![Empedokles](https://sanatkritik.com/wp-content/uploads/2022/08/Empedokles.png)
“Bu noktaya nasıl geldik?
Yüzyılımızın meşum
sarsıntılarıyla ne zaman
karşılaşsam kendime bu
soruyu soruyorum. Ters
giden neydi? Hangi yol
ayrımlarında yanlış yöne
sapıldı? Bunlardan
kaçınılabilir miydi? Bugün
dümeni doğru yöne
çevirmek hala mümkün mü?”
(Uygarlıkların Batışı, s.13)
Gizem Aktaşlı
Amin Maalouf, 2019’da yayınlanan Uygarlıkların Batışı adlı denemesinde insanlığın durumunu bir gemi metaforuyla anlatmıştı. Büyük bir transatlantik olan uygarlık gemimiz, tüm sınıflardan yolcular ve kaptanlarla birlikte kaçınılmaz bir sona doğru giderken, Maalouf’un okurlara vermek istediği mesaj özellikle Türk okuyuculara hayli tanıdık gelebilir: “Hepimiz aynı gemideyiz”.
![](https://sanatkritik.com/wp-content/uploads/2022/08/Resim1-1024x675.jpg)
Maalouf’un Semerkant, Afrikalı Leo, Tanios Kayası gibi tarihsel kurguları, insanlık gemisinin yolcularına geçmişten uzanan bir çağrıydı. Yazar dünya medeniyetlerini, bilhassa Doğu ve Batı’dakileri, biz/ötekiler, ilkel/medeni, birinci dünya/üçüncü dünya olarak ayıran düşünceye ve bunun üzerinden kurulan kimlik inşasına karşıdır. Bu tür ayrımların oluşturduğu ölümcül kimliklerin, ayrımcılığı ve düşmanlığı tetiklediği düşüncesindedir. Tarih boyunca medeniyetlerimiz kendi kimliklerinden olmayanı, farklı olanı dışlama alışkanlığı edinmiştir. Bunun sonucunda ortaya çıkan kültürel, sosyal ve politik iklim, kimi tarihi aktörlerin kanunsuzluk ve düşmanlık içeren faaliyetlerini rahatça sürdürmelerine olanak tanımıştır. Biz/onlar ayrımının düşmanlığa dönüşmesi istisnasız her medeniyete felaket getirmiştir ve getirecektir. Öyle ki bir kimliğin kendini başka bir kimlikten üstün görerek büyük insanlık suçları işlemesi de yine bu kimliklerin dolaylı sonuçlarından kaynaklanır. Ölümcül Kimlikler denemesinde yazarın sunduğu çözüm, insanların birden fazla aidiyete sahip olduklarının farkına varması, çeşitliliği özümsemesi ve birlikte yaşayabilmeyi öğrenmesidir.[1]
“Her birimiz kimliğimizde birçok unsur barındırıyoruz. Her birimiz, örneğin Avrupa’da, hem Fransız hem de Avrupalı olmanın ne demek olduğunu hissetmek durumunda kalıyoruz. Her birimiz kendi kimliğimizi incelemeliyiz, zihnimizi inceler gibi. Kimliklerimizi ve kişiliklerimizi barışın bir parçası haline getirmeliyiz, nefret ya da savaşın bir parçası haline getirmek yerine.” [2]
1992 senesinde yayınlanan Beatrice’den Sonra 1. Yüzyıl romanında yazarın sesi bu sefer bir gelecek kurgusundan bize ulaşır. Bilimkurgu türünde kaleme alınan bu metinde yine bir ayrımcılığın üzerinde durulur: cinsiyetçilik. Yazarın daha önceki deneme ve romanları da dikkate alındığında, Maalouf yazınının çeşitli türden pek çok ayrımcılığın nasıl aynı kaynaktan beslendiğini ve aynı türden sonuçlara yol açtığını göstermek ister.
