E
Elimucu: Bir başkasına elini vurup, ebeliği ona devrederek oynanan bir oyun
“Sağa sola koşturan, elimucu, asçişkas, ebe kaç kaç oynayan çocuklar da bu kalbalığa katkıda bulunuyorlar…” (143)
Evsaf: Vasıflar.
“… teni billur bir dilbere evsafını işitir işitmez âşık olmuştu.” (s. 22)
Ezani saat: Güneşin batışında 12’yi gösterecek biçimde ayarlanan saat.
“Öğle namazı ezani saatle 6.27’de, zevali saatle 12.33’te kılınmaya başlanacağına göre […]” (65)
F
Falya: Topları ateşlemek için ağızotunun konulduğu delik.
“Zülkarneynin yegâne falyası ateşlendiğinde namlulardaki gülleler fırlıyor, belli bir uzaklığa eriştiklerinde, zincire bağlı oldukları iki gülleyi yuvadan çekiyorlardı.” (36)
Fiske: Parmak uçlarıyla yapılan hafif vuruş.
“Millerini yağladıktan sonra ona bitimsiz hareketini başlatacak ilk fiskeyi vurdu.” (85)
Fülminat: Cıva(II) fülminat veya Hg(CNO)2 prime patlayıcıdır. Sürtünme ve şoka çok duyarlı olduğundan dolayı özellikle diğer patlayıcıları patlatmak için kullanılan darbeli kapsüller ve patlatma kapsüllerinde bir tetikleyici olarak kullanılır.
“Fransızca hiyel ve balistik kitaplarından namlu sarmal adımları, devir adedi, imla kesafeti, sutre açısı, nitrogliserin, cıva fulminat, pikrik asit ve trotilin patlama baskısı ve süratleri konusunda son bulguları okuduğu sırada…” (123)
G
Galatavî: Galatalı
“Râviyan-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr Üzeyir Bey’in kâh Galatavî, kâh İstanbulî, kâh Sinobî olduğunu beyan etmelerine rağmen…” (127)
Garaib: Görülmemiş, şaşılacak şeyler, işitilmemiş olaylar.
“Böylece, tersane ikinci meydanı vardiyanbaşısı Köse Danyal Efendi’nin elinde oyalanacak, garaib defterine işlenecek, …”
Gedik: Bir işi yapmak, bir şeyden yararlanmak yolunda verilen hak, imtiyaz.
“… bizzat şeyh huzurunda gülbankı Allah Allah çekilip peştemalı beline bağlandı, gediği bağışlandı, esnaf sandığından akçesi verilerek dükkânı açıldı.” (s. 12)
Gulfe: Sünnet derisi.
“Fakat gulfeyi, siyah beyaz bir erkek kedi kapıp tenha bir yerde mideye indirdi.” (76)
Güherçile: Tarımda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut vb. patlayıcı maddeler yapımına yarayan, beyaz renkte ve ince billurlar durumunda birleşik bir madde, potasyum nitrat (KNO3).
“Kükürt, güherçile ve kömür ise, silahların temel gıdası olan bir güçtü.” (67)
Gülbank: Hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua veya ant.
“… bizzat şeyh huzurunda gülbankı Allah Allah çekilip peştemalı beline bağlandı…” (12)
Güllabicibaşı: Akıl hastahânelerindeki güllâbicilerin başı, başgardiyan.
“… vakanüvisliğini yapan Divane Salim Efendi’den, Süleymaniye Tımarhanesi güllabicibaşısı Demirtokat Haydar Bey’in naklettiğine göre…” (29)
H
Hal etmek: Tahttan indirmek.
“… Babıâli’ye baskın düzenleyip padişahı hal ettiğini …” (46)
Hamaylı: Kılıç bağı, omuzdan inen çapraz bağ; muska.
“… gazada hasmına hamaylı çekince, yani adamı sağ omuzundan belinin soluna kadar ikiye bölünce…” (12)
Hami:Himâye eden, koruyan, sahip çıkan.
“Bu iş için hamisi olan Frengin…” (18)
Havsala: İnsanın anlama, kavrama, kabul edebilme ve tahammül derecesi.
“… gözlerine inanmak için havsalalarını zorlamaya başlamışlardı.” (30)
Hendese: Geometri
“İlk yıl burada yazı, hesap, hendese ve işe yarayacak kadar şakirdlik öğrendi.” (128)
Hilat: Padişahlar ve vezirler tarafından birine iltifat veya mükâfat olarak giydirilen, kürklü veya işlemeli kıymetli kaftan.
“… onlara en âlâsından birer hilat giydirecekti.” (26)
Hilye: Bir kişinin dış görünüşünü ve niteliklerini anlatan yazı.
“[…] ve Yüksek Kaldırım’ın aşiftelerini kendine hayran eden Calûd’un hilyesini şöyle nakletmiştir[.]” (78)
Hiyel (ilmi): Arapça hîle (hüner, tedbir, çare, yöntem) kelimesinin çoğulu olan hiyel, ilimler tarihinde genellikle makine bilgisi” veya “mekanik teknolojisi” anlamında kullanılmıştır.
“Frenklerin mekanik diye adlandırdıkları hiyel ilmi de tabiata emretmenin yegane yoluydu.” (15)
“Fakat Vakanuvis Hamamcı Cemşid Bey onun hiyel ilmini bıraktığını, çünkü bilindiği gibi, ‘hiyel’in Arabîde ‘hiyleler’ demek olduğunu belirtir.” (69)
“Böylece onu hiyel ilminde kolayca yetiştirebilecek, kendisi öldükten sonra da Üzeyir, yılanı tamamlayıp ustasının ikinci benliği olan bu canavarı yaşatacaktı.” (115)
“Denildiğine göre bu bey bir hiyel ustasıydı ve çocuklardan birini, ona yapılan bütün masrafları ödeyip yanına çırak alacaktı.” (128)
Hiyelkâr: Hilelerle ilmi birleştiren mekanik mucidi.
“… hiyelkârın bu defaki ilham kaynağı …” (43)
“[…] Yâfes Çelebi nam bir hiyelkâra satıldığını […]” (74)
“… eski zaman mucidi bir hiyelkâr olan kendisi ise çok gerilerde kalmıştı.” (132)
Husye: Erkeklik bezi, haya, testis.
“… Deli Abuzer’in husyeleri, kamışı ve palabıyığı kuruyacak…” (31)
Hüccet: Eskiden mahkemelerde kadıların verdiği hükmü bildiren îlâmlardan alınan para.
“Ricası dikkate alındı ve kendisinden bir hüccet istendi.” (27)
Hüccet: Tanıtlamaya yarayan belge veya herhangi bir şey, tanıt.
“… bir buçuk yıldır istediği hücceti vermediğini söyleyince Aziz Paşa şaşırdı.” (47)