizce sinirli. Hep arkadan geldim. İkinci. Gümüş madalya. Aynı bugünkü gibi.” (Evren, 2013, s.9)

İnsan ilişkileri zordur ama Sinan için bu ekstra zor. Çünkü Sinan yapılan her şeyin önünü ve ardını fazlasıyla düşünen biri. Romanın şahıs kadrosu çok kalabalık olmamakla birlikte Sinan’ın en fazla vakit geçirdiği şahıslar Vehbi ve Vehbi’nin sevgilisi Meryem’dir. Vehbi, Sinan’ın aksine daha sosyal, iletişim becerileri daha yüksek biri. Sinan’ın neredeyse tam tersidir. Bu zıtlık arkadaşlıklarının zeminini sağlamlaştırsa da bir yandan aralarındaki gerilimi de tırmandırıyor. Aynı zamanda bu zıtlık eserin dinamizmini de oluşturan detaylardan oluyor. Meryem Hollanda asıllı bir sanatçıdır. Vehbi’yle çalkantılı ilişkilerinin yanı sıra Sinan’la da çalkantılı bir ilişkileri vardır. Hatta birbirlerinden pek hoşlanmadıklarını söylemek de yalan olmaz.

Sinan’ın bir tutunamayan olarak algılanabileceğini söylemiştik. Fakat her devrimin kendi çocuğunu yemesi gibi postmodern bu anlatı da bir yerde Sinan’ı yiyor veya yemeye çalışıyor. Sinan, Vehbi ve Meryem’le bir düğüne katılıyor ve düğündeki bir krizi değişik bir biçimde toparlıyorlar. Sinan’ın pasif olmadığı nadir noktalardan biri burası oluyor. Aynı zamanda Sinan’ın ikili ilişkilerdeki düşüncelerine de vakıf oluyoruz. Özellikle sürekli flört ettiği Leyla ile ilgili düşünceleri onun aslında aşka dair çok da hayal kurmadığını gösteriyor:

“Leyla’ya neden pas vermiyorsun? O kız senden hoşlanıyor…”

“Öyle bir şey yok. Ona çok hayran olduğumu biliyor ve etrafında dolanmamdan hoşlanıyor. Her boşlukta kur yapmamı, her uzaklaşmasında acı çekmemi seviyor. O bir sanatçı olmak istiyor Vehbi, ama olamıyor. Hem tembel hem de hamle edemiyor. Ayrıca tembel olduğu için çekici de olamıyor. Benden başka elle tutulur bir hayranı yok. Ama ben ona çoktan büyük sanatçı olmuş hissi veriyorum, çoktan kendine bakmış, cazibelenmiş hissi veriyorum. Bizim aramızda sessiz bir anlaşma var, anlıyor musun? Ben ona hep âşıkmışım gibi yapıyorum, o da bana yüz vermiyormuş gibi yapıyor. Ben tabii âşık falan değilim ama ondaki bu hissin ölmesine razı olamayacağım kadar da hukukumuz var. En azından iki kere evlenme teklif ettiğimi iddia ettiğine göre, onu biraz olsun düşünmem kimseyi yadırgatmamalı.” (s.57)

Buradan da Sinan’ın çok bağlılık kuramadığını, aşkın duygusal açıdan bakabildiği bir şey olmadığını görüyoruz. İkili ilişkilerdeki bu duygusal bağa daha çok en temelinden, en cinsî dürtülerle baktığını tüm eser boyunca da görmek mümkün oluyor.

Her devrimin kendi çocuğunu yediğini söylemiştik. Sinan’ın, Vehbi ve Meryem’le katıldığı düğünde bir krizi kendi yöntemiyle defetmesi düğün sahipleri tarafından görmezden gelinmiyor. Böylelikle Sinan’a hayatının teklifini yapıyorlar. Oldukça kârlı, oldukça maaşlı ve rahat bir iş… Böylelikle genellikle pasif görünen Sinan’ın rolü bir yerde değişmeye başlıyor ve eserin dinamizmi buradan itibaren daha da yükseliyor.