Beatrice’den Sonra 1. Yüzyıl, erkek çocuk doğumunu büyük oranda garanti altına alacak bir ilacın dünyada dolaşıma girmesini işliyor. “Geri kalmış medeniyetler” erkek çocuk doğumuna büyük değer veren kültürleri sebebiyle, dünyada bu ilacı en çok kullananlar oluyor. Gelişmiş medeniyetler ilacın “ne kadar etik olduğunu” tartışırken, bazı halklar soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Zamanla bu icadın bir takım kişi ya da kişiler tarafından etnik temizlik amacıyla kullanıldığı da anlaşılıyor. “Uygar” medeniyetlerin sadece kendi çıkarlarını düşünerek sessiz kaldığı bu durum, roman ilerledikçe distopik bir atmosferin oluşmasına neden oluyor. Öncelikle cinsiyetçilik yönüyle dikkat çeken bir meselenin kimi medeniyetlerin kökünü kazıyacak bir silaha dönüşmesi, her türden ayrımcılığın sonucunun yıkım olduğu fikrini güçlendiriyor. Maalouf, deneme ve tarih yazınlarında verdiği mesajı, bilimkurgunun spekülatif gelecek kurgusu özelliğiyle tekrar ederek yine her türden ayrımcılığın karşısında duruyor. İster tarihi kurgu ister bilimkurgu türünde olsun yazarın eserlerini kaleme alırken sorduğu tek soru var: “Nereye gidiyoruz?”.
“Geçmişle sadece geçmiş olduğu için ilgilenmiyorum. Geçmişe ilgi duysam da bana asıl ilginç gelen gelecek, nereye gittiğimiz.”[3]
![](https://sanatkritik.com/wp-content/uploads/2022/08/Empedoklesin-Sirlari.jpg)
Empedokles’in Dostları
2019’da Ali Berktay’ın çevirisiyle YKY tarafından yayınlanan ve dilimize Empedokles’in Dostları (Nos Frères Inattendus) başlığı ile kazandırılan roman, bilinmeyen bir yerden gelen “kardeşlerimiz” aracılığıyla bilinen ve kabul edilen dünyanın sorgulandığı bir gelecek kurgusunu sunuyor bize.
Hikâyenin protagonistleri Alexandre “Alec Zander” ve Ève Saint-Gilles komşudur, Pasifik’te yer alan dörtlü takım ada Les Chirons’un en ufak parçası olan Antioche’da yaşamaktadırlar. Gönüllü bir sürgüne çıkarak insanlardan kaçmayı seçen bu karakterler aynı adada komşu olmalarına rağmen birbirlerini tanımak istemezler. Alec adada ailesinden kendisine kalan araziye yaptırdığı bir evde münzevi bir hayat sürmektedir, geçimini ise gazete ve dergilere karikatür çizerek sağlamaktadır.
“Sonuçta insan gerçekten neye ihtiyaç duyar? Sağlığı ve internet bağlantısı iyiyse, gerisi o kadar önemli değil”. (Empedokles’in Dostları, s.69)
Sürüp giden bu sakin yaşam elektronik aletlerin birdenbire çalışmayı bırakmasıyla altüst olur. Alec’in ilk aklına gelen şey beklenen nükleer felaketin sonunda gerçekleştiğidir. Elektirikten, internetten, dolayısıyla tüm iletişim kanallarından yoksun kalınca dünya ile tüm bağı da kopmuş olur. Büyük bir korkuya kapılan Alec, on iki yıldır hiç yokluğunu çekmediği insan yakınlığına ihtiyaç duyarak komşusunun kapısını çalar. Adaya yerleşmeden seneler önce büyük çapta yankı uyandıran “Gelecek artık burada oturmuyor” adlı kitabın yazarı Ève, “Tüm ideallerini yitirmiş, hatta en harika yaşama nedeni olan gelecekteki mutluluk beklentilerini bile yitirmiş bir kuşağın sözcüsü”dür. Romanının yarattığı sansasyon sebebiyle zarar gören, ailesi ve dostlarıyla arası açılan Ève, yazacağı meçhul ikinci bir kitap fikriyle adaya taşınmış, dış dünyayla tüm ilişkisini kesmiştir. İkili mevcut durumu tartışır; Alec’in endişelerine karşılık, Ève oldukça sakin bir kabullenmişlik içindedir. Durumu pesimist ve mizantropik bir bakış açıyla değerlendirir, eğer bir nükleer felaket söz konusuysa, insanlığın sonunda layığını bulduğu görüşündedir. Alec insanlık konusunda komşusuyla aynı fikirde değildir, ancak insanlığın yaptığı bunca yanlıştan sonra bir bedel ödemesinin kaçınılmaz olduğunu düşünerek ona biraz da hak verir. Evine döndüğünde büyük bir tarihi dönemecin eşiğine gelindiği inancıyla kendine bir kronikçi rolü biçer ve gerçekleşecek tüm olayları kayıt altına alacağı bir günce yazmaya koyulur.
