Çağatay Yılmaz
Türk okuyucuların yeni yeni tanıdığı günümüz Fransız edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Mathias Énard romanlarındaki sıra dışı hikâyelerle ve kendine has biçemiyle geniş bir okuyucu kitlesi yaratmayı başarmış bir yazardır. İlk romanını 2003 yılında, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan La Perfection du tir başlığıyla yazmış ve bu romanıyla Fransızcanın Beş Kıtası Ödülü’ne (Prix des cinq continents de la francophonie) lâyık görülmüştür. Daha sonra 2008 yılında okunması oldukça zor, beş yüz sayfalık noktasız tek bir cümleden oluşan Mıntıka (Zone) başlıklı kitabını okuyucularına sunmuştur. 2010 yılında ise Haliç’te bir köprü yapma projesinin hikâye edildiği ve önemli kaynaklara dayandırarak Floransalı sanatçı Michelangelo’nun İstanbul’da geçirdiği günleri hikâyeleştirdiği Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara (Parle-leur de batailles, de rois et d’éléphants) adlı kurgusal tarih türünde yazdığı romanını yayımlamıştır. Énard 2015’te çıkardığı romanı Pusula’da (Boussole) ise oldukça aydınlatıcı ve zengin bir anlatıyla okuyucuyu Doğu’ya sürüklemiş ve Doğu-Batı ilişkisinin tarihsel yolculuğuna çıkarmayı başarmıştır. Yazar 2015’teki bu romanıyla Fransız edebiyat dünyasının en ayrıcalıklı ödülü olan Goncourt Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.
Énard Kuzey Afrika coğrafyasına, Akdeniz havzasına ve Doğu’nun sözlü ve yazılı kültürüne oldukça hâkim bir yazardır. Farsça ve Arapça dillerini iyi derecede bilen yazar 2000 yılından beri Barselona’da yaşamaktadır ve orada Universitat Autònoma de Barcelona üniversitesinde Arapça dersleri vermektedir.
Bu ay Esrik Gemi köşemizin yolcusu Mathias Énard’ın 2012 yılında yayımlanan ve 2013 yılında Aysel Bora tarafından Türkçe’ye kazandırılan Hırsızlar Sokağı’nın (Rue des voleurs) Lakhdar’ı; Fas’ın Tanca’sından İspanya’nın Barselona’sına uzanan yolcuğun baş karakteri. Bu karakterin macera dolu yolcuğuyla birlikte romanda Arap gençlerinin öte medeniyetlere dair kurduğu hayallerin, Kuzey Afrika coğrafyasının ve İspanya’nın bir döneminde yaşanan toplumsal olayların gölgesinde düş/gerçek, doğu/batı, burası/orası ve ben/öteki gibi karşıtlıklar arasında sallanan bireylerin hikâyelerine tanıklık ederiz.
Anlatının Yapısı- Özne ve Zaman-Mekân İlişkisi
Romanda anlatı kahraman bakış açısıyla sunulur, okuyucu olarak bizler hikâyede yaşananlara ve karakterin deneyimlediği olaylara yine onun aracılığıyla tanıklık ederiz. Bu bakış açısı bize kurduğu hayali gerçekleştirmek üzere bir gemi firmasında çalışmaya başlayan, Fas’ta tanıştığı ve âşık olduğu Judit’le Barselona’da buluşma hayalleri kuran ve kaderin bir cilvesi olarak gemiyle İspanya’ya gidip dönemeyen Faslı bir gencin hikâyesini derinlemesine hissetmemize olanak verir. Anlatının baş karakteri olan Lakhdar’ın tesadüflerle dolu yolculuğu, günümüzde gittikçe değer kazanan bireysel göç olgusunun nedenlerini edebiyat söylemi üzerinden anlamamızı sağlar. Bu söylem edebiyat ve insan arasındaki ilişkinin çok yönlü yapısını inşa eder. Rakamlarla ifade edilen kitlesel göçlerin aksine bireysel göçlerin hikâyesi, biz okuyuculara uzun ve travma dolu yolculukları tikeller üzerinden en çıplak ve acımasız haliyle görmemize olanak tanır.
“Hayat insanı köksüzleştiren bir makine; daha çocukluğumuzdan başlayarak bizi soyuyor, bizi sonsuza kadar başka biri yapan bir ilişkiler, sesler, mesajlar banyosuna daldırarak yeniden şekillendiriyor, bizler hareket halindeyiz; enstantane bir fotoğraf ancak boş bir portreden ibarettir, üzerimize yansıtılan, bizi imal eden, benim Faslı, Magripli, Arap, göçmen olarak çağrılmamı sağlayan biricik ama çoğul isimler…” (s.94)
Çağımız anlatıları artık şehirlere kök salmış insanların hikâyesine değil, sağa sola savrulan, kimlik bunalımı yaşayan ve kendisine bu dünyada bir yer edinmek için çaba harcayan göçmenlerin yolculuklarına odaklanıyor. Bu anlatılarda toplum ve bireyin iç içe geçen deneyimlerine ev sahipliği yapan uzamlar bu öteki kimliklerle beraber başka bir değer kazanıyor.
