.

Edebiyatın Kurgu Dışı Yönüne Işık Tutan Bir Dergi: Çağdaş Eleştiri Dergisi

Esin Hamamcı

esin.hamamci@sanatkritik.com

Edebî eleştiri, yazım tarihi kadar eskidir. Bir zihin faaliyeti olarak eleştiri, fikir hayatına katkıdır ve metne bir anlam kazandırır. Tahsin Yücel’in belirttiği üzere bir tür olarak eleştiri, 18. yüzyılda Almanya’da doğar. Batı edebiyatında önemli ve eski olduğu kadar Türk edebiyatında da farklı hüviyetlerle “eleştiri” alanında öne çıkan eserler verilir. Batı ile yakın temasların sıklaştığı, Yeni Türk edebiyatının başlangıç safhaları olarak addedebileceğimiz Tanzimat döneminden itibaren bugünkü anlamıyla bir “tür” hâline gelmeye başlayan eleştiri, zaman zaman bir takım kişisel meselelerin kurbanı olmuştur. Bizde eleştiri (tenkit) maalesef ki uzun bir süre objektiflikten uzak kalmış, daha çok “yermek” manasıyla ön plana çıkmıştır. Eleştiriler yer yer şahsî kavgalara dönüşmüştür. Beşir Fuad, objektifliği ve rasyonalist aklı ön plana çıkardığı yazılarıyla eleştirinin bir yol haritasını çizmeye çalışmışsa da kendisi dahi kaleme aldığı bazı yazılarında objektiflikten uzaklaşmıştır.

Edebî eleştiri ile birlikte “eleştirmen” kavramı da ön plana çıkar. Eleştiri için entelektüel birikimin önemine değinecek olursak, eleştirmenlerin sıkı bir okur olmalarını ve bunları belli bir süzgeçten geçirip bize aktarmalarını bekleriz. Farklı okumalarla gelişen farklı yaklaşımlar ise, eleştiriye başka bir soluk kazandırır. Bir kitabı okuyan yüzlerce insan için yüzlerce farklı anlam olasılığı mevcuttur.

Okumanın zenginleşmesi, farklı fikirlerin ortaya atılması amacıyla yayımlanmaya başlayan Çağdaş Eleştiri-Edebiyat-Sanat- Sorunlar ve Kuramlar dergisinin ilk sayısı Mart 1982’de yayımlanır. Derginin genel yayın yönetmeni Tanju Gökçöl, yazı işleri yönetmeni Adnan Benk ve sorumlu yönetmen İsmail Yarguz’dur. Derginin kapakları Mengü Ertel tarafından hazırlanır. Aylık bir dergidir ve yıllığı 1982 şartlarında 1200 TL’dir. Adresi ise Dr. Şevki Bey sokak. No:6 Divanyolu (İstanbul)’dur.

“Yaşar Kemal ile Kapalı Oturum” başlıklı ilk sayının ilk sayfalarındaki söyleşi Yaşar Kemal ile Türkiye’nin kuram ve eleştiri alanında önde gelen ismi Tahsin Yücel ve Adnan Benk iledir. Adnan Benk’in Yaşar Kemal’e roman tiplerini nasıl çizdiğini sorması üzerine kendisi, “İnsan yüzünün bir genelleme olarak insan psikolojisini yansıttığına inanmıyorum. Anlık psikolojiyi, öfkeyi, kıskançlığı, insan yüzü verebilir. Ama genel olarak, örneğin bir cani tipi olduğuna inanmıyorum. İnsanın davranışlarının natüralistlerde olduğu gibi bir eksen yöresinde döndüğüne de inanmıyorum. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun, koşullara göre değişmek zorundadır.” der. Demirciler Çarşısı Cinayeti merkezli, kapitalist düzenin doğayı nasıl değiştirdiğinden, Marshall yardımlarıyla alınan traktörlere, Le Monde söyleşisinden roman yapısı nasıl kurulur sorusuna kadar geniş kapsamlı, uzun soluklu bir söyleşiye rastlarız. Bu söyleşi sonunda bir “Görüş Açısı” köşesi yazılmıştır. Burada söyleşinin bir değerlendirmesi mevcuttur. Söyleşiyi yapanlar arasında farklı görüşlerin toplandığı bu değerlendirmede şöyle denmektedir;