Kurgudaki dünyanın durumu günümüz dünyasıyla örtüşüyor; aynı ön yargıların, aynı kavgaların sürdüğü bir dünyanın tasviriyle başlıyor roman. Geçmiş hatalardan ders almayan büyük devletler ve nükleer silahların tehdit unsuru oluşu bize hiç yabancı değil. Maalouf’un da belirttiği gibi, romandaki fütüristik yaklaşım çok yakın bir geleceğe işaret ediyor, hatta “yarın sabah gerçekleşebilecek” kadar yakın bir geleceğin kurgusunu sunuyor bize.[4] Yazar önceki bilimkurgu romanındaki gibi hikâyenin geçtiği zamanı belirsiz bırakıyor. Roman günce yazı türüyle yazılmış olmasına rağmen, tarihler yalnızca gün ve ay ile veriliyor ve yıl belirtilmiyor. Ayrıca uzak bir geleceği, söz gelimi apokaliptik bir dünyayı ya da makinelerin çağını tasvir etmiyor. Bu da kurgudaki olayların herhangi bir 9 Kasım ya da belki de, önümüzdeki 9 Kasım meydana gelebileceği fikrini veriyor okura. Bu her an gerçekleşebilecek geleceğin kaderi, gemiye binip gelmiş kurtarıcılar sayesinde birden değişiyor: Empedokles’in Dostları.
Maalouf’un Umudu: “İnsanlık başka bir yolu seçmiş olsaydı”
Alec’in elektronik aletlerin çalışmadığını anladığı sırada dünyada gerçekten de bir felaket olmak üzeredir. Kafkasya yakınlarında 2. Dünya Savaşı’ndan kalma eski nükleer silahları toplayan terörist bir lider dünyayı tehdit etmektedir. Bazı batı şehirlerinde silahlı saldırılarda bulunan bu liderin büyük bir nükleer saldırı planladığı da bilinmektedir. Bu sebeple ABD, gerçekleşmesi muhtemel nükleer felaketi durdurmak için terörist güçlerin bulunduğu üslere, sivil kayıpları da göze alarak bombardıman yapmaya hazırlanmaktadır. Gizli bir güç tam bu sırada devreye girerek dünyadaki tüm elektronik aksamları bozar ve bombardıman emrinin verilmesini engeller.
Planlanan operasyon için danışmanlarıyla ülke dışında bulunan ABD başkanı Milton ve ekibi duruma anlam veremez. Operasyonu gerçekleştiremedikleri gibi dış dünyayla iletişim de kuramamaktadırlar. O sırada kendisini Demosthenes olarak tanıtan gizemli bir adam onlarla iletişime geçer ve bu durumun “kendilerinin” eseri olduğunu söyler. Dünyanın mevcut durumundan memnun olmadıklarını, bu duruma müdahale amacıyla geldiklerini ve bu süre zarfında kontrolün kendi ellerinde olacağını kibarca fakat kesin bir şekilde belirtirler. Nereden geldikleri, kim oldukları bilinmeyen bu kişiler tarafından kapana kısıldığını hisseden başkan, çaresizce duruma razı olmak zorunda kalır. Bunun sonucunda, tarihte belki de ilk kez dünyanın en güçlü devleti, dünyadaki tüm diğer medeniyetlerle birlikte, kendisinden daha güçlü bir topluluğun karşısında aciz duruma düşer.
Roman ilerledikçe kendilerine “Empedokles’in dostları” diyen bu toplulukla ilgili yeni bilgiler ediniriz. Empedokles’in dostları, gelişmiş teknolojileriyle bizim teknolojilerimizi saf dışı bırakmanın yanı sıra tıp alanında da oldukça ileri olduğu anlaşılır. Önce dünyayı tehlikeye atabilecek her türlü bilgiyi yok etme işini üstlerine alıp bu iş için belirli yerlere ekiplerini gönderirler. Sonra da kanseri terminal seviyeye varmış ABD başkanını iyileştirmeye söz verirler. Bu durum diğer büyük devletler tarafından işgal ve müdahale olarak yorumlanır, ancak dünyanın ulaştığı tüm teknolojik ilerlemeyi durdurabilmeye muktedir bir güce karşı elleri kolları bağlıdır.
