.

Sait Faik Hikâye Armağanı: Necati Cumalı ve “Makedonya 1900”

necatı-cumalı-makedonya-1900-saıt-faık-hıkaye-armaganı

Gökçe Gökalp

1954 yılında Değişik Gözle adlı eserle Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülen Necati Cumalı, ilk baskısı 1976 yılında Altın Kitaplar tarafından yayımlanan Makedonya 1900 adlı eserle 1977 yılında söz konusu ödülü ikinci kez kazanmıştır. Kitaptaki on bir öykü, Meşrutiyet sonrası Balkanlarda ortaya çıkan sosyo-kültürel değişimi politik gelişmelere paralel biçimde aktarmaktadır. Cumalı’nın üç kitap olarak tasarladığı ve Balkan izlenimleriyle şekillenen öyküler, bu kitapla sınırlı kalmış, yazar dokuz öyküden oluşan ikinci kitap ve roman türündeki üçüncü kitap planını hayata geçirememiştir.[1]

Necati Cumalı’nın eserlerinde ön plana çıkan toplumsal sorunlar ve arka planındaki politik karmaşa Makedonya 1900’deki öykülerde de karşımıza çıkmaktadır. Balkanlardaki çok kültürlülük, farklı inanç ve milletten insanın birbiriyle olan uyumlu yaşayışının dünyadaki ve Osmanlı’daki gelişmelerden olumsuz etkilenişi öykülerde ele alınan temel meseledir. İktidar mücadelesinin günlük hayata yansımaları ve insani boyutları Balkan coğrafyasının kültürel ve mimari dokusuyla bütünleştirilerek kurgulanmış, cumhuriyetle birlikte yaşanan nüfus hareketliliğinin bir kuşağı nasıl etkilediği betimlenmiştir.  “Öykülerim manastır ile Selanik arasındaki üç yüz kilometrelik bir çizginin yakınlarında geçiyor.” (s. 164) diyen Cumalı öykülerinde Balkanları panoramik bir bütünlükle ele almıştır. Evimiz, Babam, Dayım, Dila Hanım, Uçak, Korku, Mavi Tencere, Bazen Bir Savcı öyküleri, Mustafa adlı Florinalı Müslüman bir gencin hayatının farklı dönemlerini Makedonya’daki gelişmeler üzerinden ele almaktadır. Çocukluk, ilk gençlik ve yetişkinlik dönemlerindeki gözlemleri, ailesi, komşuluk ilişkileri ve Balkanlardaki milliyetçi isyanlar karşısındaki duruşunun aktarıldığı bu öyküler, Necati Cumalı’nın anne ve babasından dinlediği Balkan anılarından yola çıkılarak kurgulanmıştır.[2] Zole Kaptan’ın Ölümü ve Kurt Kanunu, Saadettin adlı gencin intikamını işlerken Arif Kaptan ile Oğlu ise müstakil bir öyküdür.

İlk öykü olan Evimiz, betimlemeler üzerine kuruludur. Mustafa, Florina’yı ve Florina’da dere kıyısındaki evi, mevsimlerdeki farklılıklara göre oluşan manzaraları yaşadıkları yerin kültürüne dair detaylarla birlikte aktarır. Dağınık bir görünüme sahip Çingene evleri, biraz ötesindeki Müslüman mahallesi ve dükkânların bulunduğu Rum mahallesi, Florina’nın coğrafi şartlarıyla birlikte anlatılır. Mustafa’nın kendi evini, Müslüman mahallesinin bittiği Rum mahallesinin başladığı yer olarak tarif etmesi diğer öykülerde karşımıza çıkacak olan kültürler arası dostluğun önemine işaret etmektedir. Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki bu dostluğu Mustafa’nın arkadaşlarıyla olan ilişkisinde görmek mümkünken ailesinin komşuluk ilişkilerinde de görmek mümkündür.

Mimarî yapılar üzerinden kültürel farklılıkların aktarılması bu öyküde özellikle dikkat çekmekte, Müslüman evlerinin bağdadi yapılardan Rum evlerinin ise iki üç katlı taş yapılardan oluşması kimliklerin mimariye etkisini gösterir. 

