Nedret Öztokat Kılıçeri
Julien Gracq ya da asıl adıyla Louis Poirier, 27 Temmuz 1910’da Nantes yakınlarında Saint-Florent-le-Veil’de doğdu ve münzevi denilebilecek bir hayat sürdü, 2007’de ölümüyle yine burada toprağa verildi. Julien Gracq adı, onun edebiyatçı kimliği için seçtiği addır. 14 yaşındayken okuduğu Stendhal’in kahramanı Julien Sorel’den esinlenişle; Gracq’in de gizemi çağrıştırdığı için bu adı seçtiği söylenir. Yaşamöyküsünün yapıtın önüne geçmemesine ömür boyu dikkat etmiş bir yazar için anlaşılır bir seçim.
Yirminci yüzyılın büyük şairi Henri Michaux’yla sık sık karşılaştırılır, tıpkı onun gibi edebiyatın derinlikli dünyasını güncelin çekiciliğine tercih etmiş, televizyonlara, radyolara çıkmayı reddetmiş, kendini adadığı edebiyatla ve özgün yapıtıyla anılan bir yazardır. Bugün de üzerinde konuşulan, saygıyla sözü edilen, yazılara konu olan, okunan, incelenen, özlü, nitelikli, unutulmayacak bir yapıt bıraktı dünyaya. Julien Gracq aslında edebiyat alanında nispeten geç bir yaşta üne kavuştu. Hayatındaki en büyük iki tutkusu öğretmenlik ve edebiyat oldu.
Edebiyata hep eleştirel yaklaştı; 1951 Goncourt Ödülü’nü reddetti, ona göre bir kitabın değerlendirmesini yapmak ancak okurlara düşmeliydi, ölene kadar da ödül gibi çeşitli vesilelerle edebiyatın medyalaşmasına ve ticarileşmesine karşı tavrını korudu. Ancak uzunca bir sessizliğin ardından edebiyat çevrelerinde tanınmasını da bu ödül reddine borçludur. Hatırlatmakta yarar var, 1950’de La littérature à l’estomac edebiyat çevrelerini tiye alan bir kitaptır, diğer denemeleri gibi buradaki bakış açısı güncelliğini korumaktadır.
İlk romanı Argol Şatosu 1938’de güçlükle yayımlandı. 1951’de Goncourt Ödülü’yle gündeme gelen Sirte Kıyısı’na kadar edebiyat üretimi sessizlikle karşılandı. Daha çok öğretmenliğiyle tanındı. Başarılı öğrenim hayatının ardından coğrafya ve tarih öğretmenliği yaptı. 1970’de emekli oluncaya kadar büyük ve saygın liselerde çalıştı. 1967’ye kadar sonradan dünya dillerine çevrilecek olan üç önemli roman (Argol Şatosu, Sirte Kıyısı ve Ormanda Bir Balkon) yazdı ancak anlatıları kadar edebiyat denemeleri, incelemeleri, okuma notlarıyla değişik tür ve biçemlerde yazınsal üretimini sürdürdü. Yalnızca Fransız edebiyat çevrelerinde değil, dünyada da özellikle 1980’den sonra bir edebiyat ustası olarak selamlandı.
Sıkı bir okuru olmaktan gurur duyduğu André Breton’un yazarlığını konu edinen 1948 tarihli denemesi, André Breton, 1946 tarihli Büyük Özgürlük/ Liberté grande (şiirsel denemeler), 1945 tarihli Un Beau ténébreux (roman), 1948 tarihli Balıkçı Kral/ Le roi pêcheur (roman) ilk dönem yapıtları arasında yer alır. Bunlardan bazıları filme çekildi.
1970’lerde “parçalı anlatı” diyebileceğimiz kesintili biçem arayışıyla denemeler yazar: Bu dönemde kaleme aldığı La Presqu’île/Yarım ada (1970), Les Eaux étroites/Dar Sular (1976), Autour des sept collines/Yedi Tepenin Çevresinde (Roma üzerine)(1984) ve ölümünden sonra yayımlanan Les Terres du couchant/Gün Batımı Toprakları (2014) başlığını taşıyan anlatılar, gezi/coğrafya notları, kent (Roma, Nantes…) üzerine yazılar, edebiyat üzerine aforistik notlarından oluşan zengin bir edebiyat yapıtı bırakmıştır.