![](https://sanatkritik.com/wp-content/uploads/2022/08/Resim2.jpg)
Bu karşı koyması imkânsız topluluk kimdir peki? Alec bir cevap bulma umuduyla, Başkan Milton’un kişisel danışmanlığını yapan arkadaşı Moro ile iletişime geçer. Arkadaşından Demosthenes’le aralarında geçen ilk karşılaşmayı dinleyen Alec’in aklına, adadaki kayıkçı dostu Agamemnon “Agam” gelir. Yalnızca isim olarak değil, görünüş olarak da birbirine benzeyen bu kişilerin birbirleriyle bağlantılı olabileceklerini sezinleyen Alec, Ève’i de yanına alarak Agam’la yüzleşir. Sezgileri onu yanıltmamıştır: Agam bu adaya, Ève’in romanındaki düşünceleri ilgiyle izleyen Empedokles’in dostları tarafından, kadını korumak ve gözetmek adına gönderilmiştir.
“Şöyle diyordunuz: Hayatın yollarında hiç durmadan tarihimizin can sıkıcı cesetlerine takılıp sendeliyoruz. Ama geçmişiyle boğuşmaktan usanan insanlık eğer bir gün geleceğiyle karşılaşsa, onu tanıyabilecek mi? Kendini onda bulup, onun güçlü ve sıcak bedenine avuçlarını dayayabilecek mi? Evet hanımefendi, eğer bu bir önsezi ise doğrulandı; eğer bir dilek idiyse gerçekleşti.” (s.57)
Bu itirafın ardından Agam onlara olup bitenleri ve kim olduklarını, bazen üstü kapalı da olsa anlatır. Topluluğun ilhamını aldığı ve fikirlerini takip ettikleri kişi, Sokrates öncesi dönemde yaşamış filozof-şair Empedokles’tir. Elimizde kendisi ve öğretisine dair yalnızca fragmanlar halindeki şiirleri ve kendisine dair tanıklıklar kalmış olan bu filozofun öğretisi, romandaki topluluğu anlamak açısından oldukça aydınlatıcı olacaktır.
“Eğer okuyucu Empedokles’in üstü kapalı sözlerinin ardındaki düşünceyi takip edecek ve kavrayacak olursa, iyiliklerin müsebbibinin Aşk (Eros), kötülüklerinin müsebbibinin ise Husumet (Neikos) olduğunu keşfedecektir.”[5]
Empedokles’in kozmogonisinde 4 ana elementin yanında “Aşk” (Eros) ve “Husumet” (Neikos) tanrıları yer alır. Öyle ki evrendeki her şey bu elementlerin birbirleriyle kurduğu ilişkiyle meydana gelir. Ayrıca Empedokles’e göre insan ölümsüz değilse bile ölüm mutlak bir yok oluş da değildir. Ölüm, yalnızca elementlerin yer değiştirmesinden ibarettir: insan gerçekten ölmez, sadece şekil değiştirir. Dört elementi birleştiren güç Aşk’tır ve uyumu sağlar, elementler onun sayesinde birbirlerine karışarak kozmik döngüyü yaratır. Husumet bu döngüye dahil olduğunda, döngüde düzensizlik meydana gelir ve uyum bozulur, çünkü Husumet elementlerin kurduğu birlikleri bozar ve onları çözülmeye doğru götürür.
Empedokles’in dostları belki de isim babalarının bu düşüncelerini, her ne kadar romanda açık açık belirtilmese de benimseyerek ileri bir tıp bilgisi inşa etmiş ve ölümü yok etmeseler de ertelemeyi başarabilmişler:
“Empedokles’in Dostları bizim kavgalarımıza hiç bulaşmadan, aptal inançlarımızla vakit yitirmeden yollarına dosdoğru devam ettiler. Ve bugün tüm bilgi alanlarında olduğu gibi mutluluk sanatında da fersah fersah ilerimizdeler.” (s.63)
İleri teknoloji ve tıp bilgisinin yanı sıra, topluluğun üyeleri hiçbir etnik kökenin baskın olmadığı, adeta pek çok etnisitenin kaynaştığı bir medeniyet kurmuşlar. Bronz tenli, çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli veya kıvırcık saçlı olarak tasvir edilen bu kişilerin taşıdıkları Demosthenes, Agamemnon, Elektra gibi Yunanca isimler, farklı kimlikler taşısalar da sahip oldukları ortaklığın göstergesidir. Tarihin bir döneminde insanlıktan koparak dünyamızın bilinmeyen bir parçasına yerleşmeleri, onlara tüm savaş ve çatışmalarımızdan sıyrılma ve bizden çok daha ileri bir medeniyet kurabilme imkânı kazandırmıştır. Bu yönleriyle Empedokles’in dostları, Maalouf’un her fırsatta dile getirdiği birlikte kendi kültürünü ve tarihini koruyarak yaşayabilen, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin var olmadığı bir medeniyeti kurabilmiş bir topluluk. Aşk’ın farklı olanı birleştirme ve uyum gücünü seçen Empedokes’in dostları’nın karşısında, bizim medeniyetlerimiz Husumet ve ayrışma yolunu tutmuş gibi gözüküyor.
