Yağmur Yıldırımay Bayrakçı
Elime Tutun, Aslı Biçen’in 2005’te yayımlanan ilk kitabı. Dilsizlikle, cinselliksizle, imkânsızlıkla ve bellekle örülü bu “anlatı”, kelimeler arasındaki oyunla oldukça yoğun. Çevirmen kimliğiyle tanıdığımız, dilin inceliklerine hâkim, sözcüklerle âdeta dans eden Biçen, okuru etkiliyor. İmgelerin yoğun olduğu anlatıda her ne kadar dibini göremediğimiz bir denizin, engelleyemediğimiz bir dalganın içine düşmüşüz gibi hissetsek de kitapla hemhal olunca anlıyoruz ki bahsedilenler bizden pek azade değil. Yaşamanın, var olmanın arka planına atılmış tüm deniz kabukları, birer birer o buğulu sesi veriyor kulaklarımıza. Yeter ki denizle çevrili olan bu metne değdirin gözünüzü.
Kitapta bolca bulunan bir sözcük oyunuyla başlıyor ilk satırlar ve bu durdurak bilmeyen oyun, son sayfaya kadar sürüyor. “Mübalağaların mübah” olduğu cümleleri, bir kadın, iki erkek ve bir de deniz tamamlıyor. Kadın ile erkekler imkânsızlığın içinde imkânlar yaratmaya çalışırken deniz de onlara eşlik ediyor; rengiyle, sesiyle, sonsuzluğuyla, sırrıyla. Deniz bu anlatıda bir sır; dibini göremediğimiz, boşlukta savurduğu için… ama bir o kadar da kuşatıcı; içine çeken, ferahlatan, “kendi dışında kendinin” idrakine vardıran. Bu kuşatıcılığı rasyonel bir zemine koymak zorunda değiliz, çünkü yazar diyor, “aklıma ne gelirse, abuk sabuk, ciddi middi, senin uçurumlarını ve sığlıklarını kestiremediğim zihnine bırakıverirdim,” diye. Bırakıyor da keza; denizi de yanına alarak, kelimelerle oynayacağı, bizi sürekli uyardığı bir dil oyununa girerek. “İsimlerin kimi fiilleri kabul edebilmek için halden hale girmesi” gibi, durağanlaşmıyor yazar. Her şeyin halleri var derken, kendi de ruhuyla, bilinciyle, diliyle halden hale giriyor, karakterlere aks oluyor. Tüm bunlar da bir rüya formunda birleşiyor. İnsan bilincini tersyüz de edebilen, korku ve bekleyiş ile bütünleşik, biraz bulanık, çokça sürükleniş barındıran bir rüya hali, karakterleri en iyi anlatan bir yansıma oluyor. Dili parçalama ve yeniden yaratma eylemi, rüya, şuursuzluk, bellek… Hepsi nihayetinde bir oyunda birleşiyor; herkesin kendi kurallarıyla tamamladığı, kendi anlam evrenini yarattığı ve şöyle satırlara dökülüyor:
Ben al-sen. Su terk et-, rüzgâr uç-, bir eşya. Ağır ağır yüzey uzaklaş-. Ben su bırak-. Yakında görünmez ol-, ad bile an-, kayıp bir eşya ol-. Ben al-, bırak-. Bu yüzden dön-, seni ara-. Aramak içi dön-. Ancak böyle bul sen-. Başka biri su düş- bir eşya gibi ayak dola-. Ben değil çünkü. Zaten ol- bul-. İşte bu yüzden ben bekle. (s. 34)
Kitapta anlatılan ilişkinin imkânsızlığı, aslında bir yaşama belirtisi. Şöyle diyor erkek: “Bazen insanın canının yanmasında bir mutluluk var. Belki sadece yaşadığını anlamaktan gelen bir mutluluk.” Kadın, dilsizliğini dil bilmiş, şuurunu kaybediyorken, erkek, “erkekliğini” kullanamıyorken çıkışsız bu yolda yine de iyidir deniyor, bu “hastalıklı” halle yaşayabilmek; silkeler, kendine getirir. Üstelik deli olarak da çıkamazsın bu cendereden çünkü deli olmak öyle kolay değildir. Delilik gibi, “akla kendiliğinden karşı çıkmak, isyan etmek” bir imtiyazdır. Olağanın dışına çıkmak, herkese nasip değildir. Deli olamayanlar, acısıyla, çaresizliğiyle, türlü yoksunluklarla devam edecektir. Dolayısıyla “eksik olmak” bazen hiç de eksik olmak değildir.
