.

Simone de Beauvoir’ın Sartre’a Mektuplar’ıyla Silinen Mesafeler

Selin Gürses Şanbay

Simone de Beauvoir, hemen herkesin İkinci Cins (Fr. Le Deuxième Sexe) adlı yapıtıyla tanıdığı, 20. yüzyılın tanınmış yazar ve düşünürüdür. Söz konusu yapıtın toplumsal cinsiyet teorileri kapsamında başucu kitaplardan biri olarak ele alınması Beauvoir’ın feminist felsefeci kimliğine vurgu yapsa da Beauvoir’ın edebî yaratıma verdiği önem hem otobiyografilerinde kendisi tarafından defalarca vurgulanmış hem de ortaya çıkardığı eserlerle perçinlenmiştir. Yazarlıkla kurduğu bağ ile felsefeyle kurduğu bağ arasında bir seçim yapmadığını, her iki alanın da kendisi için ne kadar önemli olduğunu yapıtlarında bu iki dilin ustalıkla birleşmesinden rahatlıkla anlayabiliriz. Kadınlık ve erkeklik, aşk ve ölüm, yaşlılık ve geçicilik, varlık ve hiçlik, anlam, bilim, felsefe gibi konuları yapıtlarında sırasıyla ele alan yazar için yaşamında vazgeçilmez olan çok az şey vardır. Otobiyografik yapıtlarında kendi ifadesine göre kendisi için nefes almak kadar gerekli gördüğü bir “başkası”nın varlığı, hayat arkadaşı Jean-Paul Sartre ile olan ilişkisi bu vazgeçilmezlerin belki de ilk sırasında yer alır. Sartre’ın bir röportajda da ifade ettiği gibi[1], yalnızca bir gece küs olarak uyuduğu çiftin hiç kopmayan hikayelerinin en içten tanıklığını birbirlerine yazdıkları mektuplarda okuruz.

 Sartre tarafından Beauvoir’a yazılan mektuplar 1983 tarihinde 2 cilt olarak Castor’a Mektuplar (Fr. Lettres au Castor) başlığıyla yayınlanırken, Beauvoir’ın Sartre’a yazdıkları 1990 senesinde yine 2 cilt olarak Gallimard tarafından yayımlanmıştır. 2022 senesinde Sartre’a Mektuplar’ın (Fr. Lettres à Sartre) ilk cildi Damla Kellecioğlu tarafından Türkçe’ye çevrilerek okurla buluşmuştur. Beauvoir’ın sade ancak çarpıcı dilinin etkilerini koruyarak yapılmış bu özenli çeviri okuru çiftin boyun eğdiği vazgeçilmez “gerekli” (Fr. amour nécessaire) aşklarının tanığı konumuna getirir.

Yapıtın belki de en çarpıcı yanlarından biri, mektupların aslen Sartre’dan başka kimseye yönelik yazılmamış olması, dolayısıyla en üst seviyede bir samimiyet derecesine sahip olmasıdır. “Sevgili küçük varlığım”, “sevdiceğim”, “sevgilim” gibi aşk dolu hitaplarla başlayan mektuplar iki sevgili arasındaki bir şakanın bir ömre yayılmasının göstergesi olarak “tatlı kunduzunuz” diye imzalanır Beauvoir tarafından. Düşüncelerini, hayallerini, felsefeyi, edebiyatı, arkadaşlarını, sorunlarını, kısacası hayatını oluşturan her öğeyi tüm çıplaklığıyla paylaştığı mektuplar bir anlatı yapısında değil, ilk yazıldığı orijinal biçem ve içeriğiyle kitapta bulunur. Okur açısından dönemin hassas siyasi ve toplumsal dengelerini anlamak için gözetilen tek kriterin ise kronolojik sıra olduğunu söyleyebiliriz. Kitapta toplam 5 sene boyunca gönderilen mektupların sayıca ağırlığı ise 1939 yılındadır çünkü bu tarih aynı zamanda savaşla ortaya çıkan hem bireysel hem toplumsal bir acının da başlangıcıdır. Bireysel bir acı olmasının sebebi ise Sartre’ın aynı yıl Meteoroloji Dairesi’nde başladığı askerlik görevidir. 208 adet yazışmanın (Fr. correspondances) sıralanmasından oluşan kitapta sadece 1939 yılına ait 65 mektup bulunur. Bu sayısal oran bile başlı başına bir göstergedir. Savaş dolayısıyla ayrı kalan çiftin tek iletişim yolu olan mektuplaşma bu dönemde çiftin ilişki dinamiklerinin de belirleyicisi konumundadır.