Fransa’nın özelde Loire ırmağının topografyası ve Brötanya bölgesine, genelde de tüm coğrafyasına tarihsel bir bakışla beslenen ilgisi ve bilgisi yapıtına yansımış ve onun “teritorya yazarı” olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Ormanlardaki bitki örtüsü, bölgenin jeolojik yapısı, yıldızıyla bulutuyla gökyüzü, ormanları, ırmakları ve deniziyle yeryüzü Gracq anlatılarının hem gerçek hem büyülü hem de alegorilerle zenginleşen zengin ortamının değişmez öğeleridir.
Yolculuk/yolda olma düşüncesini, yürümeyi, bir anlamda flanörlüğü seven bu büyük bir gözlemcinin romanları eşsiz bir düzyazıyla şiirselliği buluşturduğu son derece sağlam, nitelikli bir edebiyat keyfi uyandıran özgün metinlerdir. Onun coğrafyaya, jeolojiye, tarihe olan merakı özellikle uzun betimlemeler halinde okura kendini duyurur. Ancak bu betimlemeler, çevresine dikkatle, bilgiyle bakan, o çevreyi sabırla izleyen bir gözlemciye aittir ve yenilikçi bir tarzı duyurur. Gerçekçilikten söz edilse bile, modern anlatılardır bu romanlar. Belki de bu nedenle birçok kaynakta adı Yeni Romancılarla birlikte anılır. (Ayrıca onlar gibi, Gracq da kahramanların geçmişleri, yaralanmışlıklarıyla, psikolojik analizlerle vakit kaybetmez).
Ormanda Bir Balkon romanında göreceğimiz gibi, olay örgüsünün zamanı ağırdan alan ve gerilimsiz kurgusu “yer” in önemini artırır ve beklemenin, arayıp bulmamanın, askıya alınmış bir zamanın egemen olduğu mitik bir dünyayı getirir okura. Sirte Kıyısı’nda geçen “uykulu topraklar” (s.18) biraz imgelemin biraz fantasmaların boy verdiği “büyülü” yer anlayışını özetler gibidir.
Bu teritorya tarihselliğiyle belirir; dantel gibi işlenmiş bir betimleme tekniğiyle tarihsel göndermeler anlatıya yerleştirilir. Hiç zorlamasız, esnek bir sıçrayışla geçmişe uzanır anlatıcı. Bir benzetme, bir metafor, ufacık bir anıştırma Fransız tarihinden bir ayrıntıyı kurgunun coğrafyasına taşır. Yazarın coğrafyaya merakını romanlardaki yerlerin betiminde buluruz, tarihçi kimliği ise romanlarında Fransız tarihinden esinlenmelerle kurguda hissedilir. Ormanda Bir Balkon’da Fransızların ataları Merovenj hanedanlığına ya da Yüzyıl Yıl Savaşlarına göndermeler, arada sırada kahramanın çocukluk anılarına karışan 1914 Savaşı gibi öğeler 1939-1940 arasına yerleşen hikâyeye eklenen ufak hatırlatmalardır ve anlatının akışında ufak tefek kronolojik kaymalar yaratır.
Gracq’ın roman dilinde okur yeni bir yazınsal betimleme mantığını hisseder. Burada dekor (orman, kıyı, dağ, kent) kuru kuruya ya da tersine romantik biçimde olay örgüsünün hizmetinde değildir; kahramanın yaşadığı yeri gerçek ama aynı zamanda büyülü bir uzamda var eder.
Daha romanın başında, bir yere doğru yola çıkan, roman boyunca da yol alan kahramanın güzergahı da aslında düşsel bir alana açılan yolculuk gibidir. Yolcu kendine ait bir zamana sahiptir, neredeyse hiç acelesi yoktur. Mitik ve büyülü bir alanda hikâyenin içinde yer alır. Gracq bu tarzıyla, özgün bir kurgusal ortam yaratır. Okura da bu ortamda edebiyatın büyüsüne kendini bırakmak kalır. Tam bir edebiyat şölenidir Gracq okumak.