“Rum evleri çoğunlukla iki bazen de üç katlı taş yapılardı, ikinci katta, sokağa bakan demir parmaklıklı mermer döşeli balkonları vardı. Dökme ile çubuk demirden nakışlarla süslü demir kasnaklı kapıları, demir çerçeveli kalın saçtan pencere pancurları yağlıboya ile boyalıydı. Boyaları sık sık yenilenirdi. Balkonlarında, pencere içlerinde çeşitli çiçek saksıları diziliydi.” (s.4)

Mustafa, mahalleye ve eve dair detaylı betimlemelerin yerini ailesine dair betimlemeler aldığında evin bir gizemi perdelediğini fark eder. Babasının, subay arkadaşlarıyla olan yakınlığının ve evin selamlık bölümünde herkesten gizli buluşmalarının gerekçesini öğrenme çabası sonuç verir. İttihat ve Terakki’ye bağlılığını bildiren baba İbrahim Efendi’nin bu tutumunu on bir yaşında bir çocukken şaşkınlıkla karşılayan Mustafa, öğrendiği sırla birlikte büyüdüğünü fark eder. Bir otorite figürü olan baba, korkunun yanı sıra hayranlık da uyandırmaktadır artık. Babasının da içinde bulunduğu mücadele, hürriyetin ilanında etkili olmuştur. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle babası örgütten uzaklaşmış, eskiden olduğu gibi Kur’an okuduğu, kendi halinde çalışmalarını yürüttüğü sakin hayatına dönmeyi tercih etmiştir. “Ondan sonraki geceler yine eskiden olduğu gibi erkenden evdeydi. İşi bitmiş sayıyordu kendini. Törenlerde, şenliklerde görünmedi. Parti çekişmelerine karışmadı.” (s.10) Böylece hikâyeye konu olan evin selamlık kısmı örgüt toplantılarının yapıldığı günleri geride bırakarak tekrar kiraya verilir.

Mustafa’nın babasıyla ilişkisi ikinci öykü Babam’da daha detaylı anlatılır. Mustafa ve babası görünüşte birbirlerine benzeseler de farklı karakterlere sahiptir. Geleneksel bir baba modeli olan İbrahim Efendi, inançlı, kendisini yetiştirmiş, görgülü bir Müslüman’dır. Mütevazi bir hayat süren babanın aksine oğul Mustafa gösterişi seven, savruk bir adamdır. “Ben ne kadar dar canlı, aceleci, müsrifsem, babam aksine o kadar sabırlı, kanaatkâr, tutumlu bir adamdı. Başladığı işte diretir, bir dediğinden bir daha dönmezdi.” (s.12) Yaşadığı dönem ve coğrafyanın İbrahim Efendi üstünde belirleyici olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Namık Kemal’den haberdar olan İbrahim Efendi’nin Osmanlıcılık fikir akımını desteklediğini, Mustafa’nın ifadeleri ortaya koyar: “Kendilerini her yaptıklarında haklı görürlerdi. Onlara kalırsa Osmanlılar her ne yaparsa yapsın haklıydılar.” (s.12-13)

Bir baba olarak çocuklarıyla ilgili olan İbrahim Efendi, Mustafa’yla anlaşamıyor olsa da sevdiği işi yapması için onu desteklemiş, babasının işini sürdürmesi konusunda ısrarcı olmamıştır. Eğitim alabilsin diye oğlunu İstanbul’a yollamış, Mustafa’nın tahsilini ve noterde başladığı işini bırakmasıyla araları daha çok açılmıştır. Evi terk eden Mustafa, uzun bir süre bir işte dikiş tutturamamış, aşar mültezimi olmuştur. Kazancının bolluğunu göstermek arzusuyla eve dönen Mustafa, babasının ilgisizliğiyle karşılaşmış; kazancıyla kabul görmemiştir. “Acıma, bağışlama nedir bilmezdi. Ya da dışına vurmazdı. O yumuşamaz yanıyla ezerdi insanı.” (s.15) Babanın bu tutumu Mustafa’nın askere çağrılmasıyla son bulmuştur.

İbrahim Efendi, kendi işinde gücünde bir adamdır. Oğlu Mustafa’yla yaşadığı çatışma kuşak çatışması olarak da değerlendirilebilir. İbrahim Efendi, Osmanlı kültürünü temsil ederken Mustafa, Batı kültürünün etkisindeki gençleri temsil etmektedir. Bu farklılık, Mustafa’nın gençlik bunalımıyla birleştiğinde, babasıyla arasındaki çatışma şiddetlenmiştir.

İbrahim Efendi, evdeki otoritenin temsilidir. Karısı, kızları ve Mustafa’nın eşi İbrahim Efendi’nin himayesindedir. Erkek çocuklarının babayla yaşadığı çatışma, evdeki iktidar çekişmesinin varlığını ortaya koyarken Mustafa’nın ailesindeki yapının ataerkil etkiler taşıdığı net biçimde okunmaktadır.

