
Tevfika İkiz
tevfika.ikiz@sanatkritik.com
Şair H. W. Longfellow’un bu dizeleri ile Mahşer romanında karşılaştım. Peyami Safa Mahşer’de hem bir dönemin sosyal gerçeklerini daha doğrusu içinden geçtiği dramatik anlarını hem de toplumsalın, kişinin üzerindeki çalkantılarını her zamanki duygu yüklü ve etkileyici dili ile okuyucularıyla paylaşıyor.
I. Dünya Savaşı sonrasında bir toplumun kurumsal anlamda çöküşünü başkahraman Nihat’ın yaşamı üzerinden anlatan gerçekçi bir roman Mahşer. 10 milyon askerin ve yaklaşık 6,6 milyon sivilin hayatını kaybettiği bu savaşın sonrasında, toplumsal travmanın birey üzerindeki kaçınılmaz etkisi her alanda olduğu gibi psikanalistlerin de kültür ve medeniyetin kıyımlara ne kadar engel olabileceği konusunda düşünüp çalışmalarına yol açmıştır. Psikanaliz savaşın kişiler üzerindeki etkisinden bahsederken nasıl karışık duygular, düzensizleşmiş içsel yaşantıların oluştuğunu, kültür insanının içinde bulunduğu toplulukla oluşturduğu bağların nasıl koptuğunu anlatır. Ulusların büyük idealler ile insanları birleştirme fikirlerinin savaş ile yok olduğunu, kişinin gelişiminde kültürün savaş ile nasıl yok edildiği açıklanır.
Kahramanımız Nihat büyük bir savaşın zorluğu içinde sürekli daha iyi günlerin geleceğini hayalinde yaşattığı İstanbul’un hakikatine kavuşacağı anların sabırsızlığı içindedir. Kafkas cephesinde yaralanıp, ardından gönderildiği Çanakkale’de tekrar yaralanan Nihat travma üstüne travma yaşayıp, yorgunluk ve açlığına başarısızlık ve izzeti nefsinin çöküşünü de ekleyerek İstanbul’a gelir. “Yaralandım, mezuniyet aldım, ihraç edildim” düşünceleri ile geldiği şehirde aç susuz ve tanıdıklarını kaybetmesinin gerçeği ile beraber savaştan daha kötü bir atmosferin içine düştüğünü kısa sürede anlayacaktır. Özellikle iş arama uğraşının bitmek tükenmek bilmeyen bir cefa ile sürmesinin yanı sıra savaştan dönenlerin pek de itibar edilmediği bir ülke tasviri şu sorgulamalara yol açar: “Biz kimler için harp etmişiz, cephede küme küme insanlar geride küme küme insanlara tatlı uyku verebilmek için mi kan akıtmışlar?“
Peyami Safa Nihat’ın hayal kırıklığının, kendini yalnız hissetmesi ve istemediği bir dünyada bulmasının aslında onu savaştan önceki zamanlara dönme arzusu yani bir idealin peşinde koşma ile yaşadığı gerçeklere tahammül edebileceğine inandırır. Oysa İstanbul ve yaşayanlarının yozlaşmış değerler ile hayat sürmelerinin onun bu ideallerinin çökmesine ve tarifsiz bir hayal kırıklığı duymasına neden olduğunu dramatik bir dille anlatır yazarımız.
Nihat her zamanki benliği ile katıldığı savaşlarda yeni savaşçı bir ideal ile donanmış, kaybedilen savaş ile beraber bu yeni savaşçı benlik yıkılmış ve zayıf şekilde vatanına dönmüştür. Savaş travmalarının çekirdek kavramı olan kişinin o zamana kadar ki sahip olduğu benlik işleyişi ile savaştaki ideallerinin çatışması temel bir özellik olarak karşımıza çıkar. “Savaştan beteri yoğun hayat mücadelesi, orada belli kurşun atılır ama burada her şey belirsiz, halk çok fakir.” Zaten romanın ilerleyen sayfalarında bu çatışmalara araya giren Eros’un gülümseyen yüzü yetmeyince ihtilal diye tutturan ve deliliğin sınırındaki Nihat, toptan değişim ile her şeyin yıkıldığı ve yeniden inşa edilmesi ile ancak kurtulabileceğine inanır. Nihat’ın öyküsü aslında savaş nevrozlarını, ideallerin yıkılışı, kurtarma çabasındaki Eros’un yani yaşam dürtüsünün devreye sokulması ile ilerleyen ve baş edemeyen benliğin ölüm dürtüsünü arayışına kadar giden bir süreci bize göstermektedir. “Aciz anlarında ruhunu sık sık yakalayan derin yeis, hiç sevmediği miskin ve karanlık bir hassasiyet benliğine çöktü. Böyle zamanlarda hiçbir şeyi muhakeme edemez, mantığı dağılır gider, gözleri kararır, kulakları uğuldar, etrafında ışıklar, çizgiler ve sesler birdenbire silinip gaip olarak, onun dışarı dünya ile alakasını keserler”.
