Nedret Öztokat Kılıçeri
Kayıp Zamanın İzinde’nin beşinci cildi olan Mahpus’ta, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde başlıklı ikinci cildinönemli mekânlarından, sahil şehri Balbec’te tanışmalarına tanıklık ettiğimiz Albertine ile Paris’te anlatıcının kendi dairesinde süren ilişkisini çeşitli boyutlarıyla okuruz. Genç kızın anlatıcının hayatındaki varlığı bu cilde damgasını vurur.
Mahpus’ta anlatıcı her zamanki gibi derinlemesine çözümlemelerle, birbirinden hoşlanan iki gencin heyecanlı, meraklı, sürprizlerle dolu ve her birinin kendi çapında sürdürdüğü arayışlarla şekillenen ilişkisini, özellikle de kendisi açısından kimi zaman mutlulukla kimi zaman dertlenmelerle iç içe ilerleyen duygusal iniş çıkışları eksiksiz bir biçimde aktarır.
Albertine ile anlatıcı artık birlikte bir hayatı sürdürmektedirler ve anlatıcı üstlendikleri erkek ve kadın rollerinde Âdem ile Havva’nın mitik izlerini bulmaya çalışır (II, s.2159)[1]; özellikle başlarda öylesine bütünlenmiş hisseder kendisini. Gelgelelim, bu aşkın katmanlarını zar zor kaldıran anlatıcı Albertine’e olan duygusunun içinde “hem evlat sevgisi hem de anne sevgisi olan bir şefkat”i de bulmaktadır (II, s.2159) .
Tek boyutlu, tek çehreli ve tek bir zamana yerleşen bir aşk Kayıp Zamanın İzinde’de pek rastlamadığımız bir şeydir. Burada da anlatıcı Albertine’e yansıttığı o tatlı ve masum aşkın tek çizgide ilerlemeyeceğini, uzun ömürlü olmayacağını, çeşitli sıkıntılarla kesintiye uğrayacağını sezdiğini belirtir. Roman ilişkininin yaşanma sürecine odaklanmıştır.
Her cilt gibi bu cildi de çeşitli açılardan önemli kılan özellikler vardır ve bunların başında anlatıcının adının bu ciltte açık açık anılması gelir. Kayıp Zamanın İzinde romanının bu cildinde iki yerde Marcel adını Albertine’in ağzından duyarız. Sevgiliye hitap eden güzel sözlerde geçer adı. Birlikte yaşamaya başlayan iki genç artık birbirlerine çok yakındır ve bu yakınlığın anlatıcı için haz verici anlarından birisi de Albertine’i uyurken ve uyanırken izlemektir. İşte böyle bir anda duyduğu keyfi şu sözlerle dile getirir:
“Albertine’in dili açılırdı, “Canım” ya da “Canım benim” der ve adımı söylerdi; yani, anlatıcıya bu kitabın yazarının adını verecek olursak, “Canım Marcel’im”, “Canım Marcel’im benim” derdi. Aile içinde annemle babamın da bana “canım” demesine, Albertine’in bana söylediği o güzel sözleri başkalarının da paylaşmasına izin vermiyordum artık.” (II, s. 2154).
Görüldüğü gibi anlatıcı hem kendi varlığını adıyla sanıyla (Marcel/yazar) okurun gözünde kesinlemekte hem de “canım Marcel’im” hitabının artık iki sevgili arasındaki muhabbette özel bir anlam kazandığını belirtmekte, hayatının bu döneminde üstlendiği “sevgili” kimliğini anlatısına taşımaktadır. Annesiyle babasının “oğlu” konumumdan sevgilisiyle birlikte yaşayan genç adam konuma geçtiğini resmen ilan etmiştir. Anneyle baba artık “başkaları”dır.