“Romandan büsbütün çekilip yerini kişilere mi bırakmalı yazar, yoksa yerini kimseye bırakmadan romanı kendi mi sürdürmeli? Başka bir deyişle, olaylar romandaki kişilerin açısından mı anlatılacak, yazarın açısından mı? Bu sorun -belki daha gerilere gidilebilir ama- en azından yüzyıldır çeşitli tartışmalara yol açıyor. Kimine göre, yazarın kendi öznelliğini romana sokuşturması, hem romanın inandırıcılığını yitiriyor hem de evrenselliğe yönelmesi gereken sanat yapıtını bireyselliğin (romancının bireyselliği tabii) sınırları içinde tutuyor. Bu durumda ortaya çıkacak en büyük sakınca romanda bize önerilen dünyanın tutarlığı yitirmesi. Kimine göreyse, sanatçı elbette “her şeyi bilen”dir, kadir-i mutlaktır, okuyucuyla doğrudan ilişki içindedir ve onun romandan çekilmesi romanın sonu demektir. Yaşar Kemal ile burada değinilen “Tanrı”, “romancı”, “insan” sorunu bu. Yaşar Kemal’in böyle bir sorun olamayacağını söylemesi olsa olsa, her romanın arkasında ya da içinde bir roman var demeye gelir ki, bu da sorunu ortadan kaldırabilecek nitelikte bir yanıt değil.”

Yaşar Kemal

Yine aynı söyleşinin devamında söyleşiyle ilgili olarak “Yadırgatıcılar” köşesinde Yaşar Kemal’in sık sık okuru yadırgadığı eleştirilir. Bunun nedeni ise sözcüklerin anlamlarındaki açıklığın kaybolmasıdır. “Yaşar Kemal okurken rast gele bir mana çıkartılır,” denilir.

Çağdaş Eleştiri dergisinin sayfalarını çevirmeye devam ettiğimizde neredeyse yirmi sayfa süren bu söyleşi sonrasında, yine derginin 1 numaralı sayısında Melih Cevdet Anday’ın “Message” başlıklı yazısına rastlarız. Melih Cevdet Anday burada, yıllarca sürmüş olan öz-biçim meselesine değinir. Message sözcüğü Anday’ın belirttiği üzere yeni bir deyiştir ve her yapıtta bir message aranmaktadır. Bir eserde message’ın nasıl iletildiği üzerine kafa yoran Anday, bunu Albert Camus’nun Veba’sı ile bulmaya çalışır. Öncelikle bir romanda birçok insanın sesi mevcuttur. Aynı zamanda bu, bir sanatçının eseridir ve sanatçının message’ının ne olduğu da bir sorudur. Bu noktada kimin message’ını aradığımız öncelikli sorudur:

“Demek bir sanat yapıtının message’ını bulmak kolay değil. Çünkü bilmediğimiz bir bildiri o, yapıtın özü, öyleyse sanatçının yapmak istediği, amacı… bildiğimiz bir şey olsaydı, sanata ne gerek kalırdı ki!”

Tahsin Yücel

Derginin aynı sayısında Tahsin Yücel “Yazının Sınırları” başlıklı yazısı ile Michel Butor ile tanışıklığı üzerinden yazı ve sanat gerçekliği üzerine kafa yorar. Oktay Akbal ise “Anıları Eleştirmek” başlıklı yazısı ile “Anılar Eleştirilir mi?” başlıklı bir yazı kaleme almış, bu yazıda birkaç anısını anlatmıştır. İlki Yahya Kemal iledir. Akbal, dönemin matbaa başkenti Babıali Caddesi’nden inerken Yahya Kemal’e rastlamış ve el sıkışıp ayrılmışlardır. İkincisi, Haşet Kitabevi’nde Salâh Birsel ile karşılaşmasıdır ve Salâh Birsel bu anıyı Halley Kimi Kurtarır adlı deneme kitabında farklı bir şekilde anlatmıştır. Akbal’ın aktardığı üzere:

“İşte anılar size. Belki böyle değildir, belki elimi iki avucuna almamıştır, belki birine benzetmiştir, belki de büsbütün başka bir şey. Ama “Nazmımız günden güne ilerliyor, seviniyorum,” dediği kesinlikle doğru… Öyle bir söz ki unutulur gibi değil! Ama bu sözü bana İkbal Kitabevi’nin köşesinde söyledi. Haşet’in önünde değil… Ne var ki sevgili dost Salâh Birsel Halley Kimi Kurtarır adlı deneme kitabında başka türlü anlatıyor bunu… Ona göre, Haşet önündeymişiz, ben Yahya Kemal’i görünce, yanına gitmişim, elimi uzatıp ‘Ben Oktay’ demişim. O da ‘Sizin namınız son zamanlarda çok geşişti,’ demiş, ben üzülmüş, şaşırmışım, Birsel de gönlümü almış ‘Seni herhalde Oktay Rıfat sandı,’ demiş. Birsel kitabında böyle yazdığı için, başka bir dost Mehmet Kemal de Cumhuriyet’te bir yazısında bunu olduğu gibi aktarmış.”

