.

Reşat Ekrem Koçu’nun Ablasının Kedileri

resat-ekrem-kocu-ablamın-kedılerı-gun-ıcınde-tarıh-tercuman-gazetesı

Serdar Soydan

Tarihi romanları ve roman tadındaki etütleriyle tanıyoruz Reşat Ekrem’i. Oysa o, az da olsa güncel konularda da kalem oynatmış; ne yazık ki tamamlayamadığı abide eseri İstanbul Ansiklopedisi’yle şehrin dünü kadar gününü de ortaya koymuş. Salt Galata’daki Başka Kayda Rastlanmadı başlıklı sergide onun güne dair meraklarını, neleri biriktirdiğini, nasıl notladığını görmüştük.

Tercüman gazetesinin İnci ekinde 1971 ortalarında yazmaya başladığı “Gün İçinde Tarih” serlevhalı fıkraları da, adından anlaşılacağı üzere, onun gün ile dünü, güncel ile tarihi iç içe geçirdiği metinler. Kâh zabıta haberleri sütununda, gözaltına alındıkları söylenen, yetmişler İstanbul’unda, gece kulüpleri ve pavyonlarda çalışan trans kadınlardan girip tarih boyunca erkek kızlardan, kız erkeklerden bahis açar; kah devam etmekte olan Boğaziçi Köprüsü inşaatıyla başlar, Osmanlı döneminde yapılması planlanan ve içlerinden biri Leonardo Da Vinci tarafından tasarlanan köprü projelerini sıralar.

Yine aynı gazetede Sosyete Tazısı Çıplak Ayaklı Mustafa’nın Maceraları gibi dünde değil günde geçen uzun öyküler de kaleme almıştır. (24 Aralık 1968-14 Ocak 1969, 22 tefrika)

Reşat Ekrem Koçu hem çok yazmış ve hem de yazdıkları binbir gazete/dergiye dağılmış. Bu sebeple külliyatını bir araya getirmek ve bütünlüklü bir şekilde değerlendirmek zor. Şükürler olsun Doğan Kitap çok sayıda eserini son yirmi yılda okuyucu ile buluşturdu. Ancak her fırsatta en sevdiği romanı olduğunu söylediği Bıçakçı Petri’nin henüz kitaplaşmadığı aklıma geldikçe üzülüyorum.

Reşat Ekrem’in Gün İçinde Tarih köşesinde 29 Aralık 1971-8 Ocak 1972 tarihleri arasında dört tefrika halinde yayınlanan çok özel bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. “Ablamın Kedileri” başlıklı bu yazı Hüseyin Rahmi’nin “Kedim Nasıl Öldü?”, Nahid Sırrı’nın yakın geçmişte çok cici, çok minnoş bir kitapçık hâlinde Everest Yayınları tarafından yayınlanan “Kedi”, “Kaybettiğim Kediye Dair” metinleriyle akraba. Her ne kadar ablasının ölüm yıldönümü vesilesiyle yazmaya başlamış olsa da Reşat Ekrem bu yazısında Göztepe’deki evlerinde, kendileriyle yaşayan kedileri anlatıyor. Yani biraz anı ve biraz da kedi biyografisi.

Türk Edebiyatı’nın kedi-düşkünleri bir değil, iki değil. Gökhan Akçura’nın eşsiz Kedi Kitabı ile Fatih Altuğ’un latif Geçmiş Zaman Kedileri bu kedi-düşkünlerinin kaleme aldığı, kedilerin başrolünde olduğu fıkra, öykü ve anıları bir araya getiriyor. Fakat dediğim gibi, kedi düşkünü yazarı çok edebiyatımızın. Dahası matbuat da hayvanseverlere karşı son derece mültefit ve alakadar olmuş. Gazete ve dergi ciltleri arasında kediler ve insanların en iç ısıtan, yürek ferahlatan sergüzeştlerine sıklıkla rastlayabilirsiniz.

Çok uzatmayayım. Sizleri Reşat Ekrem ve başlıkta ablası Halet Hanım’ın olduklarını belirttiği, ama ablası kadar kendisinin de olduklarını anladığımız kedileriyle, satır aralarından muhabbet fışkıran bu yazısıyla baş başa bırakıyorum.

