.

Sait Faik Hikâye Armağanı: “Foto Sabah Resimleri”

foto-sabah-resımlerı-ayse-kulın

Bilge Sönmez

Ayşe Kulin tarafından kaleme alınan Foto Sabah Resimleri, 1995 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’ne ve 1997 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na lâyık görülmüştür. Ödülü belirleyen jüri üyeleri o yıl Fethi Naci (Başkan), Hilmi Yavuz, Prof. Dr. Şara Sayın, Tarık Dursun K., Füsun Akatlı, Ferit Edgü, Umur Çekli (Darüşşafaka Cemiyeti Temsilcisi) idi[1].  Kitap, 10 kısa öyküden oluşmaktadır. Öyküler sırasıyla şunlardır: “Foto Sabah Resimleri”, “Taş Duvardır Benim Sevdam”, “Duruşma”, “İnce Bir Hünerdir Hüzünle Yaşamak”, “Unutmak”, “Umut”, “Çaya Gelen Konuk”, “Gülizar”, “Sadece 1457 Kupona”, “Adil Düzen”.

Ayşe Kulin, öykülerinde genel itibarıyla bu coğrafyada kadın olmanın getiregeldiği olumsuz durumları işlemiş, aynı zamanda haksızlığa uğrayan insanlardan bahsetmiştir.

Kitaba ismini veren ilk öykü “Foto Sabah Resimleri”; “Piyano”, “Gece Hayalleri” ve “Mortis” olmak üzere üç alt başlıktan oluşur.

“Piyano”da hikâye üçüncü kişi tarafından anlatılır. Beyazıt’taki deniz gören bir konaktan -eşini kaybetmesi sebebiyle- Nişantaşı’nda bir apartman dairesine geçen, oradan da artan enflasyon sebebiyle kızının çatı katında yaşamaya başlayan anneanne, tüm bunları uzun yıllar dostluk yaptığı piyanosuyla yaşar. Türkiye’de modernleşme ile birlikte değişen kent yaşamıyla, anneannenin yaşadığı ev tipleri de değişmiş, eşyalar ile anneanne arasında bir bağ kurulmuştur. “Anneannenin ve piyanonun kaderleri ne kadar da benzeşiyordu. Anneannenin feri kaçmasına rağmen, rengini ve kirpiklerini hâlâ koruyan gözlerine karşılık, piyanonun da solmuş ve eprimiş mor kadifeden şamdanlıkları vardı.” (sf. 9-10)

80 yıllık bir süreci kapsayan bu bölümde Nişantaşı yaşamından söz edilir, dönemin görece zenginlerinin eğlence anlayışı ortaya konur. Beyoğlu’nun mekanları, Ada günleri ve piyano bu yaşamın büyük parçalarıdır. Nişantaşı’ndaki apartman dairesini dava sonucu kaybettiklerinde ise, eve antikacılar gelir ve eşyalar elden çıkarılır; kaçınılmaz son gerçekleşmiş, geçmişle özdeşleşen tüm eşyalar yok olmuştur. Bu bölüm, anneanne ile torunu Emine’nin boş evden çıkana kadarki geçen süreyle çerçevelenmiş, hikâye içerisinde geriye dönüşlerle olay örgüsü kurulmuştur.

“Gece Hayalleri” başlığı altındaki ikinci bölüm, anneannenin yeni evine taşınmasıyla başlar. Burada artık sadece geçmişi düşünmek mümkündür. Anneannenin diğer aile bireyleriyle bağları yavaş yavaş azalmış, sosyal hayatı (kapıcı, manav ve bakkalla olan iletişimi) bitmiştir. Hikâye buradan sonra, yaşlı bir kadının ailesi tarafından yalnızlaştırılması ve insanların onu duygularından azade bir canlı olarak görmeleriyle devam eder. Anneanne, böylesine yalnız kaldığı bir evde ancak geçmişle bağ kurarak duygularını ve heyecanlarını tekrar yeşertir. Duvarına kocasının üniformalı resimlerini asar. Bu hayal dünyası anlatısında yazar bir dönem daha geriye giderek bu sefer savaş yıllarını ve kocasının dönmesini bekleyen genç kadını anlatır.

