.

Eksilti: Garip Bir Hediye (Refik Halid Karay)

Tüm anlatıların bir özü, çatısı, bel kemiği hatta röntgeni vardır ya da var olduğu sanılır. Eksilti bunları aramanın, sorgulamanın bir ürünüdür. Bu sorgulamada metinlerin özgün hallerine sadık kalınmış, metin olay örgüsü, üslubu, anlatım tekniği ve sonu değişmeksizin eksiltilmiştir.

Bu sütunun ilham kaynağı şu alıntıdır: “Anlamını koruyarak anlatının en fazla ne kadarını çıkarabiliriz? Bu anlayış ya da onun eksikliği, yazabilenleri gerçekten yazabilenlerden ayırır. Çehov olay örgüsünü kaldırdı. Pinter incelikle işleyerek tarihi ve anlatıyı söküp attı. Beckett karakterizasyonu çıkardı. Ama onları yine de duyabildik. Eksiltme bir yaratım biçimidir.” (David Shields, Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto, s. 173)

“Garip Bir Hediye

Çarşıdaki kuyumcu dükkânları önünde Feridun iki saattir dolaşıyor, hiçbirine girmeye cesaret edemiyordu. Satacağı bir şeyi kalmamıştı; yalnız cebinde bir tıraş fırçası vardı ki onun bir değeri olup olmadığını sormak istiyordu. Ona vaktiyle bunu hediye eden Yahudi ‘Değerlidir, kadrini bil, sakın atma, zamanında işine yarar!’ dediği zaman muhakkak eğlenmişti; bu bir azizlikti. Şimdi ona güvenerek nasıl soracaktı?

Cebinden fırçayı bir kere daha çıkardı, baktı: Alelade, herkesteki gibi, beş, on kuruşluk bir maldı. Dönmeye karar verdi, sonra vazgeçti, büyük mağazalara giremeyeceğini anlayarak camekânında sekiz on gümüş halka, birkaç kâse Yemen taşı duran ufacık bir dükkânın kapısını itti. Bir kuyumcu, loşluğa gömülü, işiyle meşguldü. ‘Nedir, ne istersin?’ diye sordu. Feridun fırçayı uzattı: ‘Vaktiyle birisi hediye etmişti,” dedi, ‘kıymetli olduğunu söylemişti.’

Öbürü merakla eline aldı, evirdi, çevirdi:

‘Beş para etmez, mezat malına eşi çok!’ dedi.

Yahudi’nin manalı sözlerini hatırlamış, nihayet işte gelip fırçanın kıymetini sormuştu. Demek baş paralık değeri yoktu ha…

Birden kızdı, elini cebine soktu. İnsan bir tıraş fırçasından medet ummak, bir define beklemek için ne kadar aptal olmalıydı… Kıllarından yakalayıp pencereden uzattı; bir akrebi silkeler gibi hızla attı ve görmek için kesilip baktı. 

Fırçanın kemik sapı sert bir ses çıkardı. Sonra büsbütün çökmüş, koyulaşmış olan karanlığın içinde yan yana iki göz, iki nokta parladı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağıya koştu, sokağa fırladı, eğildi, süprüntüler içinde hâlâ parıl parıl yanan bu iki ufak şeyi, iki küçük taş parçasını ellerine aldı, gene koşarak içeriye girdi.

İdarenin ölgün ziyasına tutup baktığı zaman bunların birer elmas parçası olduğunu anlamıştı. Bir gün evvel uğradığı dükkânın önünde bekledi, kart ve kırçıl kuyumcu görününce hemen, dükkânı açmasını bile beklemeyerek taşları çıkardı:

‘Bunlar ne eder?’ dedi.

Öbürü, iptida kayıtsız bir göz attı, sonra dikkatlice muayene etti, güneşe tuttu, elinden bırakmamak ister gibi biraz mütereddit ve nazikane dedi ki:

‘Temiz maldır, müşterisini bulursa iyi para eder, hele girin dükkâna bir daha görelim, bir paha biçelim!’”

Refik Halid Karay, Memleket Hikâyeleri, İnkılap Yay., İstanbul, 2015, s. 175, 179.