İstanbul şehri insanları kadar kedileri, köpekleri, balıkları, kuşları, hatta fareleri, karıncaları ve dahi tahta kurularıyla vardır. Gezmedim, bizzat müşahede etmedim, lakin okuduğum, bildiğim kadarıyla dünyanın pek az yerinde insanlar ve hayvanlar böyle iç içe, birbirlerine saygı duyarak, sevgi göstererek var olmayı başarabilmiş. En lüks semtlerden kenar mahallelere, Adalardan Modalara kadar gidin. Bir uçtan bir uca Boğaz’ı gezin. Genci yaşlısı, zengini fakiri, kadını erkeği… Hepimiz bu şehri, bu dünyayı paylaştığımız hayvanlarla bir yaşam kültürü geliştirmişiz. Seyyar satıcılar var, tezgahlarının altına kedi-köpekleri için yer yapmışlar; ben şahidim, anneannem mutfağına dadanan fındık faresini su dolu evye içinde boğulmaktan son anda kurtardı.  

Siz bakmayın onları iten, kakan, öldüren kalpsizlere. Çetin Altan’ın dediği gibi enseyi de karartmayın; Reşat Ekrem ve ablası Halet Hanım gibiler çoğunlukta. Bu yazı da tüm hayvanseverlere ve yakın geçmişte katliyle bizi kahreden, güzeller güzeli Eros’un ruhuna gitsin.       

ABLAMIN KEDİLERİ[1]

Reşat Ekrem Koçu

Kalemi elime alınca ağlamaya başladım. On dört sene evvel bugünlerde kaybettiğim büyük insanı, ablamı şanına layık nasıl anayım? İnsan, hayvan, ot, çiçek, ağaç, yaprak, ha­yat taşıyan her varlığa karşı şefkat ve muhabbetini su gibi akıttı, sıhhatini kıyasıya harcadı. Bana karşı fedakârlıklarını düşündükçe titriyorum. Tek tesellim ellerine, ayaklarına kapanarak “Yapma!” diye yalvardıklarımdır.

Güler, “Ayol,” derdi, “sana kedilerim kadar bakamıyorum.”

Ah o kediler, ablamın kedileri…

Kırk ikiye kadar saydığım olmuştur. Sayısı on beşe indiği zaman evimizde bir boşluk duyulur­du. Tencereleri, yemek kapları, su kapları, hasır­ları, minderleri, senetleri, sandıkları, kilerleri, ilaç dolapları vardı. Geniş, çok geniş bahçemizin bir köşesinde de bir kedi mezarlığı…

İki mezarlıktı, eski mezarlık, yeni mezarlık. Eskisi, komşumuz profesör doktor aziz dostum Fahrettin Kerim Gökay’ın köşkü tarafındaki du­var boyunca uzanan leylakların altındaydı. Bahçemizin o tarafında şerit gibi bir toprağı, arkalar­daki arsalarda satılık evler yaptıran Vidal Şarl’a sattığımızda kedi mezarlığının nakli için rençber tuttuk, kabirler karşı tarafta, diğer komşumuz Şadiye Hanımların tarafındaki güllerin altına nak­ledildi.

Ölüm vakaları nadiren kaza ile olmuştur. 1941’de 9 aylık Saçak adındaki oğlan ile 1943’te 11 ay­lık Altınbaş adındaki oğlanı evimizin önünden geçen Kayışdağı Caddesi’nde kamyon çiğnedi. Bir tekir kedi de, cinsiyetini ve ismini de unuttum, çok gerilerde başka bir komşunun havuzunda boğuldu.

İki de cinayet kurbanı vardır. 1938’de Muhacir Mahallesi’nden bir haylaz çocuk 1 yaşında ve Eb­ru adındaki güzel bir kızı bel kemiğini taşla kırarak, 1943’te de yine o mahallenin başka bir haylaz çocuğu Kâtip adındaki güzel bir sarı oğlanı başına taş atarak öldürmüştür.

Kayıp vakaları çoktur. 1953’te baytarların isim veremedikleri, teşhis koyamadıkları bulaşıcı bir hastalık on beş can kaybına sebep oldu. Hastalık kedi dostlarından aziz arkadaşım Mesut Cemil’in tavsiye ettiği Mitigal denilen bir ilaç, tecrit ve perhizle önlendi.

