Naci Sadullah’ın Son Posta gazetesinde yaptığı ankete devrin birçok meşhur şair ve yazarı katılıyor. Bu meşhur şair ve yazarların verdiği cevapları sırasıyla yayımlayacağız.
Halit Ziya Uşaklıgil’in cevapları burada.
“Bize türlü türlü lezzet, türlü türlü zevk ufukları açan büyüklere karşı haset ve husumetle değil, hürmet ve şükranla mütehassıstık.”
Halit Ziya Uşaklıgil: “Meşrutiyetten sonra gelmiş şairlerimizin en kuvvetlisi kimdir?” sualine cevap veriyor, ve: “Ben”, diyor, isim zikretmemeye yeminliyim. Hem böyle bir suale tek isimle cevap verenler, hükümlerinde daima yanılabilirler. Çünkü sanat sahasında; imtihanda talebe derecesi tayin edercesine yapılacak tasniflerde isabet olacağını hiç ummuyorum.”
Onu bu sorguda konuşturmaktan böylece ümidi kesince, mevzuu değiştirmek çaresine başvurdum:
–En genç şairler büyüklerin lakaydilerinden şikâyet ediyorlar. Ve mesela sizin devrenizdeki şöhretli yazıcıların gençleri böyle hor görmediklerini söylüyorlar. Haklı mıdırlar dersiniz?
-Bugün “alaka” vazifesini gençler yaşlılardan fazla ihmal ediyorlar. Biz gençliğimizde eskileri okurduk: Nabi’nin felsefesine, Nefi’nin musikisine, Nedim’in şuhluğuna ve Şeyh Galip’in hayaline meftun olurduk. Ve bize türlü türlü lezzet, türlü türlü zevk ufukları açan bu büyüklere karşı haset ve husumetle değil, hürmet ve şükranla mütehassıstık. Mesela kendi hesabıma ben, Recaizade’nin Zemzeme’sini, Abdülhak Hamit’in Hazine-i Evrak sayfalarındaki manzumelerini, Muallim Naci’nin Ateşpare’sindeki Şerare’sindeki gazellerini hâlâ ezbere bilirim!
Talih bize onlarla karşılaşmak fırsatlarını verdiği zamanlarda heyecandan dillerimiz tutulurdu.
Bizden genç olanlara karşı da bittabi, büyüklerimizin bize karşı takındıkları sahabetkâr [koruyucu] muameleyi göstermeye çalışırdık.
Faik Ali, Hüseyin Siret, Celâl Sahir ve daha sonraki Fecri Âti şairleri hep Tevfik Fikret’le, Cenap Şehabettin’in takdirkâr himayeleri altında yetişmişlerdir.
Ve ben hayatımın iki en büyük sanat heyecanından birini, Mehmet Rauf’un bana gönderdiği ilk hikâyesini okuduğum zaman duymuştum:
Hem o kadar uzağa gitmeye ne hacet? Bugün hâlâ, bana gelen yığınlarla şiir risalecikleri içinde bir güzel mısraa rastladığım zaman, lezzetli bir şurup içmiş gibi oluyorum!
-Ya bugünkü delikanlıların hakkınızda kullandıkları lisana ne dersiniz?
Üstadın dudaklarında olgun bir gülüş belirdi:
-Ben, dedi, elli seneden beri yazı yazıyorum. Ve bu kabil [tür] tarizlere [saldırlara] hiç değilse beş yüz defa uğradım!
-Onların içinde beğendikleriniz de var mı?
-İçlerinde bittabi [tabii ki] ümit veren istidatlar [yetenekler] var. Fakat henüz filiz halindedirler. Bence en fena cihet [taraf], şiir yazmanın çok kolay bir iş sayılmasıdır.
Bu çürük telâkki [fikir] yüzündendir ki, şöhret savaşına kalkışanlar içinde çok cılız tipler de görülüyor.
Ve onların neşrettikleri [yayımladıkları] risaleleri ben, sanat bahçesindeki verimli filizleri gözden gizleyen, yabani dikenlere benzetiyorum!
Sonra ben onların, kendilerinden evvelkiler hakkında kullandıkları lisanı da biraz serkeşâne [savruk] buluyorum.
Farzı muhal [örnek] olarak eski eserlerin, günün sanat zihniyetine aykırı kaldığını kabul edeyim:
Böyle olsa bile, o eserler nihayet, tıpkı çiniler ve halılar gibi sanat yadigârları arasına katılır. Ve mefahiri milliyeden [milli iftiharlardan] sayılır. Böyle yapmayıp da onların kendi zamanlarının telâkkisine uygun meziyetlerini inkâra kalkışmak: “Biz meydana gelmeden önce, bu toprağın fikir kuvvei namiyesi [büyüme kuvveti) hiçbir mahsul vermedi!” demekle birdir.
Bu da, memleketin ve milletin istidadını hiçe saymaktır ki, yurda karşı hayli hazin bir küfran[nankörlük] teşkil eder.
Sigarasını tazeleyen değerli edip:
-İşi, dedi, bir de başka zaviyeden [bakış açısından] mütalaa edelim [düşünelim]: Eğer gençler, işgal edebilecekleri makamları fazla dolu görüyorlar da, yer bulabilmek için oralarda oturanlara çelme takmaktan başka çare bulamıyorlarsa diyeceğim yok.
Fakat bu onların hem acizlerini hem de şahsî menfaat hırsıyla davrandıklarını gösterir ki, hiç de daha az teessüf verici değildir.
Hem bizde fikir, ilim ve sanat sahası vehmettikleri gibi tıklım tıklım dolu değil, bomboştur.
Müsaade ederseniz bir eski tabir kullanayım ve: Arzullahı vasia.. [geniş ve boş yer] diyeyim!
Evet… Edebiyatın toprakları hiç değilse Allah’ın toprakları kadar geniştir!
Sonra ayıklamak meselesi, gelen nesillerin değil, zamanın vazifesidir.
Zaman öyle zalim, öyle kahir [kahredici] bir çarktır ki, onun dişlerinde takılan her şey gibi, bütün isimler de etrafa talaş halinde dökülür. Ve o talaşlar, esen rüzgârlara katılarak savrulup giderler.
Güldüm:
-Ya ne kalır üstat?
O da güldü:
-O kasırganın içinden kurtulabilip de birer kaya parçası sıkletiyle [ağırlığıyla] yamaçlarda tutunabilenler…
Ve ciddileşerek ilave etti:
-Fakat onlar da o kadar az ki!
[11 Nisan 1936]