Kurtarıcılarımız/Düşmanlarımız
Empedokles’in dostları herhangi bir zarar verme amacıyla gelmemiş olsa da, insanlar onları hemen kabullenmez. Söz verdikleri gibi zararlı bilgi ve verileri yok ederken, alışılmadık yöntemler kullanmaları korkuya sebep olur. Gittikleri yerlerde direnişle karşılaşarak çatışmaya girmemek adına bir takım manyetik dalgalar aracılığıyla insanları geçici felce sokup, tehlikeli bilgileri yok ettikten sonra ortadan kaybolmaları insanları tedirgin eder. İnsanlar arasında korkudan ya da kötü niyetten, Empedokles’in dostlarının zararlı ve habis olduğuna dair söylentiler baş gösterir. Bunun en somut sebebi, felce uğrayan insanların bazıları çabucak eski haline dönerken bazıları için ise bunun daha uzun sürmesidir. Genel panik hali Alec’in adasına bile sıçrar, öfkeli bir kalabalık Agam’ın kimliğini keşfederek kulübesini ateşe verir. Empedokles’in dostları bu tepkiler üzerine hem felç hali devam eden insanları tedavi etmek hem de iyi niyetli olduklarını göstermek amacıyla, hastane-gemileriyle öncelikle Alec’in adası olmak üzere belirli kıyılara yanaşır. Bu hareketin yankısı büyük olur. Gemide uygulanan tedavi, Alec’in bizzat deneyimlediği üzere bizim tıbbımızla hiç alakası olmayan, neredeyse “mucizevi” iyileşmelere ve gençleşmeye sebep olan bir yöntemdir. Zaman geçtikçe topluluğa karşı duyulan güvensizlik, yerini insanlığın ilerleyişine ve mevcut düzene dair bir güvensizliğe bırakmaya başlar.
“Kin ve nefret duyguları sürekli yükseliyor, teknoloji de onlara zincirlerinden boşanıp her şeyi yok etmelerini sağlayacak araçları -bazen bile bile, bazen hiç farkında olmadan- hazırlıyordu. Büyük bir felaketten sakınma olasılığımız neydi? Sıfır. Çağdaşlarımız bu yüzden beklenmedik bir anda çıkagelen kurtarıcılarına böylesine sarıldılar.” (s.197)
Alec’in insanlığın yanında yer almayı yeğlediğini, olayları değerlendirirken hem gerçekçi hem de iyimser olmaya çalıştığını görüyoruz. Alec; Empedokles’in dostları, onların destekçileri ve düşmanları arasında tarafsız bir yerde duruyor. Dünyanın geldiği durumun insanlığın suçu olduğunu kabul ediyor ancak bir kurtarıcı fikri ne kadar cazip gelirse gelsin, insanlıktan umudu kesmemek gerektiğini savunuyor.
Alec topluluğun sahip olduğu gücün insanlık üzerinde yarattığı etkiye eleştirel yaklaşıyor. Komşusu Ève onları kurtarıcı olarak görürken, kendisi topluluğa daha mesafeli bir yaklaşım güdüyor. Onları düşman olarak görmüyor ancak insanlığın içine düştüğü acziyetin doğurabileceği sonuçlardan çekiniyor. Dünya medeniyetlerinden daha güçlü olan bu grup karşısında insanlığın “yerliler” gibi aciz kalmasına kimi zaman üzülüp kimi zaman da içerliyor.
