Serdar Soydan
Nazım Hikmet’in yönettiği tek uzun metrajlı film olan Güneşe Doğru, ne yazık ki Türk Sineması’nın pek çok eseri gibi kayıp. Filme dair de çok az şey biliyoruz. Atlas Tarih dergisinin Aralık 2018-Ocak 2019 tarihli, 56. sayısında çıkan Özgün Uçar’ın “Nazım Hikmet’in Kayıp Filmi: Güneşe Doğru” başlıklı yazısı sanırım filme dair bugüne kadar kaleme alınmış en ayrıntılı ve bilgi verici metin. Ancak Uçar’ın yazısında yer almayan, muhtemelen haberdar olmadığı filme dair pek çok röportaj ve habere rastladım dönemin gazete ve dergilerinde. Bu metinlerin ışığında filmin konusuna, önemine ve eleştirmenler tarafından nasıl karşılandığına dair yeni bilgiler ediniyoruz.
Üç yıl aradan sonra çekilen ilk film
Güneşe Doğru, İpek Film’in üç yıllık bir aradan sonra yapımcılığını üstlendiği ilk film. Yine aynı şirkete ait İstanbul Sinemaları adlı sinema dergisinde bu durum şöyle anlatılıyor:
“Bundan beş sene evveldi. Memleketimizde kendi sanatkârlarımızın hazırladığı öz dilimizde film göreceğimiz ümidiyle kalplerimiz nasıl coşmuş, ümide kapılmıştık. Ne yazık ki bu filmler sekiz on taneyi aşamadı. Ve bu iş birdenbire durdu. Üç dört sene var ki memleketimizde bir tane bile, büyük mevzulu Türkçe film göremiyoruz. Halbuki memlekete iyi kötü şu sekiz on filmi hazırlayıp oldukça mühim bir para kaybettikten sonra bu işe devam edemeyen İpek Film Stüdyosu’ndan sonra memleketimizde bir stüdyo daha açıldı. Bu stüdyonun da bir eserini hatırlayamıyoruz. İşittiğimize göre, memleketimizde, küçük mikyasta da olsa, üçüncü bir stüdyo daha açılıyormuş. Sinemacılarımız kendi aralarında rekabet tesiriyle istedikleri kadar stüdyo açmakta devam etsin. Bugün maalesef tahakkuk etmiş bir hakikat var: Filmler hiç bir veçhile masraflarını örtemiyor. Memleketimizde yaptığımız filmler on beş ile yirmi bin lira arasında oynayan bir masrafla meydana getirilebiliyor. Halbuki Türkiye’de mevcut bütün sinemalar bu filmleri geçirdiği halde elde edilen umumî hasılat bir türlü on beş bin lirayı geçmemiştir. Birçok defalar yapılan tecrübelerden doğan bu hakikat, film yapıcılarının ellerini kollarını bağlamış, yeni teşebbüslere girişmek cesaretini tamamıyla öldürmüştür.”[1]
Marifet iltifata tabidir sözü ne kadar da yerinde. Yapımcı bir sanatkar değil bir tüccardır ve finanse edeceği marifetin, iltifat görmesini, kendisine, koyduğu parayı misliyle geri getirmesini bekler. Demek ki İpek Film’in 1929’da Ankara Postası’yla başlayan ve 1934’te Aysel: Bataklı Damın Kızı filmiyle sona eren beş yıllık macerasında, tamamını Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ve pek çoğunu Nazım Hikmet’in yazdığı hiçbir film gişede yüzlerini güldürmemiş.
Yine aynı dergide, birkaç sayı sonra bunun bir başka sebebi de irdeleniyor.