Büyük Paşa, 1941’de 22 yaşında öldü. Aslı Konyalıydı, milli mücadele yıllarında doğmuş, Konya’dan İstanbul’a yanımızda gelmiş, bir sene ka­dar Üsküdar’da Toptaşı’nda, ömrünün sonuna ka­dar da Göztepe’deki evimizde oturmuştur. Evimiz­deki kedi neslinin babası odur; kediler biri Üskü­darlı Menekşe Hanım, ikisi Göztepeli Pamuk Hanım ile Benli Ayşe Hanım, üç karısından üremiştir. Üçü de namuslu kadınlardı, güzel kocalarını aldatmamışlardır. Ölümünden bir sene önce Paşa’nın gözlerine perde indi, bir sene kadar da bacakları mefluç yaşadı.

Ondan sonra yaşlı ölenler 1943’te 13 yaşında Balıkçı, 1955’te de 11 yaşında Petek.

Ne kadar yazık kibir tarih koymamışım, 1941 ile 1943 ara­sında olacaktır, hal tercümesi kitapları kılığında ablacığımın kedileri için bir risale yazmaya başla­mıştım, 15 kedinin hal tercümesi, isimleri sırası ile şunlar: Büyük Paşa, Me­nekşe Hanım, Pamuk Ha­nım, Benli Ayşe Hanım, Eb­ru Kız, Saçak Oğlan, Altın­baş Oğlan, Beyoğlu, Balık­çı, Büyük Elif, Küçük Elif, Çileli, Derviş, Petek…

Hatıraları hafızama nakşedilmiş diğer kedi­ler de şunlardır: Büyük Cey­lan, Küçük Ceylan, Dayı Bey, Gümüş Oğlan, Katındı, Deli Bebek, Büyük Nazlı, Küçük Nazlı, Pıtırcık, Köçek, Karakaş, Kömürcü. Kınalı.

Büyük Paşa’nın Ölümü

Bakınız 22 yaşında kör ve mefluç Konyalı Büyük Paşa’nın ölümü ne kadar haşmetli ve manalı ol­muştur:

3 Temmuz 1941, sabah, saat 6.30.

Annem ve ablamla be­raber mutfakta kahve içiyoruz. Alan gibi bir mut­fak, bir kapısı bahçeye açılır. Paşa, yattığı sepet­ten başını kaldırdı ve acı acı bağırdı. Ürperdik. Ab­lam kahvesini yarım bı­rakıp ihtiyara koştu, başı­nı okşadı. Kedi tespih çek­meye başladı. Sonra bir kere daha bağırdı ve ellerinin üstünde kalktı, tut­mayan bacaklarıyla vücudunu sürüyerek sepetten çıkmak istedi. Mutfak ka­pısı açık; dışarda, bahçe­de bütün tazeliğiyle yaz sabahı.

Annem “İncitmeden tutun da eşiğe koyun,” dedi.

Öyle yaptık. Havayı kokladı ve tekrar bağır­dı. Bu sefer aldım, bahçe­ye çıkardım. Elleri üstün­de, sürüne sürüne gülle­rin altına gitti, toprağı kokladı. Okşadım, tespih çekmeye başladı. “Biraz süt getirin,” dedim, ab­lam süt getirdi, içmedi. Bu sefer koştu, küçücük bir tabak içinde su getirdi; iki yudum su içti, hanımının tabağı tutan elini yaladı ve başı toprağa düştü, öldü.

Leylaklar mezarlığın­da kabrini hazırladım. Cesedini kâğıda sarıp gömeceğim; ablam başındaki tül­bendi çıkardı, “Buna sar,” dedi.

Abide ve Zahide kı­zın namaz bezi Paşa’ya kefen oldu.

Bir gün rahmetli ba­bam “Önüne bir tavuğu koysam yer,” demiş­ti. Ve o akşam eve üç ta­vuk getirdi, “Biri Paşa’nın,” dedi. Paşa da baba­mı yalancı çıkarmadı, haş­lanmış tavuğu önüne bir çöküşte yedi bitirdi, son­ra da yalana yalana gitti, teşekkür için babamın ku­cağına fırlayıp kuruldu.