Genç Beauvoir ve Sartre, Paris’te bulunan Vavin Caddesi üzerindeki Balzac heykelinin önünde.
(Kaynak: https://fr.m.wikipedia.org/wiki/Fichier:Sartre_and_de_Beauvoir_at_Balzac_Memorial.jpg )

Kitabın içeriğini ve Beauvoir’ın içselleştirdiği aşkının ifadesini ele almadan önce, mektup türüne kısaca bir bakmak, söz konusu metni doğru kodlarla okumak için bu noktada gereklidir. Mektup türünün iki farklı ortaya çıkış yöntemi vardır. Bunlardan birincisi “mektup romanı” (Fr. Roman épistolaire) olarak adlandırabileceğimiz kurmaca yapılardır. Örneğin 18. yüzyılın ünlü düşünür ve yazarı Montesquieu’nün İran Mektupları adlı yapıtı gibi kurmaca karakterlerinin ağzından yazılmış ancak yazar tarafından kurgulanmış mektuplarından oluşur. Bu türün en belirgin amacı aktarılanların gerçeklik etkisinin artırılmasıdır. İkinci tür olan mektup türü (Fr. Genre épistolaire) ise, tarihin belirli bir döneminde yaşamış, tanınan ya da önemli insanlar arasındaki gerçek mektuplaşmalardan oluşur. Görüldüğü gibi, iki tür arasındaki temel fark kurmaca ve gerçeklik zıtlığıdır. Bir tarafta gerçeklik hissi yaratmak amacıyla kurgulanan mektup söylemi dururken diğer tarafta edebi bir değer güdülmeksizin oluşturulmuş gerçek insanların gerçek sözceleri vardır. Bu türler ayrımı ışığında, Sartre’a Mektuplar adlı yapıt ikinci türün değerli bir örneği olarak karşımıza çıkar.

Savaş Öncesi Mektuplar

Beauvoir ve Sartre çifti birbirlerinden uzak kaldıklarında mektuplaşırlar çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi araya uzaklık girdiğinde insanların ellerindeki tek iletişim yolu mektuplaşmaktır o dönemde. Kitabın büyük çoğunluğunu oluşturan 1939 yılına kadar zorunlu değil ancak seçime bağlı keyfi ayrılıklar yaşayan çiftin yaşamı çoğunlukla Paris merkezlidir. Dolayısıyla Sartre ya da Beauvoir’ın her Paris’ten uzaklaşması mektuplaşmayı da beraberinde getirir. Beauvoir’ın bu dönemlerde yazdığı mektuplarına baktığımızda sıralanan aşk ve özlem sözcüklerinin yanı sıra gündelik yaşamlardan muazzam detaylar buluruz.

Uzaklaşan Sartre ise, Beauvoir yaşamın gündelik ilerleyişinden söz eder hayat arkadaşına. Dostlarla gerçekleşen buluşmalar, aralarında geçen konuşmalar, yapılan şakalar, yenilen yemekler, müdavimi oldukları café’lerdeki etkinlikler, gidilen opera, sinema ve tiyatrolar gibi konuları en ince ayrıntısına kadar uzun uzadıya anlatır. Aralarda elbette tüm bu konular karşısındaki düşünceleri ve duygularını da eklemeyi ihmal etmez. Kısacası, bu mektuplarda o dönemin günlük Paris yaşamını entelektüel bir felsefecinin gözünden, son derece gerçekçi betimlemelerle tanıma olanağı buluruz.