“Bir defa şunu bilelim ki gerek Amerika’da gerek Avrupa’da hazırlanan her bir filmin masarifine bütün dünya iştirak eder. Çünkü bu filmler bütün dünyada gösterilir. Halbuki Türkiye’de yapılan her hangi bir Türkçe sözlü film en fazla en fazla Yunanistan, Suriye ve Mısır’da gösterilmesi imkânı olduğundan fazla para getiremiyor ve bunun için de imal masarifinin o filmin getireceği hasılata uygun bir nispette olması zarureti karşısında kalmıyor. Bu şekilde memleketimizde yapılan filmlerden istisnasız hiçbirisinin hasılatı imal masarifini örtememiştir.”[2]
Güneşe Doğru’nun nasıl bir ortamda çekildiğini ortaya koyması açısından bu iki yazı oldukça değerli.[3] Bu üç yıllık arada, İpek Film Stüdyosu’nda dublaj çalışmaları yapıldığını, yabancı filmlerin Türkçeleştirilip yine aynı şirketin sinemalarında gösterildiğini öğreniyoruz bu metinlerden.
İsim karmaşası!
Ancak kar getiren film ithalatı ve dublajla yetinemiyor İpekçiler. 1937 yazında yeni bir filme başlıyorlar.
“Sinema ve tiyatro meraklıları, son günlerde, memleketimizde çevrilmekte olan bir filmin dedikodusuyla meşguldürler. Bu filmin ismi Güneşe Doğru’dur. Filmin rejisörü de, senaristi de, hatta artistleri de amatördürler ve bu film, ömründe kukla bile oynatmamış bir rejisör tarafından çevrildiği, ömründe masal bile yazmamış bir senarist tarafından hazırlandığı ve ömürlerinde tiyatro sahnesine ayak basmamış artistler tarafından oynandığı içindir ki, şimdilik çok geniş ve çok eğlenceli bir dedikodu mevzuu teşkil etmektedir. Sinema sanatında geniş şöhretten ve ihtisastan başka hiçbir şeye kıymet vermeyenler, sade amatörler tarafından hazırlanan bu yeni filmi dillerine iyice dolamışlar; tenkit edip duruyorlar.”[4]
Naci Sadullah, Son Posta gazetesi için İpek Film Stüdyosu’ndaki çekimlere gidiyor ve İhsan İpekçi’yle röportaj yapıyor.
Dikkat ettiyseniz paragrafta filmin adı dışında hiçbir isim anılmıyor. Bu, Güneşe Doğru hakkında çıkan neredeyse tüm haber ve röportajlarda yinelenen bir tutum. Ne yönetmenin ne senaristin ne de aktörlerin adları paylaşılıyor okuyucu ile. Bu bir tür pazarlama stratejisi mi, yoksa filmin yönetmeni ve senaristi olan Nazım Hikmet’in daha o sene başında komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla tutuklu olarak yargılanmasından ve ismine artık iyiden iyiye mim konulmasından mı? Eğer öyleyse İpekçi Kardeşler filmlerini neden ona yazdırdı ve çektirdi? Neden üç yıl sonra yapmaya cesaret ettikleri bu ilk filmi ona emanet etti? Başka bir yönetmen, hiç yoktan kadrolu yönetmenleri Ertuğrul Muhsin’le çalışmayı tercih edemezler miydi?
Dahası o kadar zaman sonra yeni bir maceraya girişmiş, masraf etmişsin; bu kadar amatörü bir araya topladığını neden böyle vurgularsın?[5] Cevap arayan bir dolu soruyla baş başa kalıyoruz.
Ancak Naci Sadullah’ın röportajının ilerleyen kısımlarında bir isim anılıyor. İhsan İpekçi, senaryoyu kendisinin yazdığını söyleyiveriyor.
“Filmin senaryosunu ben yazdım. Ben vakıa şimdiye kadar senaryo yazmış değilim. Fakat diyebilirim ki, Türkiye’nin en çok sinema seyretmiş adamlarından birisiyim. Yani gözüm, kulağım, kafam, hatta sinirlerim yirmi küsur yıldır henüz tecrübe etmediğim bu güç sanatın terbiyesini almış bulunuyor.”