Sami Karaören, Nurullah Ataç ile Orhan Veli arasındaki bir kırgınlık hikâyesine değinir ve Nurullah Ataç’ın “çocuksu, kavgacı, çabuk parlayan, küsen, kin gütmediği için de öfkesi tez geçen” biri olduğunu söyler. Derginin “Tanıtmalar” bölümünde 4 kitap yer alır. İlki Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cem Yayınevi’nden çıkan Nötron Bombası’dır. Dağlarca 1968’de Amerikalı İnternational Poetry Forum adına, Türkiye’de oluşturulan bir jüri tarafından oybirliği ile “günümüzün en büyük şairi” seçilmiştir. Dağlarca’nın Nötron Bombası’nın tanıtım yazısını kaleme alan Günyol, bu kararın ne kadar yerinde olduğunu söyler ve şöyle der:

“Nötron Bombası ile de, yazınımıza ve şiirimize yeni boyutlar kazandırmayı sürdüren ozanımıza merhaba!”

Diğer tanıtım yazısını Fatih Özgüven, Nazlı Eray’ın Geceyi Tanıdım kitabı üzerine yazmıştır. Osman Senemoğlu, Salâh Birsel’in Paf ve Puf’unu, Necmeddin Sevil ise Pınar Kür’ün Bir Deli Ağaç’ını tanıtır.

Melih Cevdet Anday

Derginin Nisan 1982 tarihli ikinci sayısında yine ilgi çekici başlıklar vardır. İlk sayfada yine Tahsin Yücel, Adnan Benk, Nuran Kutlu vardır ve Melih Cevdet Anday ile söyleşirler. Söyleşinin adı ise “Kare ile Üçgen Arasında Melih Cevdet Anday”dır. Söyleşenler, söyleşi öncesi önemli bir noktaya değinirler. Burada söyleşinin amacının öz yaşam olmadığını, hatta şairin şiirini nasıl betimlediğinin de onlar için bir önemi olmadığını, “Falanca şiirle ne anlatmak istiyorsunuz?” sorusunu çok budalaca bulduklarını belirtirler. Buna karşılık ise Anday, samimi bir cevap verir:

“Yani açıklama istemiyorsunuz… Bunu tahmin etmiştim…”

Sayfa 24’te Berna Moran’ın “Yaban’da Teknik ve İdeoloji” yazısına rastlarız. Moran, Yaban üzerine yapılan “Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun sergilediği köylü gerçeğe uyuyor mu?”  tartışmalarına değinerek, Yaban’daki köylüye karşı tutuma ve bu tutumun sebeplerine değinir. Moran’a göre Yaban, roman olma özelliğinden yoksundur çünkü bir olay örgüsü yoktur. Köylüler için Ahmet Celal bir “yaban”dır, Ahmet Celal için de köylü. Romanın yarısı savaş haberlerinden ve konuşmalardan oluşur. Başta Ahmet Celal köylüye çok uzaktır. Köylülerle savaş üzerine konuşurlarken aralarında tanışıklık oluşur ve Ahmet Celal’i çileden çıkaran da köylünün şu görüşüdür:

“Köylüler Mustafa Kemal kuvvetlerine karşı bir tutum içine girmektedirler. Çünkü düşmanın, halife adına onları Avrupa denen bir kraliçenin de savaştan sonra İslam dinini kabul edeceği yolunda işlenen propagandaya kapılmışlardır.”

Bu düşünce Ahmet Celal ile köylüyü tamamen birbirinden koparmıştır. Yazar, Ahmet Celal’in gözünden köylüyü “pis kokularla” ve “yabani hayvanlara” benzeterek anlatır. Moran buraya özellikle dikkat çekerek, Kadro dergisinin ideolojisiyle Yaban’ın yazıldığını açıklar.

