.

Orhan Seyfi: “Bu çocuklar, dillerinin dünkü tarihini bile bilmiyorlar!”

orhan-seyfı-orhon-nası-sadullah-son-posta-sanat-krıtık

Naci Sadullah

En kuvvetli şair, romancı ve hikâyecimiz kim?

Şu en genç şairlerden bahsediyorlar ve İsmail Habip “Yahu,” diyor, “ben hayret ediyorum! Edebiyatın en yakın tarihinden bile haberdar olmayan bu çocuklar, mekteplerinde nasıl sınıf geçebilmişler?”

Faruk Nafiz gülerek cevap veriyor: “Onlar kendilerinden evvel gelmiş ‘hoca’ ve kendilerinden evvel kurulmuş ‘mektep’ tanıyorlar mı ki ‘sıfır’ almaktan korksunlar.” Ve ilave ediyor: “Bana kalırsa bu biçareleri birbirlerine düşürmek için yapılacak en mükemmel oyun, içlerinden bir iki tanesini tutmaktır.”

Yusuf Ziya kaşlarını çatıyor: “Yahu, içlerinden hangi birinin tutulur tarafı var ki?”

*

Benim içeriye girişim, paltomu çıkarırken dinlediğim bu hararetli konuşmanın devamına mâni oldu ve Akbaba mecmuasını bir edipler akademisine çeviren bütün o şairler, bütün o meşhur yazıcılar, tıpkı mimli bir Abdülhamit hafiyesi görmüş gibi dillerine dokuzar düğüm vurdular. Sonra da siygaya çekilmek korkusuyla birer birer firara başladılar. Ve iki dakika sonra, az evvel ilişecek bir yer bile bulamadığım koca odada iki yâr-ı vefâdardan yani Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya’dan başka kimse kalmadı.

Ben, başına geleceği hissetmiş gibi adeta kıvranan ve sinirli sinirli bıyıklarını yolan Orhan Seyfi’nin yanındaki koltuğa yerleştim:

“Bugün de sıra sende üstat. Meşrutiyetten sonra gelmiş şairlerimizin en kuvvetlisini öğrenmek istiyorum.”

Orhan Seyfi bu sorguyu kündeden atlatmanın en pratik yolunu buldu.

“Ben bu sorguya Yusuf Ziya’nın verdiği cevapları okudum ve çok güzel buldum. Hatta daha ileriye giderek onun sözlerine ilave edecek tek kelime bulamadım da diyebilirim.”

“Ya bu son münakaşalara ne buyurursun?”

O birden yerinden doğruldu:

“Ne münakaşası? Kimlerle münakaşa? Bahsetmek istediğin gençler ne yapmışlar? Edebiyatta bir yenilik mi ortaya koymuşlar? Yeni bir mektep mi kurmuşlar? Bir gazete sahifesinde, bir mahalle mektebi şamatasından başka ne yapıyorlar?”

Bu isyankâr eda, cevap alabilme ümidimi kırar gibi oldu.

“Onlara hiçbir diyeceğin yok mu?” dedim.

Sinirli sinirli güldü.

“Beni konuşturup da onları muratlarına erdirmek mi istiyorsun? Kendilerinden bir türlü bahsettiremeyen bu zavallı çocuklar, silik kalışlarının sebebini kendi liyakatsizliklerinde arayacaklarına etraflarına saldırıyorlar. Şöhret bulabilmek için yegâne ümitleri, isimleri etrafında kendi kopardıkları bu kuru gürültüye kalmış ve ihtiras gözlerini o kadar karartmış ki bu yaygaracılık yüzünden uğradıkları kaybın büyüklüğünü bile kestiremiyorlar.”

Son Posta gazetesi’nden

Orhan Seyfi açılır gibiydi. “Ben,” dedi, “içlerinden birini tanırım ki[1] dilini hecelemeye gittiği bir milletin en büyük şairini, o memlekete ilk ayak bastığı gün inkâr etmişti… Bu tıynette mahlukların, bir sanat cereyanına bayraktar olabilmeleri mümkün müdür?

Bence bunlar, kuvvetli cereyanların sahillere bıraktıkları çörden çöpten başka hiçbir şey değildirler. Dikkat edersen görürsün ki hepsi, en çok kimin tesiri altında kalmışa onu inkâr ediyor. Kendisini, o kuvvetli tesirden kurtaracak yeni bir ruha, yeni bir duyguya, yeni bir sese kavuşamayınca çırpınmaya, bağırmaya ve aczinin gayyasından yaygara ile kurtulmaya çabalıyor!

Mesela içlerinden en çok bağıran şu Behçet Kemal’i ele al. Ondan Faruk Nafiz’i çıkarsak geriye ruhsuz, çürük bir iskeletten başka ne kalır?

Bir yazıcının ‘cep takvimi şairleri’ dediği bu çocukların risaleciklerini karıştır. İçlerinde şiire benzeyen, nazma benzeyen, hisse benzeyen bir şey bulabilirsen ya Faruk Nafiz’den ya Yusuf Ziya’dan ya Halit Fahri’den yahut da benden aşırılmıştır! Bu muhakkak.

Ben, Behçet Kemal’in ‘Burada Bir Kalp Çarpıyor!’ isimli kitabını gözden geçirdiğim zaman, her birimizi birer defa selamlamıştım ve arkadaşlarıma ‘Burada,’ demiştim, ‘bir kalp değil, kalplerimiz çarpıyor.’