İhsan İpekçi’ye göre filmin rejisörlüğünü de Osman İpekçi üstleniyor.
“Rejisörlüğü de Osman İpekçi yapıyor. O da şimdiye kadar bu işi tecrübe etmedi. Fakat ömrünü stüdyolarda geçirmiştir. Cecil B. DeMille’den, Fritz Lang’dan, Ertuğrul Muhsin’e kadar dünyanın en tanınmış rejisörleriyle beraber bulunmuş, onların nasıl çalıştıklarını tetkik etmiştir. Binaenaleyh onun da, belki nazari olarak, fakat çok zengin bir sinema kültürü vardır. Aktörlere gelince… Ferdi’den başka hepsi amatördürler. Mediha hiç sahneye girmemiş bir aile kızıdır. Bestekâr rolünü bir bestekârımız, heykeltraş rolünü bir heykeltraşımız, çirkin rolünü bir çirkinimiz oynamaktadır. Yani filmde herkes kendi rolündedir. Herkes kendi hayatını oynayacaktır ve hepsi de, bütün aleyhtarları bilfiil susturacak, hatta utandıracak kadar muvaffak olmaktadırlar.”
Özgün Uçar’ın yazısından Yeni Adam dergisinde yer alan film ilanında da İhsan-Osman İpekçi isimlerinin yer aldığını öğreniyoruz. Ancak İpek Film’in kendi dergisi olan İstanbul Sinemaları başta olmak üzere, dönemin hiçbir yayın organında bu isimler bir daha anılmıyor. Zaten Naci Sadullah da, film hakkında yapacağı ikinci bir röportajda rejisörden bahsederken bu defa “ismini anmaya mezun olmadığım rejisör” diyor. (“Güneşe Doğru Filmi Bitti”, Son Posta, 29 Ekim)
Filmin rejisörü ve senaristi gibi kadın başrol oyuncusunun adıyla ilgili de bir karışıklık var. Son Posta ve İstanbul Sinemaları’nda isminin Mediha olduğunu öğrendiğimiz başrol oyuncusu, Son Telgraf (26 Eylül) ve Sinema Objektifi’nde (sayı 2, 21 Ekim) Güzin olarak anılıyor. İşin daha da garibi Nizamettin Nazif, Haber Akşam Postası için bu genç kadınla film hakkında yaptığı röportajda onun adını bir kez bile anmamayı başarıyor.[6]
Hadi ‘Nazım Hikmet’ mimliydi, bu adı anmak tehlikeliydi diyelim, peki ya Mediha/Güzin? Onun adı etrafından neden böyle bir gizem halesi örülüyor?
Cevap arayan bir diğer soru.
Filmin konusu
“Güneşe Doğru ismi verilen bu Türkçe sözlü film memleketimizde yetişen genç artist, rejisör, operatör ve teknisyenlerin eseridir. Bu filmde zaruri mali ihtiyaçlara uyarak öyle zengin dekorlar, büyük mizansenler, baletler yoktur. Ancak temiz bir çalışmanın, iddiasız bir uğraşmanın ve son zamanların telakki, görüş farklarının neticesi olarak tekniğin ilerleyişine uyarak vücuda getirilmiş bir eser var.”[7]
Güneşe Doğru hakkında çıkan haber ve röportajlarda, filmin mütevazı bütçeli oluşu, ancak modern bir anlayışla, sinema sanatındaki ve çekim tekniklerindeki son gelişmelere uygun bir şekilde hazırlandığı söyleniyor. Belki Ertuğrul Muhsin’in yüksek bütçeli ama teknik olarak zayıf bulunan filmlerine bir gönderme, üstü kapalı bir eleştiridir bu; İpekçiler tarafından neden onun değil de Nazım Hikmet’in tercih edildiğini ortaya koyuyordur bu minik vurgu. Neden olmasın?