Derginin ikinci sayısının sayfaları Nuri İyem’in “Resimdeki Gerçek”, Tahsin Yücel’in, “Sözcelem ve Masal Halk Masalı”, Oktay Akbal’ın “Eleştirmeci Kim Oluyor?” yazıları ile devam eder. Fatih Özgüven, “Abdülhak Şinasi Hisar/ Boğaziçi Mektupları” başlıklı yazısında son dönem Osmanlı aydınlarının manzaraya verdikleri önemde bahseder. Manzara son dönem Osmanlı aydını için bir “sanat” türüdür. Abdülhak Şinasi’nin Ali Nizâmi Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği adlı kitabındaki anlatıcının ‘alafranga’ zevklerinden olan tablolardan bahsederken çoğunun tarzının Fransız klasisisizmden etkilendiğini söyler.

Derginin 3. sayısındaki söyleşiye “Nuri İyem ile Göz Göze” başlığıyla, yine Adnan Benk, Tahsin Yücel, Enis Batur ve Osman Senemoğlu katılır. Söyleşiden çok bir tartışmadır. Tahsin Yücel, Nuri İyem’e “Melih Cevdet ‘Önce bir ses bulurum, şiir ondan sonra gelir’ diyor. Siz önce neyi bulursunuz? Yapılmamış resmin, örneğin neresini görürsünüz?” diye sorar. Nuri İyem bu soruyu “İnsan resim yapmak ihtiyacını duyduğu zaman hep kendi kesesinden harcayamaz. Mutlaka dış dünyaya bakması gerek. Örneğin ben geziler yapıyorum, bana esin kaynağı olsun diye. Ama bir yere gittiğimde, bir fotoğraf sanatçısı gibi de davranmıyorum. Gezerken küçük notlar alıyorum, daha çok da seyrediyorum.” şeklinde cevaplar. Çoğunlukla Adnan Benk ve Tahsin Yücel’in dahil olduğu, derginin ilk sayfasındaki bu sanat-edebiyat söyleşileri, kendilerinin de belirttiği üzere sadece öz yaşam öyküsüne ve yapıtlara odaklanmakla kalmaz. Bu söyleşiler adeta bir fikrî tartışmalar dalgası, inişli çıkışlı münakaşalar, düşünüşler ve asıl amacıyla ortaya bir “fikir atmak”tır. Bugün dahi okuyucusuna pek çok düşünce katabilir. Bu serinin bir sonraki sayıda söyleşi konuğu Edip Cansever olacaktır.

Nuri İyem

Enis Batur, “Düş Teknisyenleri, Teknik Düşçüler” başlıklı yazısında Hilmi Yavuz’un Şiirin Yapımı kitabına değinir. Oktay Akbal, eleştiri üzerine yazı serisine devam ederek “Eleştirmeci Yetiştirmek” başlıklı bir yazı kaleme alır. Burada Vedat Günyol, Memet Fuat, Adnan Benk’i “eleştirmeciden daha çok denemeci, söyleşi türünde yazan dostlar bunlar” olarak anar. Rauf Mutluay ve Tahir Alangu’yu eleştirmeciler arasında sayar ve özellikle Mutluay’ın “eleştiri” alanında yeni bir aşama getirdiğini söyler. Yazısını “Uğraştık, didindik, çırpındık kırk yıldır bir ‘eleştirmeci’ çıkaramadık” şeklinde bitirir.

Yine üçüncü sayıda Tahsin Yücel, yazı serisine “Anlatı Geleneği” yazısıyla devam eder. Burada edebiyat, yazın dergilerinde sık sık tartışılan “Türkiye’de roman var mı, yok mu?” sorusuna değinir. Yücel, bu sorunu sosyolojik bir açıdan ele alarak, bizde neden Dede Korkut üzerine dizgisel bir çözümlemeye gidilmediği sorusuyla çözmeyi önerir.

Derginin Haziran 1982 tarihli 4. sayısında Berna Moran, Kiralık Konak incelemesiyle Yakup Kadri’den bahsetmeye devam etmektedir. Bu sayıda Azra Erhat’ın “Sorular ve Sorunlar” başlıklı bir yazısına rastlarız. Burada “İyi sorulmuş bir soru yanıtını az çok içerir,” der ve Fransızca Que saies-je? yayınlarından esinlenerek hazırlanan “Ne biliyorum?” adını taşıyan bu kitapçıkların hepsinin bir ansiklopedi oluşturduğunu söyleyerek Fethi Naci’nin yayımladığı Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişim adlı incelemesi üzerinde durur.