Mahpus’ta yer alan ikinci “Marcel” göndermesi ilişkinin ilerlediği bir döneme denk gelir ve artık anlatıcı Albertine’i giderek daha sıkı kontrol etmeye başladığı bir sevgili rolünde belirir. Anlatıcı Albertine’in tiyatro izlemeye gittiği bir gün hemen oyun bitiminde kızı eve getirmesi için Françoise’ı sıkı sıkı tembihler. Nitekim Françoise da tiyatro binasının önüne gider, kızı bulur ve eve döneceğini bildirmek üzere eve telefon eder. Fakat çok geçmeden anlatıcıya genç kızdan bir mesaj ulaşır:
“Benim canım Marcel’im, ben maalesef bu notu size götüren bisikletli ulak kadar hızlı gelemeyeceğim yanınıza; bir an önce gelebilmek için onun bisikletini almak geçiyor içimden. Size kızabileceğimi nasıl düşünebilirsiniz; benim için sizinle birlikte olmaktan daha büyük bir zevk olabilir mi? Sizinle baş başa dışarı çıkmak çok güzel olacak, bundan böyle hep baş başa çıksak daha da güzel olur. Neler kuruyorsunuz kafanızda! Ah Marcel! Ah Marcel! Daima senin, Albertine.” (II, s.2236).
Marcel’in sevgilisini tiyatro çıkışında doğrudan eve çağıran bu buyurgan tavrına karşı, Albertine’in alttan alan, hatta buyruğun sert tonunu tatlı tatlı savuşturan yumuşak başlılığı zamanla başka bir tarza bürünecektir. Ancak şimdilik şu kadarını belirtelim: Anlatıcının aşkını nasıl yaşadığı, kafasında neler kurduğu ve sevgilisine yansıttığı duygular bu pusuladan da anlaşılacağı üzere oldukça girifttir.
Aşk Oyunu ve Rollerin Dağılımı
Mahpus cildinin en önemli bir diğer özelliği başlığın da anıştırdığı Albertine’in bu ilişki içindeki konumuna istinaden “mahpusluk”, “esaret” ve “itaat” durumu ve Marcel açısından iyice baskın biçimde beliren “sahiplenme”, “boyun eğdirme” güdüsüdür.
Bu güçler dengesinde anlatıcı sevgilisinden ziyade kendi durumuna odaklanmış gibidir. Kendisini kadının “sahibi” hissederek, onun kadınlaşmasında/güzelleşmesinde kendisinin etkin bir işlev üstlendiğini düşünmektedir. Yepyeni bir ruh hali içindedir:
“Hayatımın artık eskiden olabileceği gibi bile olmadığını hissediyordum; bir kadına bu şekilde sahip olmak, eve döndüğünde büyük bir doğallıkla, onunla birlikte dışarı çıkacağımı ve varoluşumun bütün gücünün, etkinliğinin, giderek o kadının güzelleşmesi hedefine yöneleceğini bilmek, bütün besinini dolgun bir meyveye aktaran ve bu meyveyle çoğalan, ama bir yandan da ağırlaşan bir dala benzetiyordu beni.” (II, s.2244)
Okurun dikkatinden kaçmaz; roman boyunca aşk bağlamında arada sırada karşımıza çıkan bir erkeklik egosuna bağlanır bu durum. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde cildine göndermede bulunarak (kendisini çiçekten çiçeğe konan arıya benzeten anlatıcının başvurduğu /bitkisel/floral benzetmeyi anımsayalım )[2] yine tüm Kayıp Zamanın İzinde romanında sıklıkla başvurulan “bitki dünyası” sözlük alanı üzerinden, “erilin dişili dölleme” anıştırması dikkat çeker; aynı yönelimle, bu ciltte de Marcel’in erkek rolünü ve bu rolden duyduğu hazzın kesinleştiğini söyleyebiliriz. Ne de olsa Balbec’te ergenliğini tamamlayan erkek çocuk değildir artık.