İstanbul Sinemaları muhabiri filmin Erenköy’deki çekimlerini izliyor, Naci Sadullah’sa iki farklı zamanda sete gidiyor, İpek Film Stüdyosu ve Ambasadör Salonu’ndaki çekimlere şahit oluyor. Filmin çekildiği üç farklı mekanı öğrenmiş oluyoruz böylece.
Filmin konusuna dair bildiklerimizse Uçar’ın yazısında alıntıladığı tanıtım metnindeki özetten ibaretti. Oysa İhsan İpekçi’nin Naci Sadullah röportajında anlattıkları ve dönemin sinema dergilerinde çıkan farklı bir özet daha kapsamlı bilgi sunuyor.
İhsan İpekçi, Naci Sadullah’a verdiği röportajda filmin konusunu detaylı bir şekilde anlatıyor.
“Mütareke yıllarında, bir darülfünun talebesi, tarih imtihanına giderken kamyon altında kalıyor. Bu kaza neticesinde hafızasını kaybediyor ve kendisini, Kraliçe Victoria devrinde yaşayan seksenlik bir ihtiyar gibi görüyor. Bir gün, yatırıldığı akıl hastanesinden kaçıyor. Tesadüfler onu yaşlı bir doktorun evine götürüyor. Doktorun genç, hassas, zeki ve güzel bir kızı vardır. Genç kız babasını delikanlıya bir ameliyat yapmaya zorluyor. Doktorun yaptığı bu ameliyat muvaffakiyetle neticeleniyor. Fakat hafızasına kavuşan delikanlı aradan geçen on beş seneye dair hiçbir şey bilmiyor. Kendisini hâlâ, o meşum mütareke devrinde sanıyor. 35 yaşına geldiği halde hisleri, bilgisi, tecrübeleriyle on beş sene evvelki toy talebedir. Dünyanın on beş senede geçirdiği muazzam değişiklikler, kazandığı yenilikler onu yıldırıyor. Kendisini tam on beş sene geri kalmış hissediyor ve intihara karar veriyor. Bu niyetle de Sarayburnu Parkı’na gidiyor. Sahile doğru yürürken yolda bir kese kâğıdı görüyor. Açlığın verdiği insiyaki bir ümit ve arzuyla bu kâğıdı alıyor. Kese kâğıdı, elma kabuklarıyla doludur. Bu sukutu hayal, yürümek takatini kesiyor ve önünde bulunduğu bir sıraya yığılıyor. Gayriihtiyari elinde tuttuğu kese kâğıdına ilişen gözleri bir cümle üzerinde duruyor. Okuyor: ‘Ölmek kolay… Yaşamak güç, fakat şereflidir!’ O sırada, hastanede bulunduğu sırada tanıdığı çirkin bir bestekârı hatırlıyor. Sevdiği kadın tarafından terk edildikten sonra kendisini sefahate veren, sonra sefalete yuvarlanan ve nihayet kendisi gibi intihara karar veren o biçare bestekâr, hastaneye kanlar içinde getirilmiş ve kavuşmak istediği ölümden zorla kurtarılmıştır. Bestekâr, ihtimal ölümü çok yakından tatmanın korkusuyla, ihtimal ölüme çok yaklaşınca hayatın kıymetini anlamanın acısıyla tedavi olunduğu yatakta, her gece sabahlara kadar ‘Yaşamak… Yaşamak istiyorum!’ diye inlemiş, bağırmış, sayıklamıştır. Kese kâğıdındaki cümleyi okurken bestekârın feryatlarını da duymak, adamın bedbin varlığında büyük bir aksülâmel yapıyor. Kararından vazgeçerek kendisini kurtaran doktorun evine dönüyor. Doktorun kızına, ilk ve ikinci kararını bildiriyor. Sonra ‘Ben,’ diyor, ‘senin için yaşça değil, fakat yaşayışça çok gencim. Şimdi hayata gidiyorum. Sana, kaybettiğim on beş seneyi kazandıktan ve hayatı yendikten sonra döneceğim!’ Ve o, hayata, yani ‘Güneşe Doğru’ giderken genç kız hıçkırarak yalvarıyor. ‘Çabuk gel Mustafa!’”