Kepaze Bir Donjuan

Yaşlıca ölenlerden Balıkçı, bir erkek kedi, ka­badayı yürüyüşlü ve gali­ba küfürbazdı. Bir şeyler mırıldanır, erkek kediler­den biri mutlaka yerinden fırlar, bir kavga başlardı. Balıkçı dayak yerama kabadayı yürüyüşünden bir türlü vazgeçemezdi.

Petek de kepaze bir Don Juan’dı, gözü karardı mı, ne cinsiyet arar, ne yaş… O da yer dayağı, uslanırdı. Pek de korkaktı, adı bal rengindeki tüylerinden ötürü konmuştu.

Kâtip Oğlan bir sarı, kediydi, 1941’de doğdu, anası Büyük Ceylan’dı, kabak yav­rusu idi ve bir üçüzler grubundandı, karın kardeş­leri Kınalı Kız ile Küçük Nazlı Kız.

Anasının loğusa sepeti isteğim üzerine yatak odama konmuştu. Üç çocuk, daha gözleri açılmadan se­simi tanımış ve kokumu benimsemişlerdi. Bebeklikleri peşimde, kucağımda, yatağımda geçmiştir. Kâtip, ne zaman yazı yazsam, masamın üstüne sıçrar ve bir biblo gibi mü­rekkep hokkasının yanında dururdu, beyaz kağıt üze­rine dizilen satırlara dik­katle bakardı. Biz de Kâtip adını koyduk…

Çok uğraştım, hikâye­si uzundur, “K(Ka), Kâtip,” diye diye o kediye K harfini öğrettim. A, B, C, F, M, R harflerini isimlerini söyleye söyleye yazarım, susar; K yazdım mı miyavlardı.

İşte o altın tüylü kedi Muhacir Mahallesi’nin bir haşarı çocuğu tarafından başına taş atılarak öldürül­müştür. O akşam evimiz matemhaneye döndü. Cani meydanda ama ceza kanununda kedi kanının diyeti yok. Allah’a müntakim adı boşuna verilmemiştir. Kâtibi öldürdükten bir iki ay sonra o çocuk, cadde ke­narındaki elektrik direği­ne tırmanır, konu komşu, yoldan geçenler “İn! İn!” diye bağırırlar, ço­cuk inerken ayağı kayar ve yere beyni üstüne düşerek ölür.

Dayı Bey

Dayı Bey bir tekir kediydi, 1938’de, Kâtip’in anası Büyük Ceylan’ın ikiz kardeşi olarak Büyük Nazlı’dan doğmuştu. İri ya­pılı, tulumbacının terbiyelisi, şahbaz kediydi, fakat pençesini hiçbir zaman te­cavüzde kullanmamıştır, nefis müdafaasında kullanırdı. Yüz çizgileri, nakış­ları ile güzeldi, ilk adı Tulumbacı’ydı. İsim babası da muhterem dostum Üskü­darlı halk şairi Vasıf Ho­ca merhum, “Tulumbacı çalımı ile yürüyor çapkın,” demişti. Her gelişinde de “Benim Tulumbacı ne âlemde?” diye sorardı. Dayı Bey adını şu vaka üzerine almıştır:

Kız kardeşi Büyük Cey­lan ikinci üçüzlerini doğurmuştu. Küçük Elif Bey, Karakaş Oğlan ve Pıtırcık Kız. Kem gözün yıl­dırım gibi yakıcı tesirini biz Büyük Ceylan’da gör­dük:

Yaz günü, lohusanın se­peti mutfak kapısı önüne konmuş, yavrularını keyif­li keyifli emziriyor. Çok çok arkalarda oturur Gi­ritli bir kadın, yoldan geçerken gördü, “Ne de sütlü kedi… İnek gibi… Hani kovayı koy, sağ, doldursun,” dedi.