Ancak eğer Paris’ten ve sevgilisinden uzaklaşan Beauvoir ise mektupların sadece içeriği değil ama tonu da değişir. Her şeyi deneyimlemek merakının, gezilerinin en büyük motivasyonu olmasından dolayı, Beauvoir en ufak bir olayı, en önemsiz uzamı bile anlatmaktan geri durmaz. Durduğu her tren istasyonunu, yediği her yemeği, karşılaştığı her insanı, ziyaret ettiği şehirlerdeki gezintilerinin her detayını neredeyse anı anına, günlük tutma pratiklerine son derece yakın bir teknikle Sartre’a aktarır. Her biri birer yolculuk söylemine dönüşen mektuplar gözlemci Beauvoir’ın hassas dikkatiyle neredeyse bir belgesel niteliği de kazanır kitabın okurunun gözünde.

Savaş Sonrası Mektuplar

2 Eylül 1939 tarihinde çağrıldığı askerlik görevini yapmak üzere Sartre Nancy’ye gider. Bu aynı zamanda Sartre ve Beauvoir arasında yaşanacak en uzun ayrılığın da başlangıç tarihidir. Beauvoir’ın bu tarihten itibaren yazdığı mektuplardaki ton oldukça farklılaşır çünkü gönderdiği mektupların Sartre’ın eline ulaşacağından emin olmadığı gibi Sartre’ın da can güvenliğinden sürekli endişe etmeye başlar. Çok sevdiği gezilerinden de büyük oranda mahrum kalarak Paris’e adeta demir atan genç kadının önünde zor günler vardır. Mektuplaşmaların daha başında ise ilişkilerinin başından beri çok iyi bildikleri bir yöntemle bu durumun üstesinden gelmeye karar verirler: bir anlaşma. Aynı 20’lerindeyken aşk üzerine yaptıkları anlaşma gibi bir söylem anlaşması yaparlar aralarında: ikisi de mektuplarda ne geçmişin güzel günlerinden ne de gelecek umutlarından söz edeceklerdir. Anılara sınır koyarlar yani bu anlaşmaya göre. Dönemin siyasi panoraması ve bu konudaki düşünceleri zaten mektuplarda hiçbir zaman yer almayacaktır çünkü Sartre’a gelen her mektup askeri denetimden geçer. Bu kural hayatlarının bu döneminde her alanda sert birer mücadeleye giren çifti melankolinin zayıflıklarından koruyarak asıl olana odaklanmalarını sağlayacaktır; mesafelere rağmen aşklarından aldıkları güce. Kaldı ki Beauvoir daha ilk mektubunda şöyle ifade eder sevgilisine bu durumu: “Ama sizinle buluşmaya ihtiyacım yok, sizden ayrılmış değilim, hala sizinle aynı dünyadayım.[2]

Gördüğümüz gibi savaşla yüzleşen aşık çiftin uzaklıkları ve mecburi ayrılıkları sırasında ayrı ayrı verdikleri mücadeleleri aşklarını yaşamalarının önündeki bir engel olarak görmezler. Sartre’ın bu yeni durumu nasıl karşıladığını Castor’a Mektuplar’da okuma olanağımız olmakla birlikte Beauvoir’ın yaşamının böylesine temelden sarsılışını hem güncelerinde hem de bu mektuplarda neredeyse aynı şekilde ifade ettiğini söyleyebiliriz. Koşulların Gücü adlı otobiyografik yapıtına eklediği savaş güncelerinde bu günler için “anestezi etkisinde gibiydim[3] diyen Castor mektuplarda Sartre’a şöyle anlatır hissettiklerini: “Bir hastalığın ilk günlerinde gibiydim, hani ateşin olur, en ufak bir şey ciddileşir, bilinci baştan başa meşgul eder ve aklını başından alır.[4] Bu ifadelerden savaşın eşiğinde bir ülkede, Sartre’sız bir Paris’e mecbur kalmış Beauvoir’ın duygularının tüm varoluşunu nasıl etkilediğini rahatlıkla görebiliriz. Yaşamaya devam etmek zorunda olduğundan çalışmak, ders vermek, okula gitmek gibi gündelik yaşamın zorunluluklarını yerine getirirken, henüz tam olarak karşılaşmadığı ama karşılaşması nerdeyse kaçınılmaz olan mutlak bir trajedinin ağırlığı altında kalır genç kadın. Bedeni yaşıyordur ve görünüşte sağlıklıdır ancak aslında tüm bedeninin, tüm algısının, tüm düşün yeteneklerinin üzerini de bir kara bulut kaplamıştır. Bu bir hastalıktır. Sevdiğinden ayrı kalmak, savaşın korkunç varlığını an be an daha fazla hissetmek hastalığın en büyük sebepleridir. Aşamayacağı ve değiştiremeyeceği bu aşkın güçlerin karşısında tek yapabileceği şey ise geçmesini beklemektir: savaşın bitmesini ve sevgilisine kavuşmayı beklemek.