Sanırım bu tasvir travma sonrası saplantılı şekilde tekrarlanan acıların içindeki derin ruh halini açıklamaktadır. Tabii ki roman böyle ilerlemeyecek, Nihat her şeye rağmen aşkın içine düşerek narsisizmini ve yıkılan hayallerini tamir etmeye çalışacaktır. Muazzez de buna uygun olarak rastgele seçilen bir isim olmamakla beraber Nihat’ın tüm isteklerinin bir anlamda yoğunlaşmış halidir; izzet ve şeref sahibi, saygı duyulan değerli bu aziz kadın, geleceğinin inşasında onu onaracak, yüceltecektir.

Peyami Safa’nın kişilik tasvirleri ile kahramanlarının girip çıktığı ruh hallerinin çeşitlemelerinin yanı sıra, onları bedensel olarak özellikle tasvir etmesi ilgimi çekiyor. Nihat’ın travmatik olaylar karşısında aldığı tavırların izlerini kitapta baştan sonra takip ettiğimde sabırlı olmak için sürekli kendini sakinleştirme süreçlerine başvurduğunu görüyorum: “Mahzun gönül, sükût et. Güneş bulutların arkasından da ışık verir” sık sık dile getiriliyor. Yanı sıra iş için sayısız kez uğradığı mekânlarda beklerken içinden sürekli sayı sayıyor. “En sabırsız beklemelerde dimağını buna alıştırmıştı”. Tabii burada obsesif şekilde bir sayma değil ardında sadece sakinlik arayan otomatik tekrarları düşünmeliyiz. Sakinlik arayışı içinde olma ile açıklayabileceğimiz bu durumu, aslında I. Dünya Savaşı’ndan yaralı dönen Nihat’ın bazen travmalarını tekrar ederek yaşaması da olabilir diye düşünmekteyim. Sakinleştirme süreçlerinin yetmediği durumlarda sıkıntıların paylaşıldığı ve dayanak alınan bir sevgilinin varlığı öne çıkmaktadır. Aslında Nihat zaten 12 yaşında ebeveynini kaybetmiş, üzerine savaşa katılmış, yaralanmış, sonrasında İstanbul’da büyük hayal kırıklıklarına uğramış, travma üstüne travma biriktirmiş bir kişidir. O nedenle sevgilisi Muazzez de ebeveynini erken kaybettiğini ifade edince ortak bir yokluğun paylaşımında şöyle demektedir: “Müşterek felâketlerin ızdırabı azdır.” İçimizde bulunan karanlıkların banyosundan ancak ortak duygu ve düşüncelerle çıkabiliriz fikrine sarılmaktadır.
Burada tabii Sigmund Freud’u hatırlamadan geçemeyeceğim; Freud kişinin kendisinin ulaşamadığı benlik idealini sevgiliye yansıttığını, çocukluğundaki kaybettiği narsisizminin yerine benlik idealini koymasından bahseder. Benlik ideali, ebeveynlerin ve eğitimcilerin çocuğa atfettiklerinin sonucunda onun çocukluk narsisizminden vazgeçmesiyle oluşmaktadır. Bu vazgeçiş, yerine geçen olmadan olanaksızdır, işte bu yüzden de çocukluk narsisizminin yerine benlik ideali devreye girer. Bu olasılık ileride bir gün benlik ile idealin gerçekten birleşmesine zemin hazırlamaktadır. Ama benlik ideali sadece eleştiren değildir, başarı hırsı ve kendine güveni de içerir. Bu olumlu duyguların yaşanması için benlik içindeki nesneler benlik ideali ile uyuşmalıdır. Benlik ideali eğer nesne ülküleştirilmesiyle yer değiştirilirse kısa devre yapmaktadır. Nihat’ın hem kendi ideallerinin çökmesi hem de Muazzez’den büyük beklentileri bu açıdan bakıldığında açmazının derinliğini gözler önüne serer.
Peyami Safa’nın âşık olarak yaralarını sarmak isteyen ve travmadan kurtulmayı deneyen kahramanı Nihat’ın, romanın sonuna doğru sevginin yetmediği durumlarda yani Eros’un cılızlığı ve ölüme karar vermenin nasıl eziyetleri azalttığını anlatırken ölümü bir nevi yaşanan travmaların karşıtı olarak kullanması söz konusudur. Çeşitli psikosomatik işleyişlerin vardığı son nokta olan ölüm dürtüsünün travma karşıtı olarak kullanılması fikrini Nihat’ın ağzından dinleyelim: “Bir kere ölüme karar verdikten sonra bu eziyetler o kadar azalıyor ki hepsinin sonunda yokluğun o daha şimdiden rehaveti hissedilen sükûnu var”. Ama tabii ki işler yoluna giriyor, cılız kalan Eros ötekinin yardımı ile toparlanıyor, iyi çevre Nihat’ı kuşatıyor ve sevgilisine kavuşuyor.
Hayat anlamını deneyimlemek için devam ettirmeye değerdir fikri ile roman sona eriyor. Haz ve elem el ele hayatın akışında sürüp gidiyor.