André Breton’la dostluğu, yazarlık serüveninin ilk zamanlarında gerçeküstücü romancı olarak görülmesine yol açmıştır. Edebiyatın izleksel ya da kurgusal klişelerini aşma arayışı, biçem denemeleri kuşkusuz onu André Breton’un roman anlayışına yaklaştırır, ancak büyülü bir anlatı dili yakalamak, anlatıyı sınır alanlarda kurmak ve beklemenin, akan/akmayan zamanın kurgusu Gracq’ın ustalığıdır. Tanıdık ortamlarda yepyeni bir deneyimle kahramanını karşımıza çıkarır. Burada konu olan Ormanda Bir Balkon’da bunu çok açık görürüz. Gerçeküstücülük, uzmanların da belirttiği gibi, aslında Gracq için “entelektüel bir prizma” olmuştur.
Julien Gracq Türkçeye çevrilmiş üç büyük romanı Argol Şatosu (1938), Sirte Kıyısı (1950) ve Ormanda Bir Balkon [i] (1958) ile edebiyat okurlarının ilgisini çekmeyi sürdürmektedir. Gracq romanı okuyan her birey bir dönüşüm yaşar, dedikleri kadar vardır. Kurgusu farklıdır, dili farklıdır, doğayı anlatışı farklıdır. Bireyi bu doğaya yerleştirme tarzı farklıdır. Ayrıcalıklı bir yere sahiptir Gracq; dünyayı başka gözle okur ve okutur, romanları dünya karşısında büyülenmeye açılan bir okuma deneyimidir.
İlk romanı Argol Şatosu’nu yazdığı 1937 yılında öğretmenlik yapmaktadır. Edebiyat piyasasında ise Nathalie Sarraute’ın Yönelimler’i, Jean-Paul Satrte’ın Bulantı’sı parlamaktadır. Böyle bir ortamda Gallimard kitabı basmayı reddedince Gracq José Corti’ye başvurur ve basılma aşamasına maddi katkıda bulunur. 1938’de kitap basılır. Gracq bundan böyle bütün romanlarını José Corti’de yayımlayacaktır. 1945’te Un Beau ténébreux yayımlandıktan sonra Gallimard hatasını anlar ama Gracq yayınevine sadık bir yazardır. Sonunda, Gallimard 1980’lerde Julien Gracq külliyatını basmayı teklif ederek hatasını telafi etmeye çalışır.
Argol Şatosu André Breton’un hayal ettiği anlamda “gerçeküstücü roman”ın ilk örneklerinden görülür. Romandaki uzamlar duyulara açılan yerlerdir; karanlık, aşılmaz bir ormanın kuşattığı alana kahramanları yerleştirir anlatıcı. Ormanda Bir Balkon’da olduğu gibi orman ve okyanus arasında geçişler okurun dikkatinden kaçmaz. Yer’e tarihsel zamanı yerleştirir Gracq.
Yazarın imzasına dönüşen tarihsel ve büyülü ortam kurma yetkinliği Sirte Kıyısı’nda daha da belirginleşir. Tarihsellik, metnin modern dokusuna bambaşka bir renk olarak karışır ve okuru büyüler. 5 Aralık 2020 tarihli bir yazısında Semih Gümüş Sirte Kıyısı’nın tarihsel dokusunu metnin sessizliği içinde bir yerlerde görür ve alttan alta kurguya işleyen bir tarihselliğin altını çizer. Gümüş’e göre bu “çapraşık roman”da “tarihsel gerçekle kurmaca, yaşanmışla düşsel olan arasında bir geri çekilir, bir köpürüp Sirte Kıyısı’na vurur.” (Semih Gümüş, 2020).
Bu yazının konusu, yazarın savaş deneyiminden yola çıkan Ormanda Bir Balkon da tarihsel bir olayı anlatıya taşır. 1939-1940 arasında Belçika sınırına yakın Ardenne’lerde bir kasabaya yakın yerde ormanın içinde “berkitilmiş ev”de (maison forte) dört kişilik bir askeri birlik Almanların Fransa sınırına ilerlemelerini durdurmakla görevlendirilmiştir ve merkezdeki komutanlardan gelecek savaş haberini ve harekâtı beklemektedir.
Ormanda, Yalnızlığın ve Hayalin İçinde
Savaşın başlamak üzere olduğu ancak zamanın askıya alınmış gibi hissedildiği 1939 yılında geçmektedir romanın örgüsü. Ardenne’ler bölgesinde sanki unutulmuş ya da kendi haline bırakılmış gibi, önemsiz bir karargâhta görevlendirilen Asteğmen Grange’ın başkişisi olduğu anlatı, bu “savaşı bekleme” durumunu anlatır; ormanda kendi halinde bırakılmış, anlatıcının deyişiyle “Ormanda Uyuyan Ordu”nun (s.113) silah altına alınmış genç üyesinin hayatıdır anlatılan.