“Hataları yüzünden utanıyor, yarattıklarıyla gurur duyuyor, başarısızlıklarıyla üzülüyorum.” (s.79)
Ève ve Alec’in kişisel düşüncelerinin benzerini toplumun tepkilerinde de görüyoruz. İnsanlığın bir kısmı topluluğun sahip olduğu gücü hissediyor ve onlara uzun zamandır bekledikleri bir kurtarıcı gözüyle bakıyor. Hastane-gemileriyle kıyılarına dostane bir jestle yanaşan, insanları tedavi eden ve gençleştiren bu topluluğa zaman geçtikçe kutsallık yükleyerek onlara korku ve saygıyla yaklaşmaya başlıyor. Diğer bir kısım ise, böyle bir gücün karşısında kendilerini güçsüz ve aşağılanmış hissediyor. Topluluğa düşmanlık besleyen kimseler terörist gruplar oluşturup, milli kimliklerinin bağlı olduğu devletin meşruluğunu koruma derdine düşüyor.
İnsanlık kendileri hakkında karar veredursun, Empedokles’in dostları sözlerini tutar ve Başkan Milton’ın kanserini tedavi eder. Ancak Milton bu iyiliğin bir tür rüşvet olarak algılanma ihtimalinden çekinerek istifa etmeye karar verir. Tedavi olduğu sırada yerine atanan başkan vekili, bu fırsatı Empedokles’in dostlarına karşı açıkça düşmanlık besleyen açıklamalar yaparak değerlendirir. Vekil başkanın açıklamalarından güç alan terörist bir grup, hastane-gemilerden birini bombalar ve hem sivillerin hem de Empedokles’in dostlarına mensup kişilerin ölümüne sebep olur. Bunun üzerine topluluk yeniden tüm elektronik aksamları bozup ortadan kaybolur. Topluluğun kaybolmasıyla yeni buldukları umudun ellerinden alındığını hisseden milyonlar sokağa dökülür; tedavi için bekleyenler ya da beklemeyenler, her sınıftan, yaştan ve milletten insan, bütün uğraşlarını bir kenara bırakarak beraber yürür ve Empedokles’in dostlarını geri çağırır. Romanın sonunda, topluluğun lideri “Kraliçe Elektra” ve tebaası, tekrar başkan olan Milton’ın da sözcülük ettiği bu çağrıya cevap vererek insanların karşısına çıkar ve dünyaya şu mesajı verir:
“Biz Empedokles’in dostları açısından mesele açık. Peki ya sizin için, yeniden kavuştuğumuz kardeşlerimiz? Tek düşmanımızın ölüm olduğunu kabul etmeye hazır mısınız? Evet, ölüm, sadece ölüm. Rakip güçler, başka halklar, başka ırklar değil. Biz değil. Sadece ölüm. Savaşmaya, peşine düşmeye, mağlup etmeye değer tek düşman. Önceliklerinizi yeniden gözden geçirmeye ve hem bizimle hem de kendi aranızda yeni bir sayfa açmaya hazır mısınız?” (s.208)
Yazımızın başında belirttiğimiz ve Maalouf yazınında daimî olarak varlığı hissedilen ölümcül kimlikler meselesi, topluluğa duyulan nefreti anlamak açısından kilit önem taşıyor. Empedokles’in dostları hem otorite figürleri hem de kimliğinin meşrutiyetini korumak için “ötekine” zarar vermekten çekinmeyen kişiler tarafından düşman ilan ediliyor. Topluluk, insanlığa sundukları katkı göz önüne alınmaksızın “düşman”, “ötekiler”, “bizden olmayanlar” olarak kabul edilip ötekileştiriliyor. Burada en çok dikkat çeken husus, belki de düşünülenin ya da kabul de edilenin aksine, düşmanlık duyulacak ya da ötekileştirilecek olanın niteliğinin, geçmişinin veya yaptıklarının onun ötekileştirilmesinde ve ona karşı duyulan düşmanlıkta oynadığı rolün belirleyici olmamasıdır. Yüzyıllardır süren düşmanlıklar ve nefret, karşılıklı işlenen suçlar işaret edilerek haklı çıkartılmaya çalışılabilir, bunun bir tür ödeşme ya da “kendi değerlerine sahip çıkma” meselesi olduğu söylenebilir. Peki dünya üzerinde deyim yerindeyse aniden beliren Empedokles’in dostları hangi geçmiş suçtan ötürü ötekileştirmeye ve nefrete maruz kaldı? Dünyanın tüm bilimsel ve düşünsel uygarlığının başlangıcı olarak kabul edilen Antik Yunan uygarlığından köklenen bu topluluk niçin sevgi, merak ve hürmet yerine düşmanlık, yıkım ve ölüm ile karşılandı? Empedokles’in dostlarının maruz kaldığı düşmanlığın sebebini düşünürken, insanlığın en temel sorunlarından birini, ötekiye duyulan nefreti ya da ötekiliğin ne olduğunu da tekrar düşünüyoruz aslında. Maalouf bize şu mesajı veriyor: bir medeniyetin başka bir medeniyete düşmanlık duymasının altında yatan gerçek, insanlara biz/ötekiler ayrımını yaptıran ölümcül kimliklerde saklıdır.