İstanbul Sinemaları ve dönemin diğer sinema dergilerindeyse, dediğim gibi, biraz daha farklı bir özet yer alıyor.
“Profesör Arif villasının bahçesinde bir gece vakti kızıyla oturmuş istirahat etmekte iken sadık ev köpeklerinin müthiş havlamaları üzerine kapıdan bir yabancının girdiğini hissediyorlar. Bu yabancı ağır adımlarla ilerleyerek onlara doğru geliyor. Tavırlarında bir gayritabiilik var. Kendilerine mi yoksa çalınmakta olan musikiye mi geldiği anlaşılamıyor.
Otuz beş yaşlarında tahmin olunan bu gencin sözlerinden bir gayritabiilik his eden profesör, üniversitede tıp tahsil etmekte olan kızı Ayşe’nin de yardımıyla genci muayene ediyor ve tedavi altına alıyorlar. Bir taraftan da bu genç hakkında tahkikatta bulunuyorlar. Uzun araştırmalardan sonra Hasan’ın 17 sene evvel İstiklal Harbi günlerinde üniversiteye tarih imtihanına giderken geçirdiği bir kamyon kazası neticesinde başından ağır surette yaralandığını ve bu darbe neticesinde genç delikanlının bütün muhakemesini kaybettiği anlaşılıyor. Genç Hasan bu vakadan sonra hastanelere düşmüş, yapılan bütün tedavilere rağmen muhakemesine bir daha sahip olamamıştır.
Bu tedavi sıralarında Ayşe’yle Hasan arasında başlayan temiz bir gönül macerasını, Ayşe’nin Hasan’ın tedavisinde bilhassa ehemmiyet vermesine sebep oluyor. Ayşe babasından ne yapıp yapıp bu gencin hayatını kurtarmasını rica ediyor. Profesör Arif bu tehlikeli ameliyatı büyük bir vukuf ile başarıyor.
Ameliyattan sonra hafıza ve akıl kuvvetine yeniden sahip olan Hasan karanlık bir uyku içinde geçirdiği on beş sene içinde memleketimizde yaratılan yenilikleri, mucizeli anları hareketlerini hayranlıkla görüyor. Ordumuzun daha Eskişehir cephesinde yabancı istilasına karşı uğraştığı günlerde bulunduğunu zannederken bütün vatan topraklarının düşman istilasından kurtulduğunu öğreniyor.
Hasan bir sabah erkenden hastaneden çıkıp Taksim Meydanı’na gidiyor, orda bir abide görüyor, vatanı kurtaranları tanıyor ve hürmetle şapkasını çıkarıyor. Hasan kendisini kurtaran kıza koşuyor… memleketin ilerleyen gençlik saflarında yerini bulduktan sonra ona gelmek azmiyle sevdiği kıza veda ediyor.”
Bu iki özetin en önemli özelliği filminin sonuna dair de bilgi veriyor oluşları. Uçar’ın alıntıladığı metindeki gibi “Bu yeni yerli filmimizin mevzuunun son kısmını bütün halkımızın merak edip göreceği bir eser olduğundan koymuyoruz,” demiyorlar; belki de yarın bir gün film yanar, senaryosu da kaybolur, eldeki tek veri bu satırlar kalır diye düşünerek belki de son kareye kadar tasvir ediyorlar.
Güneşe Doğru ve Deli
Türk Edebiyatı’nda, Nazım Hikmet’in Güneşe Doğru senaryosuyla birlikte ele alınabilecek, benzer temaları ele alan ilginç bir eser vardır. Bu eser, Refik Halit Karay’ın 1929 tarihinde basılan Deli adlı piyesidir.