Savaşa katılmış bir yazarın kişisel izlenimleri akla gelse de modern bir anlatı olarak edebiyat dünyasında önemli bir yere sahiptir Ormanda Bir Balkon. Yaklaşan, başlamış, belirsizliğe mahkûm bir savaşın Fransa toprağının önemsiz bir noktasında savaş aktörleri tarafından algılanışını eşsiz bir kurguyla anlatır.
Bu tekdüze bekleyişin anlatısı aynı durağanlığın hatta sıkıntının betimlenmesiyle başlar. Asteğmen Grange’ı Charleville’e getiren tren ağır aksak ilerlemektedir: “Tren Charleville’in kenar mahallelerini ve dumanlarını geride bırakalı beri, Asteğmen Grange’a sanki dünyanın çirkinliği dağılıyormuş gibi geliyordu.” (s. 5) Okur daha girişte hiçbir şeyin olmadığı ıssız bir yere alınır. İlk on beş sayfada askeri rütbeler (albay, yüzbaşı, er, asteğmen), askeri yerler (korunga, karargâh, garnizon) dışında savaşa ilişkin somut bilgi yoktur.
Tek bir evin kalmadığı bu ıssız vadide sanki her şey durmuş gibidir, yalnızca tren madeni gürültü eşliğinde ilerlemekte, ağır ağır akan, kıyıyı çevreleyen çürümüş yapraklarla, ağırlaşmış ve kararmış Meuse ırmağı bu ıssızlığın içinde hareket etmektedir. Tren ve ırmak dışında her şeyin durup kalmış gibi hissedildiği bu yerde istasyondan karargâha giden Grange’ın karşısında kasvetli evler, alçı ocaklarının toza buladığı yoksul, kirli-boz sokaklar uzanır; bir aşağı bir yukarı gezinen devriyeleriyle, arada sırada beklenmedik çocuk seslerinin bozduğu ağır bir hava egemendir; kısaca her şey “iç karartıcıdır” (s.8). Grange ekibiyle birlikte Belçika Ardenne’lerinden Meuse hattına inen geçiş yollarını Alman zırhlı birliklerinden korumak üzere askerlerce korugan olarak kullanılan bir “berkitilmiş ev”e (maison forte) yerleşir. Burası minik bir garnizonun bakımsız lojmanıdır.
Teknik terimlerle anıştırılan savaşı ancak 15. sayfadan itibaren kahramanın ağzından duyarız: “Yoo, hayır, diye düşündü Grange, bu savaş hiç de sanıldığı gibi başlamıyordu.” (s. 15) Bu bakımsız askeri merkezde şimdiye kadar asker yaşamında duymadığı bir “sessizliğin mırıl mırıl çöreklendiğini” (s.16) hisseder Grange “tamamen yabancı bir diyarda” gibidir (s.16). Tuhaf yerde önce sessizliği, sonra alışılmadık “savaş” atmosferini” sonra da ormanı, Meuse ırmağını, ormanın seyreldiği ve Çatı diye adlandırdıkları düzlüğü tanır, etrafını izlemeye koyulur:
“Manzara geniş koyu kütleler ve aralara yayılmış çıplak çayırlık alanlarıyla, bir harita gibi okunabilen sert ve askeri bir açık seçikliğe, hemen hemen jeodezik bir güzelliğe sahipti. Bu doğu bölgeleri savaş için yaratılmış, diye düşündü Grange.” (s.12)
Savaş gerçek anlamıyla metinde yerini alıncaya kadar Asteğmen Grange’ın imgeleminde ve bekleyişinde kimi zaman “kaygılı bir bulantı” olarak (s.142) kimi zaman “keyifsizlik” (s.143) kimi zaman da “kayıtsızlık” halinde yer alır: “Grange bahçe koltuğuna gömülüp yavaş yavaş kahvesini yudumlayarak hülyalı bir mutluluk alemine dalıyordu.” (s. 21)
Bir türlü başlamayan savaş, Ardenne’lerin bu yakasına ulaşmayan saldırılar, Almanların bu bölgeye bir türlü ilerlemeyişi Grange’ı bu yerin bir sakini yapar yavaş yavaş. Bir süreliğine burada olduğunun sakin bilinciyle, yakındaki köy meydanındaki Çınarlı’ya kahve içmeye gider, berkitilmiş evde Er Hervouët’nin rezervden getirdiği şarabı yudumlar. Yürüyerek yöreyi keşfeder; ona sonsuz denizin uğultusunu taşıyan ormanı izleyerek zamanını geçirir. “Ormandayım işte, diye düşündü yeniden, yürümek yetiyordu Grange’a, gittiği yol boyunca dünya önünde bir ırmak geçidi gibi açılıyordu.” (s.152)
Ve Bir Orman Cinini Andıran Kadın Ortaya Çıkar
Bekleyişin monotonluğu içinde metne bir anda yeni bir kahraman eklenir. Yürüyüşler ve doğa Grange’ın hayat enerjisidir. Bu enerjiyi erkek enerjisiyle taçlandıracak bir kadın, Mona gerçeküstü bir varlık gibi belirir, nitekim Grange da bunu böyle hisseder. Kadının -düşsel ve fiziksel varlığıyla- birden bir sihir gibi roman uzamında belirmesiyle okur Mona’yı tanır. Aslında bir yürüyüşten dönerken Grange bu genç dula rastlar.