Fakat alışılmıştan kurtulmak pek de kolay değil. Sinan’ın bu işi kabul edip etmemesi ile ilgili verilen akşam yemeğinde, Sinan kendi ailesindeki yerini sorguluyor. Duygusal açıdan açık biri olmasa bile kendi ailesinin ona karşı hislerini merak ediyor. Üstelik en yakın arkadaşı Vehbi ile ailesinin ilişkisini gördüğünde durumu başka açılardan da ele alıyor. Öyle ki kabul ettiği işi reddedeceğini söyleyerek gerginliği yükseltmeye çalışsa bile neredeyse umursanmıyor. Akşam yemeğinin ertesi gününde kendiyle konuşması bu hislerinin âdeta özeti gibi: “Hiçbir şey olmamış. Kimseyi etkileyememişim, kimseyi korkutamamışım, kimseyi endişelendirememişim, kimseyi becerememişim. Kimse benim için üzülmemiş, kimse beni yerden kaldırıp da yatağıma götürmemiş.” (s.91) Yine de bu kadar üzülmesi ve sinirlenmesinin yanında Sinan’dan etkili bir tepki göremiyoruz. Sinan pasif agresifliğini koruyor ve hatta annesinin onun odasını Vehbi ve sevgilisine vermesine bile düzgün bir tepki veremiyor:

“Bir iki belge toplamak üzere odama giriyorum ve o da ne?! Kapıda durup bakakalıyorum. Vehbi, Meryem’le birlikte BENİM yatağımda! Sarılmış uyuyorlar. Kimsenin beni yatağıma götürmediği yetmemiş bir de başkalarına yatağıma vermişler. Yorganımın altından sarkan Meryem’in bacaklarına sinirden bakmıyorum. Çekmecelerde belgelerimi arıyorum. Gürültü yapmaktan çekinmiyorum. Annemin işi hep bunlar. Şimdi bu saçmalığı, sen salonda uyuyunca ben de senin yatağını veriverdim diye açıklar bir de üstüne kesin. Vehbi’nin kıpırdandığını görüyorum, hissediyorum. Kalksın bakalım, biz kalktık. (s. 92)”

Bu alıntılardan hareketle Sinan’ın eser boyunca duygusal olarak dalgalandığını görmek de mümkün. Daha önceden duygularını çok da belli etmeyen Sinan, yavaş yavaş bazı şeylere içlenip üzülmeye başladığını gösterir. Fakat en nihayetinde bu çalkantı yine Sinan’ın kendi içinde yaşadığı bir cenderedir. Kimseyle hesaplaşmaz, yüzleşmez, genelde sesini de çıkarmaz…

Sinan her ne kadar işi kabul etmeyeceğini söylese de bunun yalan olduğunu okur hisseder. Çünkü o, ailesinin onu “kendisinden bile korumasını” ister. Kitaba ister istemez Sinan’ın perspektifinden bakıyoruz ve buradan bakıldığında eserin aslında tamamen insanın temel içgüdülerini ve arzularını yansıttığını görüyoruz.  Freud’a göre temel olarak iki içgüdü vardır: Libido ve thanatos. Yani cinsellik ve saldırganlık. Saldırganlık aslında hayatta kalmak anlamına gelir ki Sinan belki de en çok bunun için çaba gösteriyor. Kendi deyimine göre zayıflığının içinde çırpınarak bir şekilde var olmaya çalışıyor. Kadınlarla ilişkisini düşündüğümüzde ise cinselliğini tam anlamıyla kavrayamamış bir insan olmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu duruma en ilkel açıdan bakar.

Belki kendisi bile farkında olmasa da rekabet etmekten de asla çekinmez. Hatta kıskançlık duyduğu dahi söylenebilir. Vehbi ile olan ilişkisi tam da bu rekabeti gösterir. Her ne kadar en yakın arkadaşı olsa da onunla rekabet etmekten ve kendini sürekli onunla kıyaslamasından bu durumu da anlamak mümkündür. O, bazen anın kahramanı olmak ister; bazen de anın yok edicisi olmayı hedefler.

Arzularımız bizim iskeletimizdir. İçimizi ve hatta dışımızı arzularımızın etkisinde şekillendiririz. Hemen her insan kendi içinde başka bir dünya olsa bile bazı arzular ortaktır. Saygı görmek istemek, sevilmek, kabul görmek… Bunlara gidilen yolda insan kendini kaybedebilir de. Bunları görmeyince hırçınlaşabilir de.