Piyes, II. Meşrutiyet’in ilanından iki gün önce, yani 1908’da hafızasını yitiren Maruf Bey’in tam 21 yıl sonra kendine gelmesini ve sonrasında yaşananları anlatır. 1929 yılında, Cumhuriyet Türkiye’sinde bilinci yerine gelen Maruf Bey’in yaşanan değişime şaşırması ve o güne ayak uyduramayıp delirmesidir eserin konusu.
Bu iki eser arasındaki benzerliğe ilk olarak Necati Tonga dikkat çekmiştir.
“Hafıza kaybına uğrayan ve neticede uzun bir uykudan uyanan bir başka karakter, Nâzım Hikmet’in 1937’de senaryosunu yazdığı ve yönettiği bugün kayıp olan “Güneşe Doğru” filminde karşımıza çıkar. (…) Deli’nin neşrinden yıllar sonra çekilen film, Nâzım Hikmet’in uzun metrajlı tek filmidir. Dönemin süreli yayınlarına yansıyan reklamlardan anlaşılmaktadır ki Nâzım Hikmet, Güneşe Doğru filminde akıl hastanesinden kaçan, hafızasını kaybetmiş Hasan adlı bir gencin hayatını anlatır. (…) Geçirdiği ameliyat sonrasında hafızası yerine gelen ve kendini Cumhuriyet Türkiye’sinde bulan Hasan -tıpkı Maruf Bey gibi- on beş yıllık vukuattan habersiz ve yaşadığı topluma yabancılaşmış bir karakter olarak sunulmuştur.” [8]
Ancak Maruf Bey ve Hasan’ın geçen zaman ve o süreçte yaşananlara, değişime verdikleri tepkiler -yukarıdaki özetler okunduğunda çok net bir şekilde görülmektedir ki- farklıdır. Maruf Bey gerçeklikten kaçmayı, Hasan’sa memleketin ilerleyen gençlik saflarında yerini almayı seçer. “Şimdi hayata gidiyorum. Sana, kaybettiğim on beş seneyi kazandıktan ve hayatı yendikten sonra döneceğim!” der sevdiği kıza. Bir tarafta zihinsel, ruhsal bir kopuş, kaçış, diğer tarafta bir uyum sağlama, yetişme çabası vardır. Yani iki ana karakterin verdikleri tepkiler taban tabana zıttır.
Bu açıdan Güneşe Doğru senaryosunun Refik Halit Karay’ın Deli piyesine bir tür cevap olduğu söylenebilir. Ancak arada bir benzerlik, hatta bir etkilenme, ilham alma olduğu da açıktır.
29 Ekim 1937 ve sonrası
Kafa travmasına bağlı on yedi yıllık bir hafıza kaybı ya da muhakeme sorunu yaşayan Hasan’ın, kendine geldikten sonra memleketin ilerleyen gençlik saflarına karışma ve Cumhuriyet ideallerine erişme çabasını anlatan Güneşe Doğru, tam da Cumhuriyet’in 14. yılında, 29 Ekim 1937 tarihinde gösterime girer.
Dönemin gazetelerini incelediğimizde İpek Film’in pek çok ilan verdiğini, gün gün filmi muhtemel izleyicilerine duyurmaya çalıştığını görüyoruz. Ancak film ne kadar izlendi, kaç hafta vizyonda kaldı, halk tarafında beğenildi mi? Bu soruları cevaplayabilmemizi sağlayacak veriler ne yazık ki elimizde yok.
Sadece Ulus ve Akşam gazetelerinde çıkmış iki eleştiri yazısı… Bu iki metindeki değerlendirmeler üzerinden bir tahlil yapabiliyoruz.
Ulus’ta, 22 Kasım 1937 tarihinde Y. N. imzasıyla çıkan eleştiri yazısında “Hakikati, acı da olsa, söyleyelim: Mevzuu bir melodram halinde tasarlanan bu film, insanda bir vodvil tesiri yapıyor,” deniliyor.