“O bağdaş kurarak başköşede otururdu. Küçükken beni sağına küçük kız kardeşim Meryem’i soluna alırdı. Karşısında annem ile benim küçüğüm Huriye otururlardı. Evlenmemden sonra sağına karımı oturttu. (…) O yemeğe başlamadan içimizden biri yanılıp da yemeğe uzanacak olursa, hiç acımadan kaşığının tersini uzanan elin sırtına indirirdi.” (s.16)

Mustafa, çocukluk yıllarındaki siyasi karmaşayı ve babasının tutumunu yetişkinlik yıllarında anlamlandırmaya başlar. Osmanlı’nın Balkanlardaki kayıplarıyla birlikte topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların köklerinden kopması İbrahim Efendi üzerinden aktarılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte yaşanan mübadele, Florina’yı geride bırakmak, İbrahim Efendi’nin kabul etmekte zorlandığı bir değişimdir.

Cumalı, savaşın ve iç karışıklığın halk üzerinde yarattığı etkiyi bir kutuplaşma olarak ele almayı tercih etmemiştir. Eserini insani duyguların, maneviyatın, kardeşlik bağlarının hırpalandığı gerçeğini gösterebilmek amacıyla yazmış, eserde iktidar hırsının ve çıkar mücadelesinin farklı milletler arası dostluğu baltalamaya çalışması, yüzlerce yıllık bütünleşmenin verdiği güveni sarsması her şeye rağmen insanların birbirine tutunmaktan vazgeçmemesi resmedilmiştir. Masa başında belirlenen sınırların insanların kurduğu bağları koparması ve farklılıklarının vurgulanmasıyla düşmanlaştırılmasını eleştirmiştir. İbrahim Efendi ve diğer Balkan Türklerinin mücadelesi zaferi getirse de yaşadıkları topraklardan kopmalarını engelleyememiştir. “Benim yerim Florina, diyordu. Ölülerimi kimsesiz bırakamam! Toprağımı bırakamam! Siz gidin, bindirin beni trene, Florina’ya geri döneyim, Florina’da öleyim…” (s.19)

Dayım öyküsünde, evde babanın varlığından ötürü çocukluğunu dilediğince yaşayamayan Mustafa ve kardeşlerinin kış akşamlarını beklemeye değer kılan bir misafiri, dayıları Rıza Bey’i bekleyişleri anlatılmıştır. “Ne oyun, ne şaka, ne de en küçük bir gürültü. Günün ceza, işkence bölümü başlardı bizim için. Odada yerlerimiz belliydi. Yatacağımız saate kadar, sobanın az gerisinde, diz üstü oturur kalırdık.” (s.22)

Akşam yemeklerinden sonra çocuklar, soğumuş olan evdeki tek sıcak odada -babalarının Kur’an okuduğu ve çalıştığı odada- sessizce, İbrahim Efendi’yi rahatsız etmeden oturmak zorundadır. Bu sıkıcı bekleyiş Florina’ya gelen trenle umuda dönüşmekte ve sokağa girerek evin önünde duran faytonla ortadan kalkmaktadır. Dayılarının gelişini büyük bir heyecan ve sevinçle karşılayan çocukların özgürce davranabildikleri bu akşamlarda İbrahim Efendi, çalışmasını bir kenara bırakır: “Babam, ne güler, ne kızar, öyle karşıdan bakardı sevincimize. Galiba bir dayıma davranırdı bu kadar hoşgörüyle.” (s.24) Mustafa ve kardeşi Huriye’yi kucağında uyutan dayı Rıza Bey’in İbrahim Efendi ile Balkanlarda yaşanan mücadele üzerine konuşmaları öykülerde ele alınan tarihsel arka planın bütünlüğünü ortaya koymaktadır. Ertesi sabah çocuklar uyanmadan gitmiş olan dayının bir sonraki gelişi sabırsızlıkla beklenmekte, akşamları duyulan tren ve fayton sesi çocuklarda heyecan yaratmayı sürdürmektedir.

Dördüncü öykü olan Dila Hanım, Mustafa ve ailesini anlatan öykü zincirinin akışı içinde yer alan bir öyküdür. Makedonya’daki toprağa hâkim olma mücadelesinin kan dökülerek sonuçlanmasını anlatan öykü, kocası öldürülen Dila Hanım’ın intikam alma arzusunu, bu arzunun içinden çıkamadığı bir aşka dönüşmesini işler. İyi bir silah atışçısı olan Rıza Bey’in Dila Hanım’ın kocasını öldürdüğü, düşünülmektedir.