Yalnız şu farkla ki bizim yüreklerimiz milli bir sanat endişesiyle, menfaatsiz bir sanat aşkıyla çarpıyordu. Hâlbuki onlar, insan ruhunun bu asil mevhibelerini yalnız kendi hesaplarına istismara çalışıyorlar. Yazılarında bazı ‘biz’ olmadığımız yerler de var, itiraf ederim. Fakat bunlar öyle deli saçmalarıdır ki, bahsedilmeye bile değmez. Sadece gülünür.

Sonra, Behçet Kemal ve arkadaşları, şahıslarla edebiyat tarihini birbirine karıştırıyorlar. Bizleri istedikleri kadar beğenmesinler. İçimizde buna dikkat etmeye bile tenezzül edecek kimse yoktur.

Biz, şiiri hiçbir menfaate alet olarak kullanmadık. Ondan hiçbir şey beklemiyoruz. Bugün hayatımızı, kalemimizin emeğiyle ve hiç kimseye minnettar olmadan, hiç kimsenin gölgesine sığınmadan kazanmaya çalışıyoruz. Beğenmişler beğenmemişler, ne çıkar? Kendi zevkimizi tatmin edelim, kendi kendimize beğendirelim kâfi.

Fakat eğer onlar, bizi beğenmeyecek kadar bizden başka, bizden yeni bir nesil olsalardı ve bize yeni hisler, yeni heyecanlar getirselerdi, takdir etmekte tereddüt bile göstermezdik ve bu bizim için en büyük haz olurdu. Fakat acz içinde kıvranarak kopardıkları yaygaralara bakınca, kendi kendimize, yazık, diyoruz, bizden sonrakiler böyle mi olmalıydı? Onlar ki büyük sanat eserlerini verebilmek için hazırlanmış pek çok malzemeye maliktirler. Onlar ki bir devirden sonra geldiler.

Lisandan yabancı unsurları çıkarmak için didişmeye ihtiyaçları yok. Ellerinde tertemiz bir lisan, ahenkli bir vezin var. Bununla yapacakları şey sadece bize küfretmek mi olmalıydı?

Sonra tarihle eşhası karıştırdıklarını söylemiştim. Bu çocuklar henüz kendi dillerinin dünkü tarihini bile bilmiyorlar.

Biz Türkçenin bir dönüm yerinde geldik. Büzüm zamanımızda milli zevki, milli vezni, milli dili edebiyata sokmak çok güçtü. Biz dilimizi, Fecr-i Âtî’nin kötü dilinden, zevkimizi Fecr-i Âtî’nin sahte zevkinden tasfiye etmeye mecburduk. Üstatlarımız bu endişelerimizle alay ediyorlardı. İçlerinde bizi tezyife kalkışanlar bile vardı. Hepimiz, o zamanın istihfafla baktığı milliyetçileriydik. Vakıa bütün insanlar cesaretimizi kırmıyor değildi. Çünkü önümüzde hiçbir ışık, karşımızda hiçbir örnek yoktu. Fakat bütün bunlara rağmen milliyet ülküsünün edebiyatta bir tecellisi olan hece veznini şiire sokmaya çalıştık.

Sorarım sana? Behçet Kemal ve arkadaşları niçin Fecr-i Âtî lisanıyla Fecr-i Âtî zevkiyle yazmıyorlar ve düşünmüyorlar? Acaba bunu hiç düşünmediler mi? Ve acaba dillerinin ve zevklerinin atlattığı bu merhalenin kerametini kendi dehalarından mı biliyorlar?”

İsyanı perde perde artan Orhan Seyfi, yorulmuş gibi sustu ve “Bence,” dedi, “bu derecesi sadece nankörlük değil, şımarıklık değil, en hafif tabiriyle idraksizliktir!”

Güldüm.

“Onlar Ankara atmosferinden, inkılapçılıktan bahsediyorlar. Bunlara ne buyurursun?”

“İnkılapçılar ve Ankara mı? Bununla ara sıra bazılarının yazılarında rastladığımız ‘Ah inkılap, ah Ankara!’ nakaratını mı kastediyorsun? Farzımuhal olarak bunları gösteriş için yapmasalar bile, bir fikir şiire bu kadar yavan bir şekilde mi sokulur? Bir fikrin şiire girebilmesi için yüksek bir ruh ateşiyle erimesi, his ve heyecan hâline gelmesi lazım değil midir?

Onların yaptıkları bu tekerlemecilikleri, ayak simsarları bile beceriyorlar. Dükkanlarının kapısına her devrin zihniyetine uygun tabelalar asan kurnaz tacirlerin haddi hesabı yok. Onların o kelimeleri istismar edişleriyle bu tacirlerin ne farkı var?

İnkılap hareketlerini müdafaa ettiklerini söylerlerse gülerim. Çünkü onlar, o devirlerde bu işleri kavrayamayacak kadar çocuktular. Hem bu didaktik mevzular yalnız şiirle mi yazılır?

Mizah, bu vazifeyi daima daha iyi görmüştür. Akbaba koleksiyonlarını karıştırırlarsa bu hakikati teslimde tereddüt edemeyeceklerdir sanırım.”

Kısa bir sükuta dalan Orhan Seyfi, müstehzi ve manidar bir gülüşle ilave etti:

“Fikirleri bir tarafa bırakıp da şehirleri methetmeye gelince, bunun büyük bir kıymeti yoktur. Divan edebiyatı bu tür methiyelerle doludur ve ne hazindir ki onlar, bu basit ve harcıalem marifeti eski kasideciler kadar bile beceremediler!”


[1] Londra’ya gittiği gün Shakespeare’i inkâr eden Behçet Kemal.

6 Nisan 1936