Bazen umutlu bazen umutsuz bekleyişi sırasında yukarıda da belirttiğimiz gibi Paris merkezli yaşamına devam eden Beauvoir mektuplarında Sartre’la ortak tüm dostlarından olabildiğince haberler verir, olayları ve konuşmaları anlatır, dinlediği müziklerden, arada bir gidebildiği sinema ya da opera gösterimlerinden söz eder, tanıştığı yeni insanların titiz birer betimiyle birlikte analize varacak fikirlerini anlatır. Mektuplar Castor için sadece bir iletişim aracı olarak kalmaz, yazar yazdığı her mektubu adeta varoluşunun birer kanıtı gibi sunar hayat arkadaşına. Günce titizliğinde günü gününe yazdığı mektuplardan bazıları savaş dolayısıyla Sartre’ın eline ulaşmadığında, bana hangi tarih olduğunu söyleyin, o günün mektubunu yeniden yazarım der. Yaşadığı hiçbir anı Sartre’ın kaçırmasını istemez çünkü bu mektuplaşmalar Beauvoir için zaten hiç ayrılmamış olduklarının da birer kanıtıdır. Yazışmalarında birbirlerine sordukları soruların cevapları da olduğundan “kesintisiz bir sohbet”in öznesi gibi hisseder kendini her mektup yazdığında ve aldığında.

Beauvoir Sartre’a en çok da kendini ve tanıştığı yeni duygularını aktarır. Bir gün özlem ve endişe duygusuyla müdavimi olduğu Dôme adlı restoranın tuvaletinde ağlama krizine girer. Yüzünü yıkayıp da aynaya baktığında daha önce hiç algılamadığı gibi algılar kendini.

“Yüzümü toparlarken kendimin güçlü bir suretini gördüm, bana gerekli etkiyi yaptı, döktüğüm gözyaşının bana yaşatacağı tüm o dakikalar gözümün önündeydi, olağanüstü bir biçimde savaş dönemi kadınlarına benziyordum. Ve bunun üzerine bir kaybolmuşluk duygusuyla ‘şu kadın benim, bunlar benim başıma geliyor’, diye düşündüm.”[5]

Bu an aynı zamanda artık savaşın tam da ortasındaki bir coğrafyada yer aldığının ve “benim öbür yarım” dediği hayatının aşkının da bu savaşın mecburi figürlerinden biri olduğunun farkına varmasını vurgular. Savaş kadınıyım diyerek geleneksel bir bekleyişin öznesidir aynı zamanda: savaşa giden erkeği evde bekleyen acılı kadın. Devamında içindeki bir şeyin tarihsellikten kurtulduğunu belirtir. Diyebiliriz ki o anda, ayna karşısındaki kadın için bu zamana kadar savaşla ilgili tarihsel ve elbette teorik gerçekler yavaş yavaş silinir. Savaş adlı korkunç gerçek artık sadece aklıyla kavramaya çalıştığı bir olgu olmaktan çıkarak bir gerçek yaşam deneyimine dönüşür. Ve bu andan sonra kaybolmuşluk ve umutsuzluk duygusuyla tanışır. Çünkü teoride bilgisi olsa da gerçek yaşam pratiği olarak savaşı yeni yeni algılamaya ve anlamaya başlamıştır. Üstelik her ne kadar arkadaşlarla çevrili olsa da işine gidip kafasını meşgul ediyor olsa aslında yapayalnız karşılar bu trajik yaşam deneyimini. Tüm bu deneyimleri Sartre’la uzaktan uzağa paylaşmak Beauvoir için çok büyük bir eksikliktir.