“Beyi kimin vurduğu açıkça bilinmiyordu. Daha ölüyü yaylaya taşırlarken Rıza Beyin vurduğu söylenmeye başlandı. Düpedüz yakıştırmaydı bu. Beylerini vuranın bey olmasını uygun görmüşlerdi. Rıza Bey namlı atıcılardandı. Bir kez adı geçtikten sonra, gerçek suçluyu araştırmalarını önleyen bir direnme duygusuna kapıldılar. Beylerini Rıza Bey’in vurduğuna inanıp, kabullendiler.” (s.29)

Bu öyküdeki Rıza Bey, Mustafa’nın dayısı Rıza Bey’dir. Dila Hanım’ın kâhyasının Rıza Bey’i takip ettiği yerler arasında Florina’daki kız kardeşi, eniştesi ve yeğenlerinden söz edilmektedir. Kâhyasını Rıza Bey’i yakalaması için görevlendiren Dila Hanım, beklediği sonucu alamayınca Rıza Bey’in peşine bizzat kendisi düşer. Ata binen ve silah kullanan Dila Hanım’ın erkeksi giyimi onun kadın olduğunu saklar. Handa dinlendikleri sırada karşılaştığı bir adamın bakışlarından etkilenen Dila Hanım, bu adamın Rıza Bey olmasından kuşkulansa da kim olduğunu öğrenemez. Dila Hanım aylar süren bekleyişe rağmen Rıza Bey’i göremez ve Goriçka’daki konağına giderek intikam almaya karar verir. Kâhyasının oğlu gibi davranan Dila Hanım, handa gördüğü adamın Rıza Bey olduğunu öğrenir. Konakta kaldıkları o gece Rıza Bey, Dila Hanım’ın odasına gelir ve handa karşılaştıkları günden beri onun erkek olmadığını anladığından söz ederek duygularını açıklar ve duygularına karşılık bulduğunu işitir. Fakat Dila Hanım’ın intikam ve aşk duyguları arasında çıkmaza düşmesi, intihar etmesine neden olur.

Necati Cumalı Hayatı, Edebi Kişiliği ve Başlıca Eserlerinin Özetleri

Bir başka öykü Zole Kaptan’ın Ölümü’dür. Bulgar komitecilerinin lideri olan Zole Kaptan, Meşrutiyetin ilanı sonrasındaki Makedonya’da yaşanan gerilimin başaktörlerini temsil eder. Makedonya topraklarını sahiplenerek yaşayan başka halklara korku salan komitecilerin varlığı Zole Kaptan aracılığıyla verilir. Meşrutiyet ve beraberinde gelen afla, dağdan inen komiteciler güçlerini kabul ettirme uğraşı vermektedir. Osmanlı subaylarının engelleyemediği girişimlerde bulunan Zole Kaptan ve adamları, korku salabilmek adına kendilerine kimi kurbanlar seçmekte ve herkesin gözü önünde onları cezalandırarak bölgedeki otoritesini güçlendirmektedir. Bu kurbanlardan biri de Sadettin’in babasıdır. Neveska’da yaşayan ve Zole Kaptan’ın öncülük ettiği çete tarafından evi ve hayvanları yakılan Sadettin’in babası, ifadesinde çeteye yardımcı olan papazı şikâyet etmiştir. Papaz tutuklanmış, Zole Kaptan ve çetesinin peşine düşülmüş, adamlarından beşi çıkan çatışmada öldürülmüştür. Olaydan bir ay sonra Sadettin’in babası Zole Kaptan ve çetesi tarafından kasaba meydanında öldürülür.

Florina karakolundaki Yüzbaşı Aziz Bey’in afla birlikte Zole Kaptan ve adamlarının rahatlığı karşısında duyduğu rahatsızlık Zole Kaptan’ı ortadan kaldırma planları yapmasına neden olur. Bu arzusunu hayata geçirecek en uygun kişi Sadettin’dir. Babası çocukken gözleri önünde Zole Kaptan tarafından öldürülen Sadettin, af sonrası yaşananlar karşısında öfke duymaktadır. Aziz Bey, iyi bir avcı olan Sadettin’i babasının intikamını almak için cesaretlendirir. Kasaba meydanını rahatlıkla hedef alabilmesi için Sadettin’in karakolu kullanmasına izin veren Aziz Bey, amacına ulaşır. Sadettin babasının intikamını alırken Aziz Bey, Zole Kaptan’ı ortadan kaldırır.