Romanın sonunda, güncelliğini asla yitirmemiş olan bu düşmanlık sorununu çözmeyi bize bırakan ve bunu hep beraber yaşamanın koşulu olarak öne süren Empedokles’in dostları, Ève’e bakılırsa geldikleri yer olan denize geri dönerler. Umudun yeşerdiği bir sonla noktalanır roman: Alec ve Ève’in çocuğu olacaktır. Roman boyunca sürdürdüğü pesimist bakış açısını bir kenara bırakan Ève, Empedokles’in dostlarının geri döneceğine inandığını söylerken, artık insanlığın doğru yola sapacağına inanmaya başladığının da sinyalini verir bize.
Kurgusal bir Gelecek: Ütopya ve Distopyalar
“Biz kimiz? Nereye gidiyoruz? Ne olmak istiyoruz? Nasıl bir dünya inşa etmek istiyoruz? Ve bunu hangi değerlere dayanarak yapacağız?” (s.207)
Tarihî romanlarıyla tanınan yazarın yeniden bilimkurgu yazınına yönelmiş olması bazı okuyucuları şaşırtmış olabilir. Ancak Empedokles’in Dostları 19. yüzyıl ütopik bilimkurgusu ile 20. yüzyıl distopyaları arasında hassas bir dengede durarak, vermek istediği mesajı güçlü bir şekilde veriyor. Ève karakterinin insanlığın sonunu ütopya olarak görmesi, Jules Verne dönemi gibi teknolojiye, ilerlemeye ve insanlığa inancın yüksek olduğu zamanlarda hayal bile edilemezdi.[6] Aynı zamanda, Ève’in ütopyasının Alec gibi insanlıktan ümidini kesmemiş biri için distopya olması da üzerinde durulması gereken bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. 20. yüzyılın tarihi gelişmelerinden sonra distopik bilimkurgu türünün popülerleşmesi, teknolojik gelişmelerin yıkım yarattığı dünyada iyileşmeyecek yaralar sebebiyle gerçekleşmişti.[7] Romandaki protagonistlerin gelecek adına umut ve umutsuzlukları, 21. yüzyılda gelişim ve ilerlemeye dair umutların tükenmeye yüz tuttuğu insanlık durumunu temsil ediyor. Artık balonla aya çıkan bilim insanlarını hayal edemiyoruz, ancak nükleer savaştan ve felaketten korkmaya devam ediyoruz. Ütopya fikri gittikçe azalırken, distopya ve bilimkurgu birliğinin hala devam etmesi, aşamadığımız sorunların edebiyat alanındaki yansımaları olmaları açısından oldukça anlamlı.
Empedokles’in dostlarının sahip olduğu gizemli güçler, bilimkurgu türünün yaratıcı maharetiyle birlikte, yeni sorular sormamıza yardımcı oluyor. Topluluğun mensupları dünya dışı ya da kutsal varlıklar değiller, çok uzun yaşamalarına rağmen ölümsüz de değiller. İletişim ağlarını kontrol ederken ve ölümü ertelerken yalnızca teknolojiden faydalanıyorlar, fantastik güçlerden değil. Bu ilerlemeyi gerçekleştirebilmelerinin yegâne sebebi de medeniyetlerini hiçbir ırk ayrımı gütmeden bir arada tutmalarından ve hep birlikte ilerlemeye ve gelişmeye dair olan inançlarından kaynaklanıyor. Empedokles’in dostları dünya medeniyetlerinden üstünler üstün olmasına, ancak en nihayetinde yalnızca insanlar ve bizim dünyamıza aitler. Bu topluluğun seçtiği ve inandığı yol ile geldiği durum böylece “İnsanlık başka bir yolu seçmiş olsaydı ne olurdu?” sorusuna bir cevap teşkil ediyor. Bu cevap, bir kurtuluş aranıyorsa ya da beklenen bir kurtarıcı varsa insanlığın bunlara muktedir olduğu fikrini veriyor bize.