“Boğazlar”, “Berzah” ve “Hırsızlar Sokağı” olarak 3 ayrı başlıkta sunulan hikâyede her bir bölüm genel olarak farklı bir uzamı kapsar. İlk bölümde Kuzey Afrika coğrafyasını, özellikle Fas’ın Tanca şehrini ve Tunus’u ele alan yazar, ikinci bölümde İspanya’nın liman kentlerinden, Endülüs bölgesinde yer alan Algericas şehrine uğrar. Anlatı kitabın başlığıyla aynı adı taşıyan üçüncü bölümde Barselona şehrinde sona erer.
İlk bölümde Tanca umudun ve hayallerin uzamı olarak karşımıza çıkar. Burada Lakhdar âşık olmanın tadına varır ve Barselona’ya gitmenin hayallerini kurar. Lakhdar için en başta Tanca öteyi düşlemenin şehridir:
“Tanca karanlık bir çıkmaz sokaktı, denizin tıkadığı bir koridor; Cebelitarık Boğazı bir yarık, hayallerimizin önünü kapayan bir uçurum; Kuzey ise bir seraptı.” (s.41)
İkinci bölümde çıktığı deniz yolculuğunun sonunda gittiği Algericas şehrinde, Tanca’ya dönemediği, Barselona’ya gidemediği arada kaldığı bir süreç yer alır. Sıkışmışlığın, çaresizliğin, kopmanın ancak varamamanın yoğun bir şiddette hissedildiği bu dönemde Lakhdar için Algericas şehri hayal kırıklıklarıyla dolu esenliksiz bir uzam olarak belirir. Çalıştığı gemi firmasının iflas etmesinden dolayı limandan Tanca’ya dönüşün mümkün olmadığı, İspanya vizesi bulunmadığı için de Barselona’ya gidemediği bu dönemde Lakhdar için uzun uzun düşüncelere dalar, içinde bulunduğu karamsarlığı daha da derinleştirir. Algericas şehri Lahkdar için kendini sorgulamanın merkezine dönüşür:
“Batı’nın karanlığında tek başıma, hüznün tam ortasında ılık bir biraya tutunmuş, Sadi’yi, İbn Battuta’yı, Casanova’yı, mutlu seyyahları düşünüyordum, Algericas gecesinde fener yoktur, bir tane bile, Barselona’nın, Paris’in ışıkları sönmüştü, bana kalan Tanca’ya dönmekti, çok sayıda deniz kazasından mağlup çıkarak Tanca’ya ve ölmüş askerlerin adlarıyla kilometrik girdilere geri dönmekti.” (s. 176)
Batı, düşlenen öte taraf değildir artık ve Algericas, Lahkdar için esenliksiz yaşam deneyimlerinin esenlikli anılara, şimdinin karanlığında, geleceğin umutsuzluğunda, geçmişe özlem duyan özneyi dönüştüren bir uzam olarak karşımıza çıkar.
Son bölümde Barselona ise Judit’le ve Batıyla kavuşmasının sahnelendiği uzamdır. Fakat Lakhdar’ın hayal ettiği şekilde gerçekleşmeyen kavuşması şehrin esenlikli bir atmosfere sahip olmasını engeller.
Geniş bir zaman dilimine yayılan roman Fas’ta “ılık bir yaz gecesi”nde başlar ve Barselona’da belirsiz bir günün alacakaranlığında sona erer. Anlatıcı bir olayı etraflıca anlattıktan sonra bir anda bir-iki yıl gibi bir süreyi kısaca özetler. Bunu belli bir durumun sürekliliğine ve bir rutinin devamlılığına dikkat çekmek için yaptığını söyleyebiliriz. Örneğin, ailesi tarafından kovulduktan sonra kitapçı olarak işe girdiği Kuranı Yayma Cemiyeti’ndeki sürecini özetlemek için şöyle der:
“Doğrusu namaz kılmaya alışık değildim. Sonraki iki yıl boyunca buna alışmak için çok zamanım oldu. Cemiyet’teki işim son derece sakindi, eğitim ve ibadete bol zaman kalıyordu. Kitapçılığım, kitap kolilerini teslim alıp açmak, naylon poşetlerinden çıkarıp rafların üstüne yığmak ve haftada bir kere cumaları, satış için onları caminin çıkışında bir masanın üzerine dizmekten ibaretti.” (s.27)
Bu gibi uzun sürelere yayılan süreçlerle ve bu süreçler arasında zamansal atlamalarla roman boyunca karşılaşırız. Anlatının zamansal düzlemi geniş bir çerçevede ele alındığı için yalnızca Lakhdar’ın fiziksel yolculuğuna değil yaşam serüvenine de dahil oluruz. Hayalini kurduğu yolculuğa onu taşıyan dönüm noktalarını, yaptığı tercihlerle beraber hikâyesinde yaşanan kırılmaları bu geniş zaman dilimlerinde daha açık görebiliriz.