Attilâ İlhan’ın Adam Yayınları’ndan yayımlanan Elde Var Hüzün kitabının reklamıyla çıkan, derginin Temmuz 1982 tarihli 6. sayısında Tahsin Yücel’in “Çağdaş Eleştirinin Öncüleri” başlığıyla yayımlanan “André Gide ve Eleştiri” yazısı dikkat çeker. Bu yazı genel olarak eleştiri alanında Gide’in neden öne çıktığını anlatır. Derginin bir önceki sayısındaki “Belgeler” köşesi Mehmet Rauf’un Bizde Roman’ı ile başlamıştır. Yazıyı Latin harflerine çevirenler Dilek Yelkenci ile Ekrem Işın’dır. Günümüz Türkçesi’ne ise Yusuf Çotuksöken çevirmiştir. Bu sayının “Belgeler” köşesinde ise Cenap Şehabettin’e yer verilir. Derginin Eylül 1982 tarihli 7. sayısında Enis Batur “Erratum” başlığıyla Turgut Uyar şiiri üzerine yazmıştır. Fatma Akerson ise bir önceki sayıdan itibaren kadroya dahil olmuş ve bu sayıda Pınar Kür’ün Bir Deli Ağaç kitabında yer alan “Yaz Gecelerinde Keman” adlı öyküsüne odaklanır. Akerson bu yazısında bu eserden yola çıkarak değişim olgusunun tekniklerinin bir sınıflandırmasını yapmaktadır.

Pınar Kür

Derginin Ekim 1982 tarihli 8. sayısında Ahmet Oktay, “Kaçış ve Katlanış-1” başlığıyla Attilâ İlhan ve Behçet Necatigil’in kenti ve kentliyi alımlaması üzerine bir yazı kaleme almıştır:

Çeşitli şiirsellerin kent bireyinde odaklanmaya başladığı, bu bireyin kesin anlamda bir eyleyen olarak belirdiği 50’li yılların yeniden irdelenmesi, çözümlenmesi gereken iki önemli şairi de Attilâ İlhan’la Behçet Necatigil. Sanayileşme/ demokratikleşme sürecinin gerek toplumsal/ siyasal, gerekse tinsel/kültürel düzeydeki en belirgin yansımalarını, özgün kişiliklerde “kırılmış” olarak, somut biçimde; Cansever ve Uyar’da olduğu kadar; bu şairlerde de izlemek olası… “Karşılaştırmalı” bir okuma kılgısında (pratiğinde) büsbütün doğuyor.  Bu türden bir okuma, A. İlhan’ın 1953 yılında yayımlanan Evler kitabından ötürü B. Necatigil’i “gerçek kaçaklığı” ile suçladığı ve onda bir “sokak korkusu” bulduğu anımsanınca, daha da kışkırtıcı bir çekiciliğe sahip oluyor.”

diyerek, Sisler Bulvarı’nın bir grafiğini oluşturuyor.

Attilâ İlhan

Derginin Kasım 1982 tarihli 9. sayısında bir Füruzan söyleşisine rastlarız: “Füruzan’la Öykünün Öteki Yüzüne Doğru”. Söyleşiye Şükran Kurdakul, Esin Eyüboğlu, Osman Senemoğlu, Feyza Zaim ve Tahsin Yücel katılır. Konuşmayı Tahsin Yücel açar:

“Bizim yazınımızda öykünün ayrı bir yeri var. Füruzan da, hiç değilse bana göre, öykücülüğümüzü onurlandırmış bir yazar. Ama gereğince değerlendirilmiş, yorumlanmış bir yazarımız mı? Sanmıyorum. Ülkemizde yazın eleştirmeni bulunmadığı hep söylenir. Var olmasına var ama yazarlarımız üzerinde ayrıntılı biçimde durma geleneğimiz yok. Bu bakımdan, yazarlarımızla yapıtları üzerinde geniş çaplı söyleşiler yapmak daha bir önem kazanır hiç değilse. Biz de Füruzan’la konuşarak buna ulaşmaya çalışacağız.”

Füruzan

Aynı sayıda sayfa 22’de Tahsin Yücel, “Çağdaş Eleştirinin Öncüleri” serisine son yıllarda en çok konuşulan yazınbilimci Mikail Baktin (Mihail Bahtin) ile devam eder. Bu yazıda Bahtin için bir yazın yapıtını anlamanın ve açıklamanın ne olduğundan bahseder. Baktin (Bahtin) için her şeyden önce kendileriyle söyleşime giren metinlerin bağlantılarını söylemlere göre değerlendirmek önemlidir.