Pekâlâ Sinan’ın arzularına gelecek olursak o da her insan gibi kabul görmek, sevilmek, saygı duyulmak istiyor. Duyulmadığını, görülmediğini hissediyor ve bu yüzden ekseriyetle “diken” gibi davranıyor. Ailesine ve arkadaşlarına kendini bu kadar göstermek istemesi ve hatta ona sunulan müthiş iş teklifini kabul etmesi bile bir yerde bu kabul görme isteğinden kaynaklı denilebilir.

Sinan’ın bir şeyler yapmaya başlaması (işi kabul edip ülke ülke gitmesi) onda tam anlamıyla bir değişiklik yaratmıyor. Sinan yine de iletişim konusunda yeteneksiz, yer yer “diken” biri. Fakat Sinan’ın bu değişikliklerin içine bir türlü puzzle gibi yerleşememesi, o kadar insanları tanıyıp onca olayların içinde yine de pasif kalması şaşırtıcı kalmıyor. Çünkü kitabın tanıtım yazısında da söylendiği gibi Sinan bir çeşit günümüzün “Aylak Adam”ı. Her ne olursa olsun hiçbir şey yapamamış olma hâlini okuyoruz Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket eserinde.

Süreyyya Evren

Süreyyya Evren yazın hayatında türler arasında dolaşmış ve her türün inceliklerini tatmış biridir. Bu da hangi türde eser verirse versin hepsinin izlerini taşıyan bir eser ortaya koymasını sağlıyor. Eserin dilini ve kurgunun geçişini düşündüğümüzde bu softluğun dilin rahat kullanılmasından ve planlı ile spontane yazının birbiri içinde eriyebilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü bilinç akışında okuyucunun dikkatini devamlı diri tutmak zordur. Kopmak kolaydır eserden. Fakat Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket eserinde bu kopuşu yaşamak neredeyse imkânsız. Üstelik ciddi toplumsal eleştirileri bazen ironi yoluyla bazen de ciddiyetle vermesi eseri çok sesli bir hâle getirmektedir.

Herkesin kendi içinde yaşadığı bir ya da birden çok felaket vardır. Battığı ve çıktığı durumlar, olaylar… En hak edilmiş yenilgiler ve kazanışlar… Bu sebeple Süreyyya Evren’in bu eseri okurlardan hemen hiç kimseye pek de yabancı gelmeyecektir. Bir yandan tedirgin edici çünkü tanıdık; bir yandan rahatlatıcı çünkü uzaktaki bir felaket. Dinamiğin yüksek olduğu ama hareketin minimumda olduğu bir eseri okuyoruz sayfalarca. Öyle ki bazı hiçbir şey yapamayışların da estetik olabileceğini gösteriyor bize Süreyyya Evren. Bazı yenilgilerin de şık durabileceğini. Hiç Kimseyi İlgilendirmeyen Kişisel Bir Felaket, işte tam da bu durumla ilgili bir eser. Yenilgileri, felaketleri ve düşüp yeniden yerden kalkmaları kabul etmeyi gösteren bir eser. Tabiri caizse hayatta kalmayı… Keyifli okumalar.

“Her güçlünün bir bozgun imgesine ihtiyacı vardır. Napolyon, Waterloo’su ile yüceliyordu. Osmanlı’nın Waterloo’su yok, benim kişisel Waterloo’larım var. Büyük yenilgilerim. Olmalı. Gerçek bir bozgun; masa başında kandırılıp durmalara, arkadan vurmalara dayalı bizim kendi milli yenilgi imgelerimize hiç benzemez. Bizim Waterloo’muz yok. İddiaların aksine bizde piyano var, piyanist de var. Waterloo yok. Yenilgi yok. Gerçek bir bozgun. Her şeyini verdiğin adil bir dövüşte sonuna kadar kaybetmenin, ama şu anda gene ayakta mevcut ve güçlü durarak o anı hatırlamanın, o tüm gücünle savaşıp da mahvolmayı hatırlamanın imgesi yok. Şerefli yenilgilerden bahsetmenin sümsüklüğünü hepimiz biliyoruz ama 8-0 yenilginin görkemini taşımayı bilemiyoruz bir türlü. Yok arkadan vurdu, yok yandan vurdu. Hayır, tam karşıdan vurdu ve düştüm! Ama şimdi ayaktayım. Zavallı Osmanlı, hiç yenilmemiş.” (s. 86-87)