Julien Gracq’ın iyi bir Nadja okuru olduğunu, Breton’la dostluğunu da akılda tutarak Mona’yı hayal dünyasıyla gerçeğin kesişim noktasında konumlandırabiliriz. İdilik bir buluşmadır bu kadınla karşılaşma ve birliktelik. Kadının cömertliğinde Grange asker değil de erkek olarak var olur. Hayatın en hakiki kıyısına getirir onu Mona. Grange kadının evindeki ilk buluşmadan bulutlar içinde odasına döner. Sıklıkla bir araya gelirler. Bununla birlikte aralarında bağlanma, fedakârlık türünden bir angajman meydana gelmez. Buluştukları gibi, savaşın bölgeye yaklaşmasıyla ayrılırlar.
Mona su birikintileriyle oyun oynayarak hoplaya zıplaya kendi yolunda gitmekte olan bir çocuk gibi, hafif renklerle çizilmiş resimsel bir varlık gibi betimlenir:
“Küçük silueti daha dikkatle izlemeye koyuldu. Yürüyüşünde ona tuhaf gelen bir şey vardı. Artık adamakıllı şiddetlenen ama hiç tutmaz göründüğü sağanağın çıtırtısı altında okul kaçkını bir yaramazı şaşılacak derecede andırıyordu.” (s. 37)
Bu yaşsız, hatta neredeyse kütlesiz kadını “bir peri, bir orman büyücüsü” diye niteler Grange: “Daha çok masalsı bir tür söz konusuydu, tek boynuz filan gibi. Ormanda buldum onu, diyordu ve tansıklı bir sivri uç yüreğine batıyordu. Mona bir işaret taşıyordu üzerinde; deniz onu kendisine kadar bir taş çeşme yalağında yüzdürerek getirmişti; onun kendisine ne denli güvencesiz olarak ödünç verilmiş olduğunu hissediyordu; getiren dalga mutlaka onu bir gün geri alacaktı.” (s.83) Öyle de olur.
“Şu Tuhaf Savaş”
Roman geciken ve hep beklenen savaşın gölgesinde ilerler. Alman ordularının Belçika üzerinden Fransa sınırını geçme tehlikesi vardır ama yaşanan da “hayalet savaş” gibi bir şeydir. Savaşın geleceğine inanmayan Grange’ın gözlemlerine okur da ortak olacak ve onun tanıklığıyla gelmeyen/başlamayan, hatta olup olmadığından bile emin olmadığımız bir savaş”ı beklemeye başlayacaktır: “Savaş mı? … kim biliyor ki savaş var mı yok mu?… Bir savaş olsaydı bilinirdi.” (s.35).
Grange buraya “yabancıdır” ilk başta; kaldığı askeri ev diğer evlere benzemeyen tuhaf bir yerdir, sanki “insanın başının üstünde serin bir siyah çukur” varmış da insan oraya kaynamış gibi bir boşluk duygusu yakalar (s.17). Burası aynı zamanda bir “peri evciği” gibi güven uyandırmayan bir yerdir. Böylece ormanda askerlere güvenli bir sığınak sunmaktansa belirsiz ve tekinsiz bir yer olarak belirir “berkitilmiş ev”.