Bu öyküde Bulgar komitecilerin, Türk ve Rumlar üstündeki baskıcı tutumunun İttihat ve Terakki yönetimi tarafından görmezden gelinmesi eleştirilmiştir. Makedonya’daki halkın kaderine terk edilmesi, iktidarı ele geçirdikten sonra verilen sözlerin unutulmasına yöneltilen tepkiler, halkın kendi adaletini sağlamaya itildiğini de ortaya koymaktadır. 

“Binbaşı Enver Bey, daha öbür arkadaşları, İstanbul’da yüksek koltuklara yerleşince ne çabuk unutmuşlardı Makedonya dağlarında komiteciler ardında koştukları günleri? Selanik’te, banka soyan, limanın ortasında o koskoca Fransız gemisi Guadelgivir’i batıran, tiyatroyu, Osmanlı bankasını uçuran, Batı Trakya’da güvenliklerinden Osmanlı devletinin sorumlu olduğu yabancı uyruklu, Fransız mühendislerini, İngiliz rahibelerini kaçıran, sonra bütün bu işledikleri suçların ceremesine karşılık, Osmanlı devletinin binlerce altın tazminat ödemesine yol açan bu adamlar değil miydi? 1903’te kanlı İlya günü, Makedonya’nın yüzlerce köyünde kasabasında hep birden çıkarılan yangınların, öldürülen erkeklerin, ırzına geçilen kadınların kızların hesabı niye sorulmuyordu?” (s.67)

Devam öyküsü olan Kurt Kanı’nda Sadettin’in Zole Kaptan’ı öldürdükten sonra kaçak olarak yaşaması, Bulgar komitecilerinin Müslüman köylerindeki yıkımını önlemek ve öldürülenlerin intikamını almak için mücadele edişi anlatılır. Sadettin’in tek başına verdiği mücadelelerdeki cesareti bir gün yerini tedirginliğe bırakacaktır. Avlandığı bir gün yolculuk yapan bir aileye denk gelen Sadettin, bu ailenin kızına âşık olur. Zole Kaptan’nın adamları da aradıkları Sadettin’e böylece ulaşmayı başarır. Adem Efendi ve kızı Zehra’yı bulan Sadettin, babayı evlilik için ikna etmeye çalışır. Adem Efendi’nin evliliğe gönlü yoktur, fakat Sadettin’den korktuğu için bir şey söylemez. Adem Efendi, Sadettin’in kaçak oluşunu fırsat bilerek onu karakola bildirse de beklediği karşılığı bulamaz. Son çareyi evini terk ederek Manastır’a kaçmakta bulur. Sadettin’in izini bulan Zole’nin adamları yolda pusuya yatar ve Manastır’a giden ailenin peşine düşen Sadettin’i bu pusuda öldürürler.

“Sağını solunu hiç kollamadan sürüyordu atını. Belli ki önden geçen arabaya yetişmekten başka hiçbir şey yoktu aklında. Pusuya yüz adım kaldığı yerde, kayaların arasından uzanan yedi mavzer birden patladı.” (s.98)

Dila Hanım’daki intikam duygusunun aşka dönüşmesiyle Sadettin’in intikam duygusunun aşka dönüşmesi benzer şekilde sonuçlanmıştır.

Uçak öyküsünde Mustafa’nın, babası İbrahim Efendi tarafından İstanbul’a okumak için gönderilmesi ve bu durumun Florina’daki Müslümanlar tarafından tepki çekmesi anlatılır. Makedonya Müslümanlarının çocuklarının okutulmasına karşı olması, İstanbul’a giden gençlerin yaşadıkları kasabada iç huzuru bozacağına inanmaları aktarılmaktadır.

“Onlara kalırsa, kızlara hocaya giderek Kur’anı hatmedecek, erkeklere kasabadaki Rüştiyeyi biterecek kadar öğrenim yeterdi. Fazlası zarardı. Öğrenim çocukları baba ocağından, kasabadan koparırdı. Ayrılık kapısıydı. Okuyan çocuk baba ocağına hayretmezdi sonunda. Aylığa geçer, ordan oraya göçer durur, bir yere yerleşemezdi.” (s.99)

Mustafa’nın İstanbul’dan döndükten sonra yaşadıklarını ve gördüğü ilginç şeyleri arkadaşlarına anlatması dedikodu meselesi haline gelir. Anlatılanlardan rahatsızlık duyan mahalle sakinlerinin Mustafa’yı sıkıştırması ve ilk kez gördüğü uçaktan söz etmesi tepki görmesine neden olur. Uçağı tasvir etmeye çalışan Mustafa yalan söylediği, söylediklerinin bir Müslümana yakışmadığı, anlattığı şeyin Kur’an’ da yer almadığı ithamlarına maruz kalır. Nitekim yaşananlardan üç ay sonra başlayan Balkan Savaşı’nda Yunan uçakları Florina demir yolunu bombalayacaktır.