Yazar, var olmanın, farkında olmanın bir getirisi olan acıyı, hikâyelerle de besler. Mesela dağ tepesinden düşüp tipi ile savrulan, ağzı burnu kan olan, yara bere içindeki genç diyor ki:
Kendini bırakıp uyuyakaldı. Uyandığında tipi başlamıştı. Güçlükle doğrulup ayağa kalktı. Kendini ovanın üzerine fırlattı. Gövdesini bir an havalandırdı tipi, sonra kayalara çaldı. Kayaların üzerinden küçük bir düzlüğe kadar yuvarlandı. Vücudunda açılan sayısız kesikten içeri doluyordu tipi. Ağzına, burnuna, kulaklarına doluyordu. Hızlı hızlı tipiyi soludu. Artık sadece ciğerlerinde değildi soğuk; her yerindeki çatlaklardan sinsice içeri sızmıştı. Buz taneleri gırtlağını tıkadı. Yavaşça mırıldandı son anda:
“Keşke biraz daha düşebilseydim.” (s. 31)
Tanınmamış bir babadan, kürtajdan, hastalıklardan arta kalan bir genç bu acıyı çeken kişi. Soğuk, ona bir yandan korku diğer yandan huzuru veriyor. Acı çekmek, bir yerde mutluluk oluyor onun için çünkü yaşadığının farkına varmasını sağlıyor. Ürkütücü ama cesurca. Sıkıcı ama akışkan. Kendinden kurtulabilmek mümkün değil, diyor yazar, o zaman bu sağa sola yalpalanmaları da kabul etmek gerek.
Elime Tutun’a hâkim olan bir başka mesele, ne kadar doğru işlediği sorgulanan bellek. Yazar, tüm yazdıklarının âdeta bir hayal ürünü olduğunu anlatmak istercesine belleğin güvenilmezliği dillendiriyor:
Bellek cansız bir şey olsa kaydettikleri de değişmeden durabilirdi belki ama o da soluk alıyor. Geçmişi aktarmak bu yüzden umutsuz bir çaba. Sonrasını bildiğim bir şey nasıl değişmeden kalabilir ki aklımda? (s. 40)
Bu muğlaklık belki de bir uykuyla uyanıklık arası denilen bir yer; biraz da kurulan, insanın kendini içine yamadığı, çok da birilerinin koyduğu birtakım kuralların işlemediği. Mesela belleğini yitiren kadın bu “-sız”lığın “canlı bir heykeli”. Bir yerlerinde “eksiklik” var ama bu eksiklik sayesinde “antik bir el emeği” gibi değerli. Çünkü yaşamak biraz da acı çekmektir, ikisi için ve bu, canlı olmanın en hararetli halidir. Sevişmeden ve konuşmadan da iki insanın birbirini tamamlaması mümkündür:
Kendi kurduğun ama kendi denetiminden çıkan bu dili, senin dilini midemden zihnime çıkarmayı başaramadım asla; sen de onu normal sözcüklere dökmeyi reddediyordu. Senin dilin benim cinselliğim olmadan, tensiz, ahenksiz, yan yana hayatta kalan iki canlı nesneydik sadece. Sevişmeden ve konuşmadan birbirini çeken iki nesne. (s. 44)
Bu ikilik de okuru düşündüren, nedenini çözemediği -çözmekle elbette yükümlü değil- bir durum. Sıkı sıkı tutulmayan ama bırakılmayan eller var ortada. Biri kelimelerin, diğeri tenin verdiği huzura kavuşmak ister ama olmadan da devam edebilirler. İşte budur onları diri tutan.