“Mortis” bölümü şu dizelerle başlar: “Kapanır bir devrin kadınlarına görkemli bölüm. / Yaz bahçelerinde hoyrat bir rüzgârdır ölüm.” (sf. 18) Bu bölüm, torununun iç dökmesi, günah çıkarmasıdır; hikâye onun ağzından anlatılır. Gençlik ile yaşlılık arasındaki uçurum, hayatın kaosu içinde aile büyüklerine yeterince ilgi gösterememenin ve insanın sahip olduğu en önemli değer olan zamanı bu insanlara verememenin benciliği ve pişmanlığı içten bir biçimde aktarılmıştır. Kuşaklararası zihniyet farkının ne denli farklı olduğunu şu satırlarda görürüz:

“O, beybabasının tüm ısrarlarına karşın, evlenmeyi okumaya tercih etmiş, ömrü boyunca hiç iş görmemiş, çocuğunu dadılara baktırmış, su kaynatmayı bile becerememiştir. Ben, onun ‘üniversiteye evde kalan kızlar gider’ zihniyeti ile mücadele etmiş, hayatı çok genç yaşta göğüslemiş, çocuklarımı kendim büyütmüş, uzun yıllar boyunca çalışmış, iş dönüşlerinde yorgun argın yemeğimi pişirip, bulaşığımı yıkamak zorunda kalmıştım.” (sf. 21)

“Foto Sabah Resimleri”nde kuşaklararası çatışma, yaşlılık hâlleri ve toplumu etkileyen ekonomik olumsuzluklar hikâyenin ana çerçevesini oluşturmuştur.

“Taş Duvardır Benim Sevdam” öyküsünde, bir konakta hizmetçilik yapan Gülbeyaz’ın yaşadığı zorluklar anlatılır. Büyük bir ailenin yaşadığı bu konakta Gülbeyaz herkesin rahatça iş buyurduğu ve azarladığı küçük bir kızdır. Hikâyenin ismindeki taş duvar ise, Gülbeyaz’ın ancak gece uyurken sığabildiği yatağının olduğu yüklüktür. Bir gün rakı içildiği bir akşamın gecesinde, taş duvara dönük yattığı sırada evdeki kim olduğunu görmediği bir erkek tarafından tecavüze uğrayacaktır. Gülbeyaz yaşadığı olayı evin daha eski ve yaşça büyük hizmetçisi Hanife Hanım’a anlatır. Hanife Hanım’ın tepkisi şu olmuştur: “Uyy yavrum uyy. Değişmez kaderimizdir bu bizim. Bir karış boyun var diye sana olmaz sanırdım.” (sf. 33)

Gülbeyaz bir süre sonra tanımadığı düşmanına ayak uydurmaya başlar. Onun yüzünü görmeye çalışmaz. Gece yatağına gelen adam onun düşmanı olmakla birlikte artık beklediği kişi de olmuştur. Hikâyenin bu kısmında, genç bir kızın başına gelen felaketin zamanla kız tarafından kabul edilip romantikleştirilerek anlatılması, tecavüzün hikâyede sürekli ve normal hâle getirilmesi ne o gün için ne de günümüzde kabul görülebilecek bir durum değildir.  

Gülbeyaz’ın hamile olduğu kesinleşince, şereflerini düşünen aile Gülbeyaz’ı sürekli gönderdikleri bakkalın çırağı Hasso’yla evlendirir, çırağı da bakkala ortak ederek Gülbeyaz’ı ve doğacak çocuğunu düşünmüş olurlar. Evlendikten sonra Gülbeyaz ve Hasso arasındaki ilişki de sağlıklı yürümeyecektir.

“Dünyaya horlanmak, itelenmek, yer silip süpürmek, bulaşık yıkamak, dayak yemek ve zevk aldığından dolayı ölesiye utanmak için gelmiş bile olsa, bir insandı o.” (sf. 48)

“Taş Duvardır Benim Sevdam”da, kurban edilen kimsesiz kızların yaşadıkları; aynı zamanda zengin bir konak yaşamı içerisinde, her istediğini elde edebileceğini düşünen erkekler ve onların yanında her söylenene boyun eğen, hatta gerekirse o erkeklerin işledikleri günahları saklamaya çalışan kadınlar anlatılır.