Doktor, eczacı gibi tahsil sahibi insanların Rumlardan çıkması, Müslümanların ise okumaya yalnızca topraksız kimselerin gönderilebileceğine olan inancı ve İstanbul’a okumaya gidenleri ayıplaması yaşanan politik gelişmelerdeki ağır kayıpları özetleyen bir yaklaşımdır. Balkanlarda kaybedilen topraklar, mülk sahibi olmanın Müslüman köylülerin çaresizliğini çözmek konusunda yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. Necati Cumalı, Müslümanların yalnızca Kur’an okuyarak kendilerine yetebilecekleri inancının yanlışlığını Balkanların kaybı üstünden ele almıştır.

“Aradan üç ay geçti. Balkan Savaşı çıktı. Kasım ayında iki Yunan uçağı göründü Florina’nın üstünde. Demiryolunu bombalayıp uzaklaştılar. Patlamalar kasabadan duyuldu.” (s.103)

Necati Cumalı Edebiyatı her öğrenen anlayanın yazması gerekmez

Korku öyküsü Mustafa’nın aşar mültezimi olduğu sırada yaşanan iç savaşın Balkanlardaki huzur ve güven ortamını nasıl ortadan kaldırdığını betimlemektedir. Mustafa ve Rum arkadaşlarıyla olan ilişkisi, samimiyet ve güven üzerine kurulur. Florina’dan işi gereği ayrılan ve çevre kasabaları gezen Mustafa’nın dostu Aristidakis’in çeteciler tarafından öldürüldüğünü öğrenmesi, Soroviç’e giderken Rum dostu Dimitri’de konaklaması, sonrasında Zaharias tarafından ağırlanması ve Zaharias’ın yanında eğlenirken Fikriye adında genç bir kadından etkilenmesi, ölümlere rağmen Makedonya’da hayatın devam ettiğini gösterir. Eğlenceyi ve Fikriye’yi geride bırakan Mustafa ve Kâhyası Yasin tekrar Soroviç’e doğru yola koyulurlar. Yol boyunca at üstünde Fikriye’nin yüzünü hayal eden Mustafa, sabaha karşı alacakaranlıkla birlikte silahlı bir grupla karşılaşır. Geride bıraktığı gecenin sarhoşluğundan sıyrılan Mustafa ve Yasin bu silahlı adamlar karşısında ne yapmaları gerektiğini bilememenin verdiği tedirginliği dizginlemeye çalışırlar. Söyledikleri türkülerden Hristiyan olduğu anlaşılan adamlar karşısında bir plan yapma gereği duyarlar. Yaya gelen Yunanlı grubun yanından sakince selamlaşıp geçen Mustafa ve Yasin, birini aradıkları belli olan askerleri geride bıraksalar da arkalarını kontrol etmekten geri durmazlar.

“Dönüp baktım. Nasıl karşılaşmışsak yine öyle, tüfekleri omuzlarında çapraz, uzaklaşıyorlardı; adımları hafif hafif tozutuyordu ayakları altındaki toprak yolu. Kiminin sağ kiminin sol elinin parmakları arasında yanan cigaraları vardı şimdi. Karşılaştığımızı unutmuş gibiydiler. Yasin’e döndüm. Omuz silkti. Beş on adım sonra, kendimi tutamadım bir daha geriye baktım. Bu kez çavuş da geriye baktı. Güldü. Parmakları arasında cigarasıyla el salladı bana. Ben de el salladım gülerek… Bir akşam önce, ahırda atımı eğerlerken duyduğum sevinç bir yerlerden koşup gelir gibiydi.” (s.115)

Öyküyü özetleyen şu satırlar Mustafa’nın hissettiklerini aynı toprağı paylaşan bütün insanların hissettiği gerçeğine ulaşmamızı sağlar: “Korkmuştum, korkmakta da haklıydım. Daha iki yıl olmamıştı Balkan Savaşı sona ereli. Az cana kıyılmamış, az kurban verilmemişti bu yerlerde. Bu ayak bastığımız, üstünde at sürdüğümüz topraklar kim bilir kaç gencin kanını emmişti.” (s.115) Yüzyıllardır bir arada yaşamış insanların farklı otoritelerin etkisi altına girerek bölünmesi ve bu otoritelerin çıkar hesaplarına kurban edilmesinin aktarıldığı öykülerde korkunun insani bir duygu olduğu ve güven duygusunun yittiği yerde nasıl hızla büyüdüğü ele alınmıştır.