Anlatıcı bir kadına sahip olduğunu hissetmekten memnundur. Onu evin hizmetlisi Françoise, şoförü ya da Albertine’in arkadaşı Andrée aracılığıyla kontrol etmektedir. İşte bu sayede, eski kız arkadaşlarıyla (Albertine’in eşcinsel ilişkilerinden kuşkulanmaktadır) görüşme “tehlikesini önlemiş olduğunu” düşünmektedir (II, s.2235). Albertine’in kendisinden bekleneni yerime getirmesi (eve dönmeyi kabul etmesi) tam bir esenliğe kavuşturur genç Marcel’i:
“Albertine’in Françoise’la döneceğini bilmenin, itaatkârlığının verdiği güvenle dolu bu bekleyiş içinde, dışarıdaki güneş kadar sıcak bir iç aydınlığıyla sarmalanmışçasına mutluydum”. (II, s.2237)
Bununla birlikte Marcel Albertine’le kurduğu “köle/efendi” ilişkisinde kendi köleliğinin de ayrımındadır:
“Bana ait bir kadınım vardı, ona durup dururken bir haber gönderdiğimde, derhal telefonla bağlantı kurup hemen geleceğini bildiriyordu saygıyla. Zannettiğimden daha fazla efendisiydim onun. Daha fazla efendisi, yani daha fazla kölesiydim”. (II, s.2236)
Evet, Albertine üzerinde kurduğu “hâkimiyet” onun tiyatrodan hemen çıkıp eve dönmesini istemek “kaygı”yı savdığı için önemlidir; huzura yani “yuva duygusundan, aile mutluluğundan doğan (ve mutluluğu kendi içimizde aramaktan bizi kurtaran) “huzur”a yer açmak için, anlatıcının kızın üzerinde bu denetime ihtiyacı vardır; kız arkadaşının varlığı kendisinin de gözlemlediği gibi, “güzel ve güvenli bir geleceği müjdeleyen” bir huzura eşlik eder (II, s.2244).
Bu “huzur” duygusu üzerine çok düşünür anlatıcı, ilişkileri boyunca yer yer bu duyguya döner ve çözümlemeye çalışır. Keskin gözleminden kaçmayan ise, bu “huzur” koşulunun, her ne kadar aile şefkatiyle özdeşleşse de Swann’ların Tarafı’nda gördüğümüz gibi, yeri geldiğinde onu Combray’de annesinden, dertlene dertlene “iyi geceler öpücüğü”nü beklediği (I, s. 17) çocukluk odasına götürmesidir:
“Böyle akşamlarda, Albertine’in yanında yaşadığım duygu Combray’de annemin öpücüğünün verdiği huzur değil, aksine, annemin bana güç bela bir iyi geceler dediği, hatta bana kızdığı ya da evde misafir olduğu için odama bile çıkmadığı gecelerin yürek daralmasıydı”. (II, s.2191)
Görüldüğü gibi, hemen hemen bütün duyguların birden çok zamanı vardır anlatıcının zihninde ve duygusunda. Kayıp Zamanın İzinde sadece insanların, toplumsal koşulların değişimini dönüşümünün değil, duyguların uğradığı dönüşümlerin de anlatısıdır.
Aşkta Kıskançlık ve Yalan Sanatı
Mahpus’un merkezine yerleşen aşk ilişkisi yukarıda değindiğimiz “Efendi/Köle” bağı dışında, ikilinin başka rollerde de sahne aldığı bir oyun gibidir. Aslında burada, sosyeteden bir erkek ile metresinin hikâyesi, bir başka çifti Swann ile Odette’in yaşadığı ilişkinin dinamiklerini akla getirmektedir. Alma verme dengesi her iki ciltte de kadının erkeğin hoşuna gitme yönelimi ve erkeğin kadını kendisine bağımlı kılma isteğiyle belirir.
İlişkideki “efendi”ye bakarsak, Marcel hediyelerle, terzi Fortuny’ye ısmarlanan şık elbiselerle, ya da Guermantes Düşesi’nden esinlenen giysi ve takılarla, at gezintileriyle veya bir yat sözü vererek Albertine’i ilişkinin içinde tutar. Albertine de tüm bu armağanlara epey heveslidir. Maddi rahatı önemlidir. Sevgilinin sunduğu bolluk içinde yaşarken, biriktirdiği paralarla kendisine bir yüzük bile aldığını öğreniriz (II, s.2244). Hoş Albertine’in edindiği bu yüzüğün teyzesinin hediye etmiş olduğu bir başka yüzükle benzerliği anlatıcıyı, özellikle de Françoise’ı kuşkulandırır. İki tane aynı elden çıkmış gibi duran bu iki yüzüğün yeni satın alınmış “diğer teki” aslında kime aittir?
Dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır; anlatıcının yüzüğü ilk gördüğünde dile getirdiği “beğeni” aslında ciddi bir rahatsızlığı gizlemektedir: “Ama bu gerçekten güzel bir yüzükmüş; yakutun etrafındaki işlemeleri pek seçemiyorum, yüzünü buruşturmuş bir adama benziyor. » (II, s.2244) diyen anlatıcının daha sonra aklına üşüşen kuşkular, okura “yüzünü buruşturmuş adam”ın kendisi olduğunu pekâlâ sezdirir.