Arzunun Dönüşümü
Giriş kısmında anlatıcı, romanın uzamına yerleşen Tanca şehrinin betimlemesini yapar ve şehirdeki genel atmosferi kendi hayalleriyle birlikte harmanlayarak sunar. Lakhdar hayallerini kurduğu yaşam ve arzuladıklarıyla bizi hep sonraki bir ana hazırlar. Amcasının kızı Meryem’i ve gerçekleştirmesi zor gözüken yolculukların hayalini en yakın arkadaşı Besim’le paylaşır:
“Ben de hayaller kurmak ve gemilerin arkalarında bıraktığı köpükten izleri seyrettiğimiz öğleden sonraları bunları Besim’le konuşmakla yetiniyordum.” (s.16)
Doğulu gençlere özgü Batı Medeniyetine doğru yol alma hayalini sadece Lakhdar değil Besim de kurar. İki genç oturup Amerika, Fransa ve Almanya gibi ülkelere gidecekleri yolun zorluklarını, ülkelerin üstünlüklerini ve zayıflıklarını konuşup birbirlerini ikna etmek için uzun sohbetlere girişir. Ancak Lakhdar Judit’e olan aşkından ve gemi firmasının talihsizliğinden ötürü yönünü İspanya’ya, hep hayalini kurduğu Barselona’ya çevirir. Besim ise arkadaşıyla paylaştığı hayalleri bir kenara bırakıp terör eylemlerine katılan radikal bir militana dönüşür.
Hikâye akşamları ılık geçen bir yaz günü Lakhdar’ın, amcasının kızı Meryem’le olan ilişkisini yakalayan ailesi tarafından evden atılmasıyla ve yersiz yurtsuz, beş parasız kalmasıyla birlikte başlar. Tetikleyici öge olarak sunabileceğimiz bu evden atılma olayı Lakhdar’ın sağa sola savrulduğu engebeli yolun başlangıç noktasıdır. Yaşamını sürdürebilmek için hemen iş bulması gerekir. Besim’in aracılığıyla Kuran Düşüncesini Yayma Cemiyeti”ne kitapçı olarak işer girer. Anlatıcı burada geçen yıllarını özetleyerek, aralarda detaylandırdığı olaylarla anlatır.
Anlatıya yön veren temel olay Besim ve Lakhdar’ın iki İspanyol turistle tanışmasıdır. Anlatı boyunca Lakhdar’ı kaderine sürükleyen en önemli arzu Judit’e duyduğu aşktır. René Girard’a göre “Roman kahramanlarının arzularında doğrudan gözlemleyebileceğimiz hiçbir şey değişmez değildir. Bu arzunun yoğunluğu da değişkendir.” (s.82) Lakhdar, Judit ondan ayrılıp da İspanya’ya döndükten sonra onunla Fas’ta ve Tunus’ta olmak üzere iki kez daha görüşme fırsatı yakalar. Ayrı kaldıkları süreçte kavuşma arzusu çoğu zaman şiddetli olur. Artık denizin karşı yakasına geçme düşlerini körükleyen yoğun bir aşk duygusu baskındır. Hatta bu duygunun geçmişte kurulan hayallerin ötesine geçtiğini ve temel arzuyu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Fakat Lakhdar Algericas’ta kalmak zorunda olduğu dönemde Judit’le iletişim kuramaz ve onun kendisine ihanet ettiğini düşünür.
“Judit bir başkasıyla beraberdi, insan böyle şeyleri hisseder; öfkem içkiyle beraber yavaş yavaş büyüdü, umutsuzca bir öfke, anlamını kaybeden bir kıtanın boşluğu ve gürültüsü içinde bana kalan tek şey bu sefil odaydı, bütün hayat bu boklu hücreye indirgenmişti, ben hala kapatılmış durumdaydım, yapacak bir şey yoktu, hiçbir şey, insan asla özgürleşemiyordu, daima bir şeylere, duvarlara çarpıp tökezliyordu.” (s.175)
Romanlarda kahramanın arzusu yok olur, değişir, yeniden kurulur, sürekli bir değişkenlik gösterebilir. Bizim anlatımımızda arzusuyla, arzuladıklarıyla sürekli bir hesaplaşma içindedir Lakhdar. Barselona’ya gitmenin bir yolunu bulunca orada Judit’le karşılaşmasına yakın tüm enerjisi geri döner:
“Ve sonra o benzersiz kulenin enerjisi bana geri geldi.