Mavi Tencere öyküsü Mustafa ve ailesinin Müslümanlara yönelik saldırılardan korunmak için evlerini geçici bir süre terk etmelerini anlatır. Öykünün arka planını Bulgar kralı ve başbakanı Venizelos arasındaki çekişmenin halk üzerinden yaşandığı dönem, oluşturur. Dayı Rıza Bey’in ısrar sonucu Goriçka’ya kaçma hazırlığı yapan aile, geçici süreliğine planlanan bu ayrılıkta yanlarına birkaç eşya alır, anne ziynet eşyalarını mavi bir tencereye koyar, bu tencereyi ise bahçedeki gübre yığınının içine saklar. Evi terk ettikten sonra şiddetli bir yağmurun gübreyi eritmesiyle mavi tencere açığa çıkar. Bu durum, meraklı komşular Fırıncı Vasil’in ve Pastacı Panayot Margariti’nin dikkatini çeker. Tencerede ne olduğun öğrenme çabaları birbirlerine takip ettiklerinden ötürü sonuçsuz kalır. Ailenin Florina’ya dönmesiyle tencerede ne olduğunu öğrenirler.

Arif Kaptan ile Oğlu öyküsünde iki Yunan askerinin ölümünden sorumlu tutulan ve ölüm cezasına çarptırılan Arif Kaptan ve oğlunun kaçış hikâyesi anlatılır. Kendi halinde yoksul bir köylü olan Arif Kaptan, Balkanlarda yaşanan iç karışıklıklardaki kurbanlardan biridir. Yunanlıların yenilgiye uğratılmasıyla öfkelerini Kaylar’a bağlı köylerdeki insanlardan çıkarmaları Arif Kaptan’ın mağduriyetine sebep olur. Karısı, kızı ve iki tayını evine düşen top mermisiyle kaybeden Arif Kaptan, karşısına çıkan Yunan birliklerine saldırır. Bu sırada iki Yunan askeri ölür. Dağda kaçak hayatı sürerek saklanan baba ve oğul birkaç yıl sonra yakalanır ve yargılanır. Aradan geçen birkaç yıl boyunca Balkanlardaki iç karışıklıklar şiddetini daha da artırmış, Venizelos ve kral yanlıları birbirine düşmüş, Sırplar ve Yunanlılar Bulgarlarla savaşa girmiştir. Baba ve oğul, bunca kanlı olayın sonrasında bir af çıkacağı umuduyla rahat davranmış ve yakalanmıştır. Yargıcın sorgusunda Arif Kaptan’ın verebileceği tek cevap savaş olur. “Savaştı olan! Genç yaşlı, kadın çocuk demeden üç bin kişiyi öldürenleri niçin öldürdünüz? diye yargılayan yoktu. Kendileri de savaşmışlardı. Yargılanmamaları gerekirdi.” (s.128) Asker olmadıkları gerekçesiyle ölümle cezalandırılan Arif Kaptan ve oğlu İsmail’in içinde bulunduğu durum, savaşın en çok sivillerin hayatını etkilediği gerçeğidir. Savaşın içinde yaşamaya mahkûm edilen insanların kayıpları karşısında öfke duyma, kendilerini koruma hakkının olmaması, fakat asker olan herkesin öldürme yetkisinin bulunması yalnızca iktidar sahiplerine söz hakkı tanındığını ortaya koyar.

Asılmak üzere iki Yunan askeriyle yola çıkan Arif Kaptan ve oğlu İsmail, Kaylar’a kadar trenle yolculuk yapar, Kaylar’dan Cuma’ya kadar ise yürüyerek ulaşmaya çalışırlar. Yolda gördükleri bir çeşmenin yanında akşam serinliğini beklerken uyuduklarında Arif Kaptan ve oğlu İsmail, askerlerin uyumalarından faydalanarak tüfeklerini ele geçirirler. Durumu fark eden askerler Leonidas ve Andrea’dan kelepçeyi açmalarını isterler. Amaçlarına ulaşan Arif Kaptan ve oğlu askerlere zarar vermeden uzaklaşır, Arnavutluk ve İtalya üstünden İzmir’e geçerek orada yaşamlarını sürdürürler.