Kitabın her türlü norma ufak da olsa bir gönderme yaptığını söylemek mümkün. Bunlardan biri, aile. Erkek, bir gün ameliyat olur ve “anılar kompartımanında takılı kalmış dört ihtiyar kadın”, halaları ve teyzeleri evi doldurur. Hâlbuki erkek, hayatını onlardan bilerek uzaklaştırmıştır ama işte bir yerlerden çıkıp gelirler. Neden uzaklaştırdığının cevabını bilemeyiz ama uzaklaşılması gereken insanlar olduğunu sezebiliriz belki. Nereden mi? Yüzyıllara yayılmış, yakamızı kurtaramadığımız bir çukurdan; ev içi emek düzeninden. Şöyle anlatıyor erkek, akrabaları:
Evin sınırları dahilinde bir erkeğin tamir dışında herhangi bir konuda varlık göstermesini kesinlikle içlerine sindiremeyen yine o aynı ellerin gündelik işlerimi kendi üzerine almaları ve mutlak bir miskinliğe havale etmeleri…
diyor ve şunları ekliyor:
her nedense sinirlerimi bozmak yerine huzur veriyor bana. Yataktan camın önüne, oradan masaya, oradan televizyonun karşısına, oradan küçük yürüyüşlere, oradan televizyonun karşısına ve tekrar yatağa taşınmak; ne yediğini, ne konuştuğunu, ne gördüğünü bilmemek… (s. 47)
Bu paragrafta yazar, bir yandan olan biteni mantıklı bulmayan ama diğer yandan da durumu kanıksayan erkeğin halet-i ruhiyesini verirken belki bize “iktidarsız” erkeğin tam da “erkek” olduğunu hissettiği yerde nasıl da eleştirdiği şeyin ta kendisi olduğunu gösteriyordur. Ya da bazen zihni susturmanın, “kuru muhabbetlerle susma”nın, mahsur kalmanın verdiği acıyla yaşamanın, var olmak olduğunu. Bu, artık bizlerin alımlamasına kalmış.
“Yaşamından çekip giden biriyle konuştun mu hiç?”
Dilsizliğin dili var elbet ama bu soru, aslında yalnızlığın da derin bir göstergesi. Kelimelerin nefes aldıran bir yanının olduğunu bağırıyor sanki yazar. Karşınızda susan biriyle yaptığınız her sohbet, bir yerden sonra monoloğa döner. Yokluk, yalnızlığı getirir. “Bir şeyleri paylaşıyorum sanırken, dışına attığın o şeylerin orada bir kat daha ağırlaşıp sana döndüğünü fark edersin. Yokluk koyulaşır.” İşte yazar, bu koyulaşan anları diliyle yeniden yaratır. Her seferinde baştan kurar dünyayı ve karakter baştan yazar. “Başka bir anlatışımda başka biri olacaksın, belki daha yakınımda” der erkek. Kelimeleriyle yeniden yaratır, can verir. Buna, harflerin en güzel döngüsü denebilir.
Elime Tutun için bir “trans hâli” diyebiliriz belki. Okuru dil inşasıyla/oyunuyla içine çeken, düşündüren, biraz da hırpalayan ama bir yandan da haz veren. Çünkü anlatıdaki dil öyle bir dil ki zihinde yarattığı boşluklara, “abuk sabuk, kulak tırmalayan” sesleri eklemek, onları biçimlendirmek okurun elinde. Çoğu insanın hâkim olmadığı bir lisanla yazılmış bu anlatı; “kendisine has çağrışımlarla” örülü. Tanımak için, anlamlandırmak için mutlaka okunması gerekir. Kitabın belleğine, diline, eline tutunmak gerekir. Yazarın oynadığı oyunun farkında olmak ama kendini oyuna kaptırmak gerekir. Martının simidin peşinden koşması, isimlere fillerin eklenmesi için çekimlere girmesi, bir gün mutlaka gideriz denilen ama sadece uzaktan seyredilen Kız Kulesi’nin tüm heybetiyle yerinde durması gibi.
ELİMİ TUT, elime tutun, elimden tut, elimde tutkun. Eski bir oyun, belki de karşı sedire vuran güneşin açısı bir an zihnimin ulaşılabilir bir yerine getiriyor onu. Kelimelerle düşünülmez gerçi. Ama kendine konuşuyorsan o zaman başka.