İşte bu gibi sorularla ya da daha açık deyişle anlatıcıda uyanan bu kuşkularla Mahpus’un önemli izleklerinden “aşk/kıskançlık” ikilisi karşımıza çıkar: Kimi Proust uzmanları Kayıp Zamanın İçinde aşk olmadığını, sadece kıskanç bir bağlanma ya da tutku olduğunda diretir. Öyle de olsa ister Swann ve Odette, ister Marcel ve Albertine arasındaki duygusal ilişki, birlikte olma arzusudur ve aşkı akla getirir. Âşık olmak onu her an düşünmek, onu her yerde her şeyde görmek ve yanında olmaktan duyulan haz ise, ilişkilerinin başında bizim çiftler birbirine tutkun birer âşık gibi belirirler.
Atlı arabada sevgilisinin göğsündeki cattleya’yı düzelten Swann ve Albertine’in mendirekte belirmesini bekleyen genç Marcel’in sunduğu fotoğrafta birbirine çekilen âşıklar vardır. Ancak Proust romanı süreçlerle (processus) ilerler. Aşk da bir süreçtir, zaman içinde dönüşen, başka bir şeye evrilen duygular devrededir. Kayıp Zamanın İzinde’nin en yetkin alanı olan derin gözlemler ve geniş çözümlemeler işte bu değişimleri anlatan, aktaran ve yorumlayan pasajlarda okuyucuyu büyüler.
Kıskançlık aşk ilişkisinin olmazsa olmaz koşuludur: Swann Odette’i her evde bulamadığında kıskançlık krizine kapılır; tıpkı Albertine’in her dışarı çıkışında, Marcel’in onun kimlerle görüştüğünü düşünmeye başladığında olduğu gibi. Bir de kime ait olduğu bilinmeyen yüzükler devreye girince “hapishane”ye bu kez anlatıcı yerleşir. Kıskançlık seven erkeğe ait bir duygudur ve acı çektiren kadının varlığını gerektirir: Albertine Kayıp’ta anlatıcının dediği gibi, “Büyük ihtimalle kendisine âşık olan erkeğe acı çektiren kadın, ona aldırmayan bir başka erkeğin karşısında daima iyi huylu olmuştu” (II, s.2521).
Böylece ilişkiyi perçinleyen, bir yandan kadınların erkekten talepleri, diğer yandan da erkeği kuşkuya sevk ederek aşka sadık kılma becerileridir. Erkek kıskandıkça kadından vazgeçemez hale gelir. Böylece kıskançlığın doğurduğu kaygı dolu ıstırap “aşk”a hayat verir: Nicolas Grimaldi’nin belirttiği gibi “aşktan önce kıskançlık gelir”; nitekim ne Swann ne de anlatıcı bu kadınları ilk tanıdıkları anda sevmemiştir. Ancak, bu hanımların erkeğe bir kez kayıtsız davranması ya da erkeğin kadını boşuna bekliyormuş duygusuna kapılması, erkek için işlerin sarpa sarmasına yetecektir; kadınların kendilerine ait bir hayatları olması, meşgaleleri olması, dolayısıyla kendilerine ait arzuları olması erkeği çıldırtır.[3]
Kıskançlığın erkeği ne hale soktuğunu ise Mahpus’ta “ kıskançlık ve aşktan gözleri kör olan zavallı Swann” portresinde görürüz. Odette’in diğer erkeklerle görüşmelerine ses çıkaramamış düşkün erkek imgesi çok güçlü verilmiştir (II, s.2381). Birinci cildin kendine güvenli, Paris salonlarının ve Combray çevresinin gözde çapkını Charles Swann ilerleyen zamanda karısının gösterişli evinde pahalı zevkleriyle kurduğu düzenin eşyası olmaktan öteye gidemeyecektir.