Son öykü olan Bazen Bir Savcı’da da savaşın tüm acımasızlığına ve kutuplaşmayı dayatmasına rağmen Balkan halklarının bağlarının ne denli güçlü olduğu ortaya konmuştur. Biçilen sınırlar ve yapılan tanımların ötesinde yalnızca insanlığın esas alındığı bu ilişkilerde Mustafa ve ailesinin Müslüman olduğundan ötürü zarar görme endişesi taşıyan Rum dostu Terzi Arsenios tarafından uyarıldığı görülür. Peki kimdir Terzi Arsenios?

“Florinada herkes yalnız Terzi Arsenios olarak tanırdı onu. Rum olduğunu, Ortodoks olduğunu hiç düşünmeden, hatırlamadan girer çıkardık dükkânına. O da yalnız Terzi Arsenios olarak karşılardı bütün tanıdıklarını. Onun içindir ki her ulustan Balkanlılar kavgasız gürültüsüz bir araya gelirdik onun dükkânında. Daha doğrusu, dini dili ne olursa olsun, Ortodoks, Müslüman, Rum, Bulgar, Sırp, Ulah, Arnavut, Türk, bir arada kavgasız gürültüsüz yaşamak isteyen Balkanlıların uğrağıydı onun dükkânı.” (s. 144)

Necati Cumalı: Kendini Yiyen| Haberler

Evrensel değerlere bağlı biri olan Arsenios, savaşta kendisine bir taraf seçmez. Tarafsız olmayı ve savaşın karşısında durmayı tercih etmektedir. Müslümanlara saldırılacağı ve karışıklık çıkarılacağı söylentisi Mustafa ve ailesini gergin bir bekleyiş içine sürükler. Mustafa, eve kapandıkları bu bekleyişi gururuna yediremese de mantıklı bir davranış olduğuna kanaat getirir. Balkanlarda yaşanan değişim, Osmanlının gücünü kaybettiği gerçeği bir Müslüman olarak Mustafa’nın hazmetmekte zorlandığı bir gerçektir. Uzun süren bekleyişe rağmen bir taşkınlık yaşanmaz. Komşuları Vasil ve Panayot’un Mustafa’ya seslenmesiyle yaşananları öğrenirler. Adamlarını toplayıp silahlandıran Venizelosçuların saldırma girişimi savcı tarafından engellenir.

“Acılar, acı ile dindirilmez, demiş. Savaş Batı Anadolu’da başladı, Batı Anadolu’da bitti. Burası savaş alanı değil, memleketimizin bir parçası. Ben de bu kentin savcısıyım. Hristiyan, Müslüman hepiniz memleketin kanunları önünde eşitsiniz. Ben bu kanunları uygulamakla sorumluyum. Sizin Türk diye, Müslüman diye evlerini yakmak, öldürmek istediğiniz hemşerileriniz, yıllardır bu kentte birlikte yaşadığınız, her gün selâmlaştığınız insanlar. Komşularınız, çocukluk arkadaşlarınız! Savaşın acısıyla, öfkesiyle, onlara karşı yarın pişman olacağınız, akıllarda yüzünüzün karası olarak kalacak çirkin saldırılara, kanunsuz davranışlara kalkışmamalısınız.” (s. 161)

Savcının dile getirdiği gerçek, Cumalı’nın öykülerinde üstüne düşünmemizi istediği gerçeklerin ta kendisidir. Balkanlarda yaşananlardan yola çıkan Cumalı, ayrıştırıcı söylem ve tutumu eleştirmiştir. Toplumun, sağduyulu olması, her türlü kışkırtmadan uzak düşünebilmesi, yönlendirmelere kapalı bireylerden oluşması gerektiği öykülerde vurgulanır. Bulgar komitecilerinin ve Müslümanların kimi durumlar karşısındaki bağnaz tavrının karşısında, okumuş Rumların savaşta tarafsızlığı ilke edinmesi, ilişkilerde insani değerlere önem verdiği vurgulanır.

Bu öykülerde, günlük hayatın rutini içindeki ilişkilere savaşın gölgesinin düşmesiyle yaşanan değişimler anlatılmıştır. Makedonya 1900’deki öykülerde ele alınan gerçeklik, savaşla sınanan bütün toplumlara ayna tutmakta ve barış gibi evrensel değerlerin tek çıkar yol olduğunu hatırlatmaktadır.


[1] Necati Cumalı, Makedonya 1900-pdf, Cumhuriyet Kitapları, s. 163. (Erişim adresi: https://turuz.com/book/title/Makedonya-1900-Necati+Cumali-166s )

[2] A.g.e., s.163