Dışarıda uzanan orman ortamı ise roman boyunca sık sık göreceğimiz gibi denize benzetilir: “Havanın dingin olduğu gecelerde çevresindeki bezden perdeler hâlâ gerili güvertede açıkta uyuyan kurşuni denizlere yol alan ve bir gün gelip rüzgârın dönebileceğini unutmaya çalışan yolcular gibi uyunuyordu.” (s.17) Romanda birçok kez Grange ormanda dalgaların uğultusunu duyar. Bu cümlede de beliren “yolcu” sözcüğünü Sirte Kıyısı’nın önemli kavramı olarak da aklımızda tutabiliriz.
Belli bir düzeni kurduktan sonra Grange bir tür köylü yaşamı sürdürmeye başlar. “Felçli bir durumda” iken insanı toprağa kökleyen bir yerleşiklik duygusu hisseder. Acelesiz, neredeyse amaçsız, orada bulunmaktan başka bir iş yapmaz. Oralı olmuş gibidir artık. Hatta güneş battığında ormanın kıyısında beliren köylülerin selamını alırken kendini tebaasıyla “serinlikte bir şeyler içmek için şatosunun kulesinden inmiş babacan bir feodal beye benzetmeye başlıyordu” (s.23).
Asteğmen Grange çok geçmeden şunu anlar: “Artık iyi haber beklenmeyen bir dünyaydı burası.” (s.52) Oysa şu yalancı bir savaşın sürdüğü ülkeler belki de asıl yaşanır yerlerdi, ne olursa olsun burası “ağrısız sızısız ama can sıkıcı bir hızla ilerleyen hastalıkların dünyası” gibiydi (s.52). Savaşı beklerken Grange’ın Paris’e gelerek izin kullandığını da belirtelim.
Savaşın geciken başlama durumu metin boyunca Moriarmé adındaki bu küçük yerde (“mort”: “ölüm, ölü”, “armé”: “silahlı” sözcüklerindin çağrışımını da unutmamak gerekir) görevlendirilen askerleri karargâhtan yöneten Yüzbaşı Varin ile burada görevlendirilmiş Olivon, Hervouët ve Gourcuff ve Asteğmen Grange arasında paylaşılan yazışmalarla ve bazı görüşmelerle verilir; yani sadece bilgi düzeyinde bir savaş son on sayfaya kadar gücül (potansiyel) halde kalır. Beklenen ama başlamayan ya da en azından bu bölgeye gelmemiş bir savaş. Bu arada Meuse kıyısına ağır silahlar yığılmaktadır, her hafta “belki de saldırının yapılacağı” haftaya dönüşür.
Ancak Alman ordusu onları yine şaşırtır, hiçbir şey olmaz. Savaşın bir türlü buraya gelmemesi orduda terfi bekleyen Yüzbaşı Varin ile Asteğmen Grange arasında bakış açılarının farklılığıyla belirir: Grange dayanamaz ve Yüzbaşıya “Ama Almanlar da kımıldamıyor.” (s.33) ve daha ileride “Belki de hiç saldırıya geçmezler.” (s.34) şeklinde tepki verir. Öyle ya, köyde gezinmelerinde sarhoş askerleri gözlemlemektedir, sokaklarda artık askerlerin bir işinin kalmadığını düşünmektedir: “Savaş mı? diyordu öfkeyle omuzlarını silkerek, kim biliyordu ki savaş var mı yok mu?.. Bir savaş olsaydı bilinirdi.” (s.35)
Zamana yayılan, uzayan bekleme durumu böylece metin boyunca kâh Grange’ın kayıtsızlığında, kâh yüzbaşının sabırsızlığında sıklıkla dile gelir. Bir süre sonra, kendilerine ulaşan haberlerde ilerlediğini öğrendikleri savaşın Moriarmé’ye uğramayacağından endişe etmeye başlarlar.