Beauvoir ve Sartre Paris’te isimleriyle özdeşleşen Café de Flore’da.
(Kaynak: https://bibliobs.nouvelobs.com/documents/20150720.OBS2877/de-la-sorbonne-au-cimetiere-du-montparnasse-le-paris-de-sartre-et-beauvoir.html )

1939’un sonlarına doğru Sartre’ın Paris’e izne gelmesi söz konusu olunca Beauvoir şöyle yazar kendisine: “Paris’te sizinle olacağımı, savaş zamanı Paris’i sizinle yaşayacağımı, Paris’i sizinle yeniden keşfedeceğimi düşünmek benim için öyle kıymetli ki sevdiceğim.”[6] Demek ki Beauvoir için savaşı karşılamak ne kadar zorsa, bunu Sartre’ın eksikliğinde yapmak da bir o kadar zor. Mecburi izole hayatların sahnesi olan savaş Paris’i Sartre ile yeniden keşfedilecek ve kendi savaş algısıyla deneyimine Sartre’ı da katacaktır. Tüm bunlardan yola çıkarak diyebiliriz ki, Beauvoir için, Sartre’ın varlığı her trajik olayı katlanılması daha kolay, kıymetli bir paylaşım haline getirir. Kaldı ki Sartre’ı kendisinden bir başkası olarak görmez Castor. Mektuplarındaki aşk ifadelerinin arasında sürekli yinelediği bir algıdır bu: “ikimiz biriz”, “siz, öbür yarım”, “sizinle ben bir bütünün parçalarıyız” gibi ifadelerle akıl, beden, ya da duygu alanlarında Sartre’ı “öteki” olarak algılamadığını sürekli vurgular. İnsanın bir uzvunun varlığından emin olduğu gibi bir kesinlikle Sartre’ın kendi hayatındaki bu konumundan ve aşklarının kesintisiz, mecburi, gerekli bir aşk olduğundan ve yaşamlarınca süreceğinden de bir o kadar emin bir özne vardır mektupların söyleminde. Sevgi ifadesi olarak kendisine “küçük kesinliğim” der: bu öyle su götürmez bir kesinliktir ki şüpheye yer bırakmayacak bir gerçeklikle bir parçası olarak kabul eder Sartre’ı ve şöyle seslenir aşkına: “Sizinle tamamıyla birim.[7]Siz benim dinginliğim, mutluluğum ve benim en iyi parçamsınız”[8] Beauvoir her mektubunda aşkla seslendiği adamı- gerçeklikte başka bedene sahip bir “öteki” olan Sartre’ı- öylesine içselleştirmiştir ki, sadece bir parçası olarak konumlandırmaz onu. Sartre Beauvoir’ın en iyi parçasıdır.  

Sartre ve Beauvoir’ın henüz gencecik birer öğretmen adayıyken bir yaz günü aralarında yaptıkları anlaşmaya ne derece sadık kaldıklarını da bu mektuplarda okuyabiliyoruz. Bu dönemlerde Beauvoir’ın bir ilişki yaşadığı Védrine adlı kadın (bu isim kadına Beauvoir tarafından verilen bir takma isimdir) Sartre ve Beauvoir ile olan üçlü ilişkisini iki tarafla da eşit şekilde yaşamak ister. Bu isteğini Beauvoir şiddetle reddeder ve kendisine üçlü ilişkilerinin modelinin tam bir simetri olmadığını, bu ilişkinin Sartre ve Beauvoir temelinde yaşanması gerektiğini ve üçüncü kişilerin ancak birer ilerleme noktası olarak görülebileceğini söyler. Bu konuyu mektubunda Sartre’a da aktararak şöyle der: “Onu eşit sevdiğimi (Sartre ile Védrine) ama size daha fazla ihtiyaç duyduğumu ve zorda kalıp sadece birinizle yola deva etmem gerekse sizi seçeceğimi söyledim.”[9] Beauvoir’ın Sartre algısı bu denli bir ihtiyaç duygusuyla tanımlanır kendi anlamlar evreninde. Zaten Sartre’a mektuplarında sürekli ona ihtiyaç duyduğunu ve onu görememenin, birlikte olamamanın yarattığı yoksunluğun giderek çoğaldığını ifade eder.    