“Bu filmde bütün kusurlara tahammül etmek mümkündür ama işin en acemisi amatörlere bile mükemmel fotoğraflar elde etmek imkânını veren bugünkü ileri teknik asrında beyaz perdeye akseden bulanık ve karanlık resimleri beğenmek elden gelmiyor. Ama vasıtadiyeceksiniz! Fakat unutmamak lazımdır ki sinema vasıta işidir ve bundan mahrum olanların oyuncağı olamaz.
Güneşe Doğru’nun son derece iddialı fakat gene de en basit birlikten mahrum olan mevzuunu bir tarafa bırakınız, aktörlerin konuştukları o Türkçe nasıl şeydir? Acaba bu filmde oynayanlar, hiçbir Garp filmi seyretmemişler ve bunlarda ne kadar tabii konuşulduğunu işitmemişler midir? Konuşmada tasannun ve özentinin mükemmel bir örneği olan bu film, en ziyade bu tarafıyla halkı güldürmüş değil midir?
Sonra filmin sonuna alkış toplamak için ilave edilmiş olan kısımları biraz cüretkârlık telakki etmemeye imkân yoktur.
Eğer Güneşe Doğru’da sanatımız hesabına en küçük bir ümit ışığı fark etmiş olsaydık, tenkitlerimizi bu kadar acılıkla ifade etmekten çekinirdik. Ne yazık ki bir buçuk saatimizi alan -çalan diyecektik- bu temaşadan sonra dimağımızda biriken intibalar arasında her şey var, fakat ümit yoktur. Şu halde sinemacılığımızın yeniden dirilmesini hususi teşebbüslerden beklemekten ümidi kesmeli miyiz? Aksi ispat edilinceye kadar buna inanmaya temayül ediyoruz.”
Hasan Ali Yücel, 6 Aralık 1937 tarihli Akşam gazetesinde yer alan yazısında bu kadar sert bir dil kullanmıyor. Hatta önce Güneşe Doğru’nun başarılı bulduğu yanlarını listeliyor.
“İsim güzel; fikir, buluş güzel; senaryo muvaffakiyetli; konuşmalar çok tabii ve hatta maharetli. Hele bir kısım parçalar heyecan verici ve düşündürücü. Yerli musiki iyi yerleştirilmiş. Sevdiğimiz sanatkârları görüp işitiyoruz. Tabii ve suni dekorlar iyi seçilmiş, iyi yapılmış. Yirmi dört saat içinde mevzua en uyar vakitler yerli yerinde. Ona emeğini verenleri takdirle görmemek elde değildir. Bütün bunlar iyi. Fakat…”
Yazının kalanında bu fakat’i açıklıyor Yücel. Ona göre büyük bir eseri meydana getiren üç unsur var. Biri tüm ayrıntılara gösterilen özen, sonra teknik mükemmeliyet ve son olarak da tüm unsurları birleştiren ‘inşacı ruh, esprit konstrüktif’.
“Unsur, teknik ve inşa… Bunları, Güneşe Doğru filmini seyrederken yalnız bu güzel hüsnü niyet eserinde değil, bütün ilim ve sanat eserlerimiz için düşündüm. Mükemmele elbette noksanlardan gidilir. Tecrübe, muvaffakiyetin ilk şartıdır. Bu filme zekâ, emek ve para sarf edenler, boşuna bir zahmete girmiş değillerdir. Hayatında bir iş yapmayı kafasına koymuş her ferdimiz gibi onlar da bu eksikleri tamamlayarak bize her cephede tatmin edici yeni eserler verebilirler. Karanlıkta kalanlar, karanlığı tabii hal sandıkları zaman tehlike vardır. Eğer onlar, uzaklarında bile olsa, ışığın mevcudiyetinden haberdar iseler, ona doğru yürüme cehdini ruhlarında buluyorlarsa aydınlığa çıkacaklarında şüphe yoktur. Bu filmin adı, hepimiz için, ilim ve sanat adamlarımızın hepsi için müşterek parola olmalıdır: Güneşe doğru!”