Kıskançlığa dönersek, Mahpus’ta “kıskançlığın aşkı nasıl artırdığı” anlatıcıyı yakından ilgilendirir, bunu uzun uzun analiz eder. Saptadığı, Albertine’e duyduğu onca kıskançlığın kızın ona sunduğu “lütuflar”la affedilmesidir: “ Oysa metresi aksine, kayıtsızlık taslayan âşığın içini kemiren şüpheleri tatlı bir sözle, bir okşayışla dağıtırsa, âşık kıskançlığın artırdığı o çaresiz aşk patlamasını yaşamaz şüphesiz, ama acıları birden diner, mutluluk duyar, yumuşar” (II, s.2271).
Anlatıcının kıskançlığı özellikle Albertine Kayıp’ta belirgin biçimde ele alınmıştır. Sıklıkla dile getirdiği gibi “delice kıskanan” (II, s.2589) ve “kıskançlık içinde kıvranan” (II, s. 2696) anlatıcı, ta eskiden tanıdığı ve kendisi gibi kıskanç olan Swann’dan ayrıştığının da farkındadır. Swann gençliğinde onca kıskandığı ve yaşlanırken sessiz sedasız bir köşede durup zenginliğini paylaştığı Odette’in kocası olmakla bu gözde kadının sonsuza kadar sahibi olmuştur. Anlatıcı için ise süreç farklı işler. Albertine Kayıp’ta şu değerlendirmeyi buluruz:
“Bense aksine Albertine’i delice kıskanırken, Swann’dan daha talihliydim, Albertine’i evimde tutmuştum. Swann’ın sık sık hayalini kurduğu ve ancak konuya ilgisini kaybettiğinde somut olarak gerçekleştirebildiği şeyi ben gerçekleştirmiştim. Ama ben Albertine’i onun Odette’i yanında tuttuğu gibi yanımda tutamamıştım. Albertine kaçmış, ölmüştü.” (II, s.2580)
Aslında ilişkininin başlangıcında Swann gibi Marcel de ilk bakışta bir aşk duygusuyla coşmaz. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde de gördüğümüz gibi [4] Marcel’in genç kızlar “çete”sinden Albertine’de karar kılması için bir sürenin geçmesi gerekir. Onlara erkeğin yaklaşması, onların da kabul edici bir tavırla bir süre konumlarını korumaları gerekir. Öte yandan ve benzer biçimde, iki kadın da eğitimleri ve kültürleriyle erkeklerin eşiti değildir. Ancak vazgeçilmez hale gelmelerini de açıklamak gerekir. Yukarıda belirttiğimiz gibi kıskanılmak, erkeğin hayal gücünün kuşkucu bir zihinde yarattığı varsayımlarla gerilmek kadına duyulan isteğin güçlenmesini sağlar. Erkeğin hayal gücü, tıpkı kıskançlık gibi, kadına duyulan tutkuyu parlatır. Birinci ciltte, Swann’ın Odette ile Botticelli’nin Tsippora’sı arasındaki benzerliği keşfettiği andan itibaren kadına olan aşkının nasıl farklı bir haz vermeye başladığını anımsayalım:
“O günden sonra, Odette’le beraber olduğunda da, ondan ayrı onu düşündüğünde de, hep bu fresk parçasını bulmaya çalıştı Odette’te; bu Floransa ekolü şaheserini muhtemelen yansımasını Odette’te bulduğu için bu kadar seviyordu; bununla birlikte, aralarındaki benzerlik Odette’e de bir güzellik, bir değer katıyordu.” (I, s.230)
Daha ileride Albertine Kayıp’ta da okuyacağımız gibi, erkeği âşık eden, ilgilendiği kadında hayal gücünün etkisiyle, onun fiziğini özel kılan hoş çizgiler keşfetmesidir: “Güzel kadınlar hayal gücünden yoksun erkeklerin olsun” (II, s. 2521) derken, Swann’ın Odette’e, kendisinin de Albertine’e duyduğu aşkı güdüleyenin ne olduğunu daha iyi anlamamızı ister gibidir. Benzer bir hayranlık anlatıcı için de söz konusudur: Albertine anlatıcının gözünde “Bir akşam, mendireğin üzerinde, nereden geldikleri belirsiz martılara benzeyen diğer genç kızların arasında ölçülü adımlarla” yürüyen kızdır (II, s.2252) ; yani Swann gibi, anlatıcıda estetik bir hazza karşılık gelen bir konumdadır.