Yoksunluk duygusunu Beauvoir’a özgü edebi dilin söyleme yansımasıyla adeta bir tragedya kahramanının gitgide tutkusuna yenik düşmesi gibi okuyabiliriz. Zaman arttıkça bu duygunun yükü de artar ve sonunda Beauvoir şöyle isyan eder: “Artık sesinizi duyamamaktan usandım […] ölümünüzde tutkudan kendimi öldürmeyi unutursam yavaş yavaş hasretle kavrulurum ve beni yine gömerler – Dönün bana[10] Aşık olduğu adama olan hasretinden ölebilecek kadar kendisine ihtiyaç duyan kadının samimi itirafları ve sevdiğine yakarış biçimidir bu cümleler. Aşkının içinde, tutkusunun içinde gittikçe daha da fazla acı çeken ve aşkını yitirirse intihar etmese bile doğal olarak ölümle karşılaşacağını söyleyen Castor bunun çok acılı bir süreç olduğunu da itiraf eder: “Bu akşam yüreğim yangın yeri, size karşı hissettiğim tutkunun içinde kendimi kaybettim, bu son derece acılı oldu.” [11] der.

Simone de Beauvoir’ın Sartre’a Mektuplar I başlığıyla yayımlanan mektuplaşmaları görüldüğü gibi bir aşkın uğradığı uzamsal kesintinin aşkın gücünden bir şey kaybettirmediğinin sayfalar süren anlatısı gibi çıkar okurunun karşısına.  Üstelik mektupları yazan da mektuplarda hitap edilen de dünyaca tanınan ünlü entelektüel kişilerdir. Her mektupta iki kişi, iki aşık, iki hayat arkadaşı ve iki felsefeci/yazar arasındaki bu özel ve son derece samimi dili okudukça onların yaşamlarındaki bir parça gibi hissetmekten kendimizi alamayız. Okur, herkesin hayranlıkla okuduğu kurmacalarının ve elbette yaşam sahnesinin sahne arkasına geçme ayrıcalığı elde eder. Kostümsüz ve makyajsız karşısında duran Beauvoir’ın mektuplarında keşfedilenler paha biçilmez bilgilerdir. Tanıklık edilenler mektupların yazarının samimiyetine nüfuz etme ve orada Paris’in entelektüel yaşamı kadar bu ünlü çiftin duygu ve düşünce dünyasını da en yakından anlama, değerlendirme olanağı sağlar.


[1] Bonal, G. Ribowska, M. (2001). Simone de Beauvoir. Editions du Seuil, Jazz Editions, Paris. s. 4.

[2] Beauvoir. S.d. (2022). Sartre’a Mektuplar I (Çev. Damla Kellecioğlu). Everest Yayınları. İstanbul. s. 81

[3] Beauvoir, S.d. (1996). Koşulların Gücü 2 (Çev. Betül Onursal). Payel Yayınları. İstanbul.

[4] Beauvoir. S.d. (2022). Sartre’a Mektuplar I (Çev. Damla Kellecioğlu). Everest Yayınları. İstanbul. s. 87

[5] A.e. s. 190.

[6] A.e. s. 438

[7] A.e. s. 411

[8] A.e. s. 425

[9] A.e. s. 278

[10] A.e. s. 135

[11] A.e. s. 144