Sonunda bir sabah Almanların Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’a girdiğini haber alırlar (s.123). Hayalet savaş fiziksel bir varlığa bürünmeye gümbürtüsüyle, patlama dumanlarıyla uzaktan da olsa algılanmaya başlar başlar: “Şimdi düzmece savaşın sis kalkıyor, hoş olmasa da beklenen ve öngörülen bir perspektif yarı yarıya açılıyordu.” (s.124) Devriyeler sıklaşır, köyler boşaltılır, ormanlar tekinsizleşmeye başlar: “Algılanan ufuk daralıyordu. Savaşın gelip çattığı bundan da anlaşılıyordu.” (s.136)
Yine de yaşadıkları ve nöbet tuttukları bu yere gelmez savaş: “Meuse kıyılarında neler oluyor? Almanlar şimdi herhalde Moriarmé’yi geçmişlerdir!” Hayalinde savaş aldığı hızla, bozgun halindeki süvarilerin çılgın koşusuyla devam ediyordu. “Galiba burada bir tür adadayız… Belki de savaş bitmiştir” dedi içinden. Bütün olasılıklar kafasında tepişiyordu, ama fazla gürültü yapmadan.” (s.161)
Grange savaşın bu beklenmedik ve absürt koşulunun farkındadır. Sonlara doğru Grange Olivon, Gourcuff ve Hervouët’ye ateş açılır, Grange bacağından yaralanır. Artık her biri kendi yoluna gidecek, hayatta kalmaya çalışacaktır. Anlatıcının da dediği gibi savaş ancak bu kadar uğramıştır bu ufacık yere: “Savaş sürüyordu gerçi ama, bir dolu sağanağının camlardan kurulanan son damlaları gibi, çok uzaklardan geçip gidiyordu artık.” (s.171)
Romanın başındaki hareketsiz bekleyiş içinde kişiler büyük ve ciddi olayların başlarına gelmeyeceğine inanmak zorunda kalmışlardı ama sonunda düşman kuvvetlerin ilerleyişinden nasiplerini alırlar. Son sayfalarda ekip saldırıdan kaçarak çeşitli yerlere dağılırken Grange “belki de burada öleceği” (s.176) duygusuyla sığınacağı bir yer arar.
Defalarca aşkla, heyecanla yanına koştuğu Mona’nın terkedilmiş evine sığınır, yarasını tedavi etmeye çalışır ve ister istemez bu asker günlerinin bir muhasebesini yapar: “Üstüne çarpılan kapının her şeye bir çizgi çektiğini, bir sondeyiş üzerine kapandığını anlıyordu: kısa savaş serüveni sona ermişti. Ona ilginç gelen, çevresindeki boşluktu: kocaman, hayalet gibi, tatsız, kendisini içine çeken bir boşluk.” (s.178) Bu eve gelip gitmelerini düşünür, hep bir şeyler beklemiş, hayatında bir şeye yer açmıştır, ama şimdi hiçbir şey yoktur: “Beklenecek bir şey yok. Başka hiçbir şey yok. Geri döndüm.” (s.179)
Romana yayılan bekleyiş bu şekilde hiçliğin bilincine açılır. Grange her zamanki gibi sakin, durumunu gözlemlemektedir. “Bir şeylerin olduğunu biliyordu, ama sanki bu gerçek değilmiş gibi geliyordu: savaş hâlâ kendi hayaletlerinin ardına saklanmaya, çevresindeki dünya da sessizce boşalmaya devam ediyordu.” (s.179)
Kaçak güreşen bir dünyadır bu dünya. Jules Verne, Poe, Rimbaud seven bu edebiyat meraklısı genç Asteğmen eski sevgilisinin boş evinde, yaralı bir halde, tek başına, kahramanlık anlatılarını değil, kendi sıradan serüvenini düşünür; içinde Mona’nın yanında ortaya çıkan “kör serseri kişiliğine geri dönmenin” huzuru vardır; yattığı yerde deniz kabuklarının içinden gelen deniz hışırtılarıyla hayatın şarkısını dinlemektedir (s.181).
Son bölümün şu cümlesiyle (s.178) yazıyı bitirmek isterim: “Ne serüven ama, diye düşündü.”
Kaynaklar:
Julien Gracq, Ormana Bakan Balkon, Can Yayınları çev. İsmet Birkan, 1997.
Julien Gracq, Ormanda Bir Balkon, çev. İsmet Birkan, Sel, 2020.
Julien Gracq, Sirte Kıyısı, çev. Aykut Derman, Sel, 2021.
Semih Gümüş, “Julien Gracq ya da Bilinmeyenin Gizi ve Gerçekliği”, 05.12.2020.
[i] Bu yazıdaki alıntılar için elimin altında bulunan 1997 tarihli Can Yayınlarından çıkan çeviriden yararlandım. Çevirmen aynıdır. Yazı içinde yapıtın Türkçe karşılığı için Sel yayınlarının 2020 tarihli çevirisinin başlığını kullandım.