Mahpus kitabını “aşk” izleği çevresinde özel kılan son özellik Albertine’in kendisini köşeye sıkıştırmaya çalışan kıskanç sevgiliye büyük bir rahatlık içinde yalanlar sıralamasıdır. Anlatıcının Albertine’in başka kadınlarla ilişkisi olup olmadığını öğrenme ihtiyacı zamanla öyle bir hal alır ki, bu dayatma karşısında Albertine ayaküstü yalanlar söylemeye başlar ve sonunda yalanlar yalanları getirir, hatta yalanlarını unutan Albertine başka yalanlara başvurur ya da yalana başvurduğunu kabul ederek itiraflara koyulur. Üstelik sadece sevgilisine yalan söylememektedir (“Albertine o sırada her gün Buttes-Chaumont’a gittiğini bildirerek teyzesine mi yalan söylemişti, yoksa daha sonra oraya hiç gitmediğini iddia ederek bana mı yalan söylemişti?” (II, s.2470)). Öyle ki anlatıcının gözünde, neyin doğru, neyin yalan, neyin gizlendiği, neyin ortaya çıktığı artık anlaşılmaz olur. Çıkışsız bir yola girmiş gibidir.
“Albertine’in ağzından daha fazla laf alamayacağımı hissettim. Az önce, münasebetsizlik etmiş olma korkusuyla sözünü yarıda kestiğine yemin ederken yalan söylemişti; şimdi o korku, benim yanımda fazlasıyla bayağı bir laf söylemenin utancına dönüşmüştü. Bu da yalandı.” (II, s.2420)
Aslında anlatıcı Albertine’i yanında yöresinde tutarak, maddi olanaklar sunarak, kendi deyişiyle “benim desteğimle, tamamen gözetimim altında tutabileceğim hazlar yaşasa” diye hayal kurmaktadır (II, s.2110). Büyük korkusu kızın “terzi çıraklarından, genç kızlardan, kadın oyunculardan” etkilendiğini görmektir; çünkü bunların her biri “kalbe kıskançlığı saplayan iğneler” gibidir: İşte Albertine’i hapsederek başkalarının onu “kışkırtmalarını” engellemekten başka bir şey düşünmemektedir (II, s.2252). Romana da adını veren bu “hapsetme” dürtüsünün derininde, kendisini de kör bir tutkuya hapsetme koşulu bulunmaktadır.
Anlatıcı roman boyunca bir detektif gibi iz peşine düşer ve her sıkıştırdığında, Albertine yalan söylediğini kabul eder/itiraf eder. Bu kadar kolay dile gelen itiraflar karşısında genç adam şaşkındır; bir tarafı ilişkiden çıkmak istemekte diğer tarafı nedenini bilmeden kızla bağını korumaktadır:
“Ne diyeceğimi bilemiyordum; şaşkınlığımı belli etmek istemiyordum, oysa bunca yalan karşısında çökmüştüm. Albertine’i kapıya koyma arzusu uyandırmayan bir dehşet duygusuna şiddetli bir ağlama isteği karışıyordu.” (II, s.2417)
Yalanları izleyen yalanlar tabii Albertine ile aralarındaki ilişkiyi farklı mecralara sürükleyecektir. Denetleme arzusu, kızın kendisinden gizlediğine inandığı kişi ve olaylar, ya da bildiklerinden kuşku duyma hali karşısında, bir an gelecek, kızı hapsetme isteği yetersiz hatta anlamsız kalacaktır. Kaldı ki, köleleştirilen Albertine ikinci ciltte karşılaştığımız o Balbec sahilindeki mendireğin üzerinde uçan martıları andırmaz olmuştur:
“Albertine’i önce esrarengiz bir kuş gibi, sonra da sahilin arzulanan, belki elde edilen başoyuncusu gibi gördüğüm için o kadar güzel, olağanüstü bulmuştum. Bir akşam, mendireğin üzerinde, nereden geldikleri belirsiz martılara benzeyen diğer genç kızların arasında ölçülü adımlarla yürürken gördüğüm kuşu evime hapsettiğimden beri Albertine’in renkliliğinden eser kalmamış, başkalarının ona sahip olma şansı da tamamen yok olmuştu. Albertine yavaş yavaş bütün güzelliğini kaybetmişti.” (II, s.2252)
Giderek solan, donuklaşan benliğiyle “gri bir mahpusa” dönüşen sevgilisini geçmişin hoş anıları bile canlandırmaya yetmez ve kadının imgesi erkekte arzu uyandırmaktan uzaklaşırken, ufukta yeni bir arzu nesnesi belirir: Anlatıcının Venedik sevdası yükselir, bu hayalini gerçekleştirmekteki en büyük engel ise Albertine’dir. Bir an önce ondan kurtulması gerektiğini her geçen gün daha şiddetle duyumsamaya başlar. Bir anlamda kendi köleliğinin daha açık farkına varır ve kurtulmayı kafasına koyar.