Mihail Bahtin

Sayfa 52’de Fatma Akerson’un kadın yazarların eserlerini değerlendirmeye devam ettiğini görürüz. “Özel Yaşam/ Resmî Yaşam” başlığıyla Nazlı Eray’ın Ada Yayınları’ndan çıkan Kız Öpme Kuyruğu kitabındaki “Sıfırdan” öyküsü üzerinde durur. Burada özel yaşam ile resmî yaşamın, bu iki ayrı alanların, birbirinin ölçütleriyle sınanması üzerine durur. Akerson, “Sıfırdan” öyküsünün Nazlı Eray’ın “yazarlık sorunsalının bilincine varması açısından” olumlu bir aşama olarak adlandırır.

Derginin Aralık 1982 tarihli 10. sayısında Adnan Benk, Gabriel García Márquez üzerinde durur. Nobel Ödülü’nün kendisine verilmesi üzerine yabancı basında çıkan “Arjantinli Borges’e inat olsun diye Kolombiyalı Marquéz’e verildi” iddiasından yola çıkarak Marquéz’in “edebiyatın politika hizmetinde bir silah olmadığı” düşüncesini hatırlatır. Benk, Marquéz’in gazetecilik yıllarındaki görüşlerinden bahseder, onun “altıncı romanı” Kırmızı Pazartesi’ye değinir. Burada Benk sözü bitirirken çevirmeni eleştirir:

“Bana öyle geliyor ki bu romanı Türkçeye değil de o bilmediği İspanyolcaya çevirse çok daha başarılı olurdu Faik Baysal, çünkü, olsa olsa, İspanyolcayı bilmiyormuş der, geçerdik. İpe sapa gelmez sayısız tümceler arasında hele biri var ki, cımbızla alınıp çerçeveletilse yeridir: “Yeğenim, öğleyi saat on dörte arayıp durma,” diyor Angela yazara. Diyor diyorum ya, romanı dikkatle okudum, saflığına saf, ama gene de böyle konuşacak kız değil Angela. Fransız çevirmenin “chercher midi â quatorze heures” deyimiyle anlatmak istediğini, o bile kelimesi kelimesine aktarmaz, “öküzün altında buzağı aramak” gibisinden bir deyimle işin içinden çıkardı. Can Yayınevi’nin daha doğrusu Erdal Öz’ün böyle bir benzetmeyi neden bastığını düşünüyorum da, şöyle bir şey geliyor aklıma: ya yayımcı olarak Faik Baysal ile bir verip alamadığı var ya da öykücü olarak Marquéz ile bir alıp veremediği.”

Nazlı Eray

Bir sonraki sayfada Tomris Uyar’ın “Çağdaş İki Yazar/ İki Tutum” başlığıyla 1982 Nobel Yazın Ödülü’nü kazanan Kolombiyalı Gabriel García Márquez ile Jorge-Luis Borges’in bir karşılaştırmasını yapar. Gabriel García Márquez, bir konuşmasında gelecek yıllarda bu ödülün ustası Borges’e verileceğini umduğunu söylemiştir. Sadece Gabriel García Márquez değil, Latin Amerika edebiyatının çoğu edebiyatçısı böyle ummaktadır. Uyar, bu yazısında iki yazardan birer eser çevirmiş bir “okur-çevirmen” olarak ve bir yazar olarak, çağının iki ustasının eserlerine yansıyan “özel dünya”larına bir göz atar.

Jorge Luis Borges

Çağdaş Eleştiri dergisinin 1982 yılında çıkan tüm sayılarına göz attığım bu yazıda, rastgele bir seçki ile, dönemin eleştiri alanında önde gelen isimlerinin, bu tür için üretimlerini ortaya koymak istedim. İlk 10 sayısında dahi bir kitap niteliğinde nitelikli yazılar ortaya koyan bu dergi, usta kalemlerden çıkmış yazılarıyla, yazarlarının çoğu eleştirilerinin hâlâ tazeliğini koruduğu nitelikte değerlendirmelere yer vermiştir. O dönem edebiyat alanında eleştirilen çoğu fikrin kendinden bir sonraki kuşağı düşünce anlamında dönüştürdüğü ve farklı yollar açtığı da bir muhakkaktır. Derginin tüm sayıları Atatürk Kitaplığı’nda mevcuttur. Bir sonraki yazımda arşiv kurcalamaya devam edeceğim…