Nazım Hikmet’in yazıp yönettiği, ancak ne yazık ki hakkında bir röportaj bile veremediği, muhtemelen afişine adını da yazdıramadığı Güneşe Doğru filmi anladığım kadarıyla gişede istenileni verememiş ve böylece sanırım sadece Ertuğrul Muhsin’in yüzünü güldürmüş. Zaten İpekçiler de bir sonraki filmleri olan Aynaroz Kadısı’nın rejisörlüğünü yeniden Muhsin’e teklif etmiş ve onunla yola devam etmeyi seçmiş. Nazım Hikmet’se film gösterime girdikten birkaç ay sonra tutuklanmış ve 1950’ye kadar hapiste kalmış. Böylece, belki de gelecek vaat eden, tamam, attığı ilk adımda istediği başarıyı elde edememiş, ancak üç dört adım sonra daha yetkin, güçlü eserler ortaya koyabilecek bir sinemacının kariyeri sona erdirilmiş.
Son olarak Ahmet Soner’in Cumhuriyet gazetesinin Sanat-Edebiyat eki için Ocak 1971’de yazdığı “Sinemacı Gözüyle: Nazım” başlıklı yazısı sayesinde keşfettiğim, Nazım Hikmet’in A. Kadir’e gönderdiği bir mektupta yer alan ve onun filmler düşünmeye, hem de yeni, yepyeni filmler düşünmeye devam ettiğini ortaya koyan şu alıntıyı paylaşmak istiyorum.
“Filmcilik deyip geçme… Çok şey var filmcilikte. Halkla en karşı karşıya sanat bu. Hikâyelerin filmini yapmalı. Mesela Sabahattin Ali’nin hikâyelerini. İki kısımlık, iki kısımlık filmler. Hikâyelerden sonra şiirlerin filmlerini yapmalı. Ya halk türküleri? Bizim halk türkülerimiz… Nasıl olur ama o cânım türküler… Çarşambayı sel aldı. Bir sel gelir gümbür gümbür, alır ne var ne yok, siler süpürür. Bir yar sevdim el aldı. Biri gelir dört nala, uça uça, alır sevgiliyi, kaçırır götürür. İşte bunların filmini yapmalı. Küçük küçük filmler. Ama ne güzel olur. Halk da ne tutar bunları.”[9]
[1] İstanbul Sinemaları, sayı 2, 15 Eylül 1937.
[2] İstanbul Sinemaları, sayı 7, 21 Ekim 1937.
[3] Sinema Objektifi dergisinin 21 Ekim 1937 tarihli ikinci sayısında yer alan “Yeni Bir Film: Güneşe Doğru” başlıklı yazısında, Cihat Kentmen neredeyse satır satır bu düşünceleri tekrarlar.
[4] Naci Sadullah, “Güneşe Doğru Filmi Nasıl Çevriliyor?” Son Posta, 18 Eylül 1937.
[5] Tabii şunu da göz ardı etmemeli. Filmin kadrosunda Neyzen Tevfik, Safiye Ayla, Refik Fersan, Arif Dino gibi kamuya mal olmuş isimler, Ferdi Tayfur gibi tanınan, bilinen bir oyuncu da var. Yani kadro ‘amatör’ olsa bile ‘şöhretsiz’ değil.
[6] Üstelik Nizamettin Nazif daha başlıktan itibaren Mediha/Güzin’in hem amatörlüğünü hem de sinema artistliğinden nefret eden bir sinema artisti olduğunu vurguluyor.
[7] İstanbul Sinemaları, sayı 7, 21 Ekim 1937.
[8] Necati Tonga, “Bir Muhalifin Gözünden Cumhuriyet’e Uyanmak: Refik Halid Karay’ın Deli Piyesi Üzerine Bir İnceleme” Mavi Atlas, sayı 11 (Cumhuriyet’in 100. Yılı Özel Sayısı), 2023.
[9] A. Kadir, 1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet, İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967, s. 157-158