Bitişler ve roman
Kayıp Zamanın İzinde başlangıçların heyecanı kadar, bitişlerin hüznüyle de dokunmuş bir metindir. Mahpus cildi anlatıcının çok özlediği Venedik’e gitme tasarısının iyice kafasında olgunlaştığı ve bunun gerektirdiği doğrultuda, Albertine ile ilişkisini bitirme kararıyla son bulur. Böylece romanın başından kurulan “Efendi/Köle”; “Hükmeden/Hükmedilen”; gözetim altında “Tutan/Tutulan” (“Tutuklayan/Tutuklanan”) ikilikleriyle beliren bir güçler şemasının son bulduğu yeni bir duruma varırız.
Dikkatle baktığımızda, anlatıcının “gözetim/denetim” saplantısının Albertine cephesinde pek bir şey değiştirmediğini görürüz. O bir süreliğine Marcel’in sevgilisi (dönem Fransa’sının sosyo-kültürel terimiyle “metresi” olmayı kabul etmiş, bu tercihiyle de kuşkusuz teyzesi Madame Bontemps’ın evinde yaşamaktan daha renkli, daha varsıl bir hayata evet demiştir.
Karşılığında ise Marcel bir nişanlıyla evini paylaşarak erkek olma yolunda en ciddi adımı atmış ve belki daha önemlisi annesinin itirazlarına karşı durmayı başarmıştır. Ama her iki kahraman da karşılıklı bir “köle/efendi” ilişkisi içinde yerlerini almışlardır. Marcel hediyeleri ve ona açtığı eviyle Albertine’i köleleştirme gücüne sahipken, Albertine Marcel’de uyandırdığı kuşkularla onu kıskançlığın dar alanına kapatmış, köleleştirmiştir. Kızın geçmiş hayatı, sonraki ciltte de okuduğumuz üzere, anlatıcıda kuşkuların kışkırttığı derin sorgulamalara yol açmıştır. Sonraki cilt Albertine Kayıp’ta okuduğumuz üzere Albertine’in hayali ve anıları genç adamı epeyce bir süre daha kendi duygularında ve iç dünyasında hapsetmeyi sürdürecektir.
Mahpus olma durumu başlıktaki “prisonnière”in de anıştırdığı gibi, yani Fransızcada sözcüğün başına gelen dişil tanımlığıyla, ilkin kadına/Albertine’e ait gibi okunurken, anlatıcının bu köleliği -özellikle kıskançlık izleği üzerinden- duygusal anlamda yaşaması da anlatıda verilmiştir. Bir ihtimal, tutku boyutunda, her aşk ilişkisinin kendi aktörlerini “kaçınılan” ve “gönüllü üstlenilen” rollerine hapsettiğini; bu karşılıklı rollerden bağımsız bir aşkı tasavvur etmenin zorluğunu, belki de olanaksızlığını anlatmak istemişti Proust. Aşk tutukluluğunun hem bir “isteme/arzulama” hem de bir “kaçınma/kendini koruma” koşulunu aynı anda içeren girift denge oyununu böyle derinlikli gözlemlerle ve eşsiz betimlemelerle anlatmayı istemişti belki de.
[1] Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, çeviren Roza Hakmen, YKY, Delta Dizisi, I. ve II. Ciltler 2010.
[2] Nedret Öztokat Kılıçeri, « Marcel Proust ile Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde » Sanat Kritik, 21 Eylül 2022, Esrik Gemi. Marcel Proust ile Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde | (sanatkritik.com)
[3] Nicolas Grimaldi, in Un été avec Proust Equateurs, 21.baskı, 2021, s.110-112
[4] Nedret Öztokat Kılıçeri, Marcel Proust ile Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde | (sanatkritik.com)