Efendim, kadın daha kö­şeyi dönmeden Büyük Cey­lan acı bir feryat ile fırladı, yavrularını bırakıp bahçeye kaçtı, akşama ka­dar görünmedi. Henüz göz­leri açılmamış yavrular aç bağrışır. Ablam ağlar… Koş­tum, eczaneden bir emzik aldım ama yalnız beslen­mek kâfi değil; yalanmak, ısınmak, bakım lazım. Öbür dişi kediler tıslamadılar ama yavruların yanında da yatmadılar. Okşadık olmadı, dövdük olmadı. Tulumbacı yetişti imdadımıza. Se­petin başında yavruların emzikle beslendiğini sey­retti, sonra sepete girdi, kız kardeşinin çocuklarını bağ­rına aldı, ısıttı, yaladı, tok yavrular da dayılarının sütsüz çakıllarını ağızları­na aldılar, oyalanarak uyu­dular ve bu hal haftalarca sürdü. Tulumbacının adı da Dayı Bey oldu.

Ana, Büyük Ceylan ertesi sabah meydana çıktı, yürekler sızlatan bir halde. Bütün memeleri neşterle delinmiş gibi yara. Meme değil, hepsi birer kanlı çıban. Süt yerine irin akıyor. Yavrularına melül melül baktı, kokladı, yaladı. Fakat sepete girmedi. Bize bakıp bakıp miyavlarken titreyen sesi yü­rekler sızlattı. Dayı Bey geldi, iki kardeş koklaş­tılar ve Dayı Bey sepete girdi, kız kardeşi de onu yalamaya başladı.

Büyük Ceylan’ın meme yaraları uzunca bir tedaviden sonra iyileşti. Üç sefer daha doğum yap­tı. Fakat ne kadar garip bir hadisedir, artık yavrularını memeden kesmedi. Koca koca kedi oldular, bebeklerle birlikte meme emdiler. Cey­lan bununla da kalmadı, evde bir dişi kedi yavruladı mı, gider sepetinin başında otururdu. Anaları çıkınca hemen sepete girer, süt ninelik yapar­dı.

Büyük Ceylan yıllarca sonra yine memelerin­de açılan yaralardan öldü. Lohusa değildi. Bir sa­bah yerde baygın gördük. Hemen bir arabaya koy­duk, Haydarpaşa’daki Baytar mektebine götürür­ken yolda öldü. Acaba bir kedi kanseri miydi?

O zamanlar Göztepe’de sakatatçı yoktu. İstan­bul Balıkpazarı’ndan her akşam ciğer taşınırdı evimize. Ciğercimiz de Baki Efendi’ydi. Şimdi ne alemdedir, bilemiyorum. En azından beş koyun ak­ciğeri alınırdı her akşam.

Tabldotları

Çiğ veya haşlanmış koyun yahut kuzu akciğeri, hamsi balığı, gümüş balığı, kutu içinde ton balığı (Lohusa ziyafetlerinde), dana kıyması (Lohusalara, öbürlerine tadımlık), ocaktan inen yemeklerin, tencere dibi paparası, sofraya konulan yemeklerden kediler için bırakılan göz hakkı, süt, yavrular için haşlanmış yumurta.

*

“Ümmü’l-Hüreyre” derdim ablama.

1956 Ekim’inde 14 kedi vardı evimizde. 1957 Mart’ında 2 kedi kaldı. Altı ay içinde 12 kedi esrarengiz şekilde kayboldular. Yüzünde bir endişe “Pıtırcık üç gündür yok!”, “Kınalı dün akşamdan beri kayıp!”, “Bugün de Derviş yok!” derdi.

Yeni, güzel yavrular almamızı söyledikçe de “Aman istemem,” derdi. “Biraz da başımı dinleye­yim.”

Evet, evimizde en son iki kedi kaldı. Küçük Elif Bey ile Dayı Bey.

21 Mart 1957’de de bir beyin kanamasıyla ben ablamı kaybettim.

Hanımlarının öleceği o kedilere malum mu olmuştu? İlahi sır düğümlerini insan hiçbir zaman çö­zemeyecektir.

İşte Reşat Ekrem’in ablası Halet Hanım ve kedileri. Koçu, bu fotoğrafı, ablası ve kedilerinin başka fotoğraflarını ve yukarıdaki yazıyı sandığında saklarmış.

[1] Tercüman, 29 Aralık 1971-8 Ocak 1972, 4 tefrika.