Arzunun enerjisi.” (s.208)
Girard “Romantiklere ve neo-romantiklere inanacak olursak imgelemin mutlak zaferinin yalnızca olumlu sonuçları vardır.” (s. 83) der. Ancak gerçekliğin böyle olmadığını vurgular. Lakhdar’ın Judit’le kavuşması Girard’ın saptamasını doğrular. Buluşmalarından kısa bir süre sonra ikili arasında bir soğukluk başlar, Lahkdar’ın içini dayanılmaz bir keder kaplar. Hayalini kurduğu şehirle düşlediği şekilde bağ kuramaz, Barselona’da farklı ve yeni bir yaşam ritminin akışına kapılır. Orada Hırsızlar Sokağı’nda yoksul bir dairede yaşamını kitaplarının arasında sürdürür. Judit’le ara sıra buluşmaya devam eder. Uzun zaman aradan sonra Besim’i görür. Besim’in daha da radikalleştiğini, ölümün kıyısında dolaşan bir bedene sahip olduğunu hisseder. Judit bir hastalığa yakalanıp ameliyat olmayı beklerken, Lakhdar Besim’le aynı evde kalmaya başlar. Bir saldırı eylemi hazırlığı içerisinde olduğunu anladıktan sonra arkadaşını öldüren Lakhdar hapse atılır ve hikâye bu eylemle birlikte son bulur.
Kurgusal Romanda Tarihsel Gerçeklik
Bireye odaklanmanın, göç yolculuğunu derinden hissetmemize yardımcı olacağını vurguladık. Ancak arka planda bu hikâyeye eşlik eden tarihi olaylar da en az karakterler kadar önem taşıyor. Kuzey Afrika coğrafyasında yaşanan Arap Baharı ve İspanya’da gerçekleşen işçi grevleri Lakhdar’ın bulunduğu şehirlerin yaşam dinamiğine yön veriyor ve karakterin ruhsal durumunu ve tercihlerini doğrudan etkiler.
“Judit’in gidişinden en fazla birkaç gün sonra bir başka korkunç saldırı daha oldu, bu olaydan, sanki kendim de oradaymışım gibi derinden etkilendim, belki de çok kısa bir süre önce oralarda dolaşmamızdandı.” (s.121)
Âşık olduğu İspanyol Judit’le birlikte sokaklarında sallandığı Tanca’da ve öncesinde Marakeş’te gerçekleşen saldırılar ve bu saldırılara yakın arkadaşı Besim’in katılmış olma ihtimali Lakhdar’ı derinden üzer. Benzer durumları Barselona’da da yaşar.
“Gece oluyordu. Aksilik bu ya, olur da bir grup eylemci beni durdurursa diye korkuyordum, bunun üzerine mahalleme, kaleme, hırsızların sarayına kavuşmak için yolu uzatarak dönmeye kara verdim…” (s. 249)
Tüm bu tarihi olayların kurgusal anlatı içerisinde yer alması hikâyeyi önemli ölçüde gerçekliğe yaklaştırır kuşkusuz. Ancak daha da önemlisi göç hikâyesinin neden-sonuç ilişkilerini toplumsal ve bireysel çerçevede daha iyi görmemizi sağlar. Toplumsal olaylardan kopuk birey hikâyelerinden bahsetmek mümkün değil fakat o hikâyeleri çeşitlendirmek, bunları edebiyat düzleminde dile getirmek mümkün.
Énard’ın romanının okuyucuyu eğiten didaktik bir yönü olduğunu söyleyebiliriz. İçinden geçtiğimiz toplumsal, siyasî ve ekonomik olaylarda toplumun tepkilerini anlamayı ve bireyin hikâyesine gerekli hassasiyeti göstermeyi öğretiyor bu roman. Dahası engebeli yollardan, dalgalı denizlerden, umutsuzca geleceğin hayalini kuran ve geçmişinden kopup gelen bireyle empati kurmamızı sağlıyor. Bu noktada, edebiyatın insana dair olanı ne denli içten, açık ve samimi yansıttığını görüyoruz.
Énard, M. (2013) Hırsızlar Sokağı, Can Yayınları.
Girard, R.(2013). Romantik Yalan ve Romansal Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki. Metis Yayınları.