“Bence insanlığı kurtarmaya ve gidişatı değiştirmeye çalışmak için geçmişimizden ilham almalıyız. Bu kitabı yazma amacım umut bulmaktı.”[8]
Romandaki ütopik ve distopik gelecek kurgusunu, okuyucunun bilinmeyenle ve korkularıyla yüzleşip bugünü doğru değerlendirmesine bir davet olarak görebiliriz. Empedokles topluluğunun dünyanın içindeki paralel bir medeniyet olması da bu hususta verilen önemli bir mesaj. Eski Yunan uygarlığının tarihsel gelişimi için bazı çevrelerce kullanılmış olan “Yunan mucizesi” yakıştırmasının gerçeği yansıtmamasıyla benzer şekilde, Empedokles’in Dostları da mucizeler gerçekleştiren kimseler değiller.[9] Onlar yalnızca, bizim aksimize, gemilerini doğru rotada ilerletmeyi seçmişler. Maalouf bu romanıyla, bize insanlığın potansiyelinin doğru kullanıldığında neler olabileceğine dair bir fikir ve umut veriyor. Bilimsel gelişmeyi insanlık yararına kullanmayı seçen paralel bir insanlık ve bunun tam tersini seçen günümüz insanlığını karşılaştırarak gerçekleşmesi imkânsız olmayan iki gelecek sunuyor: yıkım ya da kurtuluş. Romandaki ütopya fikri Ève’in istediği gibi insanlığın sonu değil, üstelik bu bir ütopya olmayacak kadar da olasıdır. Fakat ne yazık ki, distopya için de aynısı geçerli. Felaketler ya da mucizeler, dün de olduğu gibi bugün de insanlığın elinde olmaya devam edecek.
“Dümen güvenilir bir ‘kaptan’ın elinde olmazsa insanlık ‘gemisi’nin batmaktan asla kurtulamayacağını ima ederek, denizcilik metaforunu belki de gereğinden fazla abarttım. Türümüz hakkında belki bin kez kıyamet kehanetlerinde bulunulmuştur ama insan hiç olmadığı kadar zengin, yaratıcı, hırslı bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Üstelik tüm yıkıcı dürtülerine, tüm ölçüsüzlüklerine karşın. Peş peşe sıralanan yüzyıllar boyunca bizi yok olmaktan koruyan bir ‘görünmez el’e bir kez olsun inansam mı acaba?” (Uygarlıkların Batışı, s.173)
[1] Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, s.129, Çev. Aysel Bora, Yapı Kredi Yayınları, 2000
[2] Amin Maalouf, “Dünyayı yeniden icat etmemiz gerek”, Çev. İlkel Kocael https://youtu.be/nmhpiTMA1UA
[3] Amin Maalouf, “Amin Maalouf yeni romanı Empedokles’in Dostları’nı anlatıyor”, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2021
[4] Amin Maalouf, “Amin Maalouf yeni romanı Empedokles’in Dostları’nı anlatıyor”, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2021
[5] Aristoteles, Metafizik, 985a: “ei gar tis akolouthoiē kai lambanoi pros tēn dianoian kai mē pros ha psellizetai legōn Empedoklēs, heurēsei tēn men philian aitian ousan tōn agathōn to de neikos tōn kakōn.” Ayrıca bkz. Brad Inwood, The Poem of Empedocles: A Text and Translation, s. 55-64, University of Toronto Press, 2011.
[6] Donald McQuarie, Utopia and Transcendence: An Analysis of Their Decline in Contemporary Science Fiction, Journal of Popular Culture, s.242
[7] Donald McQuarie, Utopia and Transcendence: An Analysis of Their Decline in Contemporary Science Fiction, Journal of Popular Culture, s.243
[8] Amin Maalouf, “Amin Maalouf yeni romanı Empedokles’in Dostları’nı anlatıyor”, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2021 https://youtu.be/Mk9H3nXLZKQ
[9] André Bonnard, Antik Yunan Uygarlığı I, s. 18-37, Çev. Kerem Kurtgözü, Evrensel Yayım Basım, 2004.