Foto: Everest Yayınları

“Duruşma” adlı hikâye “Yargıç”, “Çocuk”, ve “Anne” olmak üzere üç alt başlıktan oluşur. “Yargıç” bölümü, yargıç Saliha’nın açısından, üçüncü kişi tarafından anlatılır: Saliha, ailesiyle ve kocasıyla sorunları olan, yaşı geçkin bir yargıçtır. Hasta annesinin ilaçlarını almak karşılığında, Avukat Şükran’ın müvekkilini haklı çıkaracak bir karar yazar. Ancak bu karar, çocuğunun velayetini almak isteyen bir anneye atılan iftiradır. Yaptığı kötülüğün farkında olan Saliha, annesinin sağlığını düşünerek vicdanını rahatlatmaya çalışır. Ülkenin sağlık sistemindeki yetersizliklerin bir zincir şeklinde kimleri etkileyebileceği ve başka ne tarz sorunlar oluşturabileceğini anlatan yazar, bu bölümde aynı zamanda yargı sisteminin işleyişine dair de bir eleştiri getirir. Rüşvetle iş yapan insanlar, sistemin bozukluğunu öne sürerek bir şekilde kendilerini haklı çıkarmaktadır.

“Çocuk” başlıklı bölümde, annesi ve babası ayrılan bir çocuğunun her iki evde yaşadıkları ve hisleri yine üçüncü kişi tarafından anlatılır. Bu bölümde, dağılan bir evlilikte aile bireylerinin çocuğa yaklaşımının ne kadar önemli olduğu görülür.

“Birazdan götürüleceği evde annesi yok ama oyuncakları var. Çocuk şu anda tüm oyuncaklarından, kırmızı arabasından bile nefret ediyor. … Bir gün o hâkim teyze en çok kimi sevdiğini sorarsa, hiç kimseyi diyecek.” (sf. 59)

“Anne” başlıklı son bölümde ise öykü, iftiraya uğrayan annenin gözünden tekrar anlatılır. Kadın, kararı veren yargıcı önce adliye binasında, daha sonra evinde görecek kadar kendini mücadeleye adamıştır. Çocuğunu geri alabilmek için birkaç görüşme yapar. Bu görüşmeler sonucunda yargıç Saliha’ya talimat gider; anne, bir telefon görüşmesiyle çocuğuna kavuşacaktır. Hikâye anne ve çocuk için olumlu sonuçlansa da kadın içerisinde çırpındığı sistemin ne denli çürük olduğunun farkındadır.

“Duruşma”, bir annenin mücadelesini, bu mücadeleyi verirken başka annelerle dayanışma içinde olmasını, sağlık ve yargı sistemindeki bozukluk ve eksiklikleri, küçük bir çocuğun ayrılık aşamasındaki psikolojik durumunu içeren; birçok farklı açıdan üzerine düşünülebilecek bir hikâye.

“İnce Bir Hünerdir Hüzünle Yaşamak”, dört kuşak kadının yaşamından bir kesit sunar. Büyükanne, anneanne, kızlar ve torunlar arasındaki konuşmayla başlayan hikâye, bu kadınların hayatlarının iç yüzlerinin anlatılmasıyla devam eder. Hikâyenin ilk kısmı, dördüncü kuşak bir kadın tarafından aktarılır.

“Büyükanne” isimli ikinci kısım, doksan yaşını geçkin büyükannenin ağzından anlatılır. Büyükanne savaşa giden kocasını yıllarca bekler. Büyükannenin kızı Nesime, kocasını 1953’te Çanakkale Boğazı’nda batan Tahtelbahir’de yitirmiştir. Nesime başkasıyla evlenmiş, kızı Esin ise büyükannenin yanında büyümüştür. Esin, kocasını terör kurşunuyla kaybetmiştir. Peyman, Esin’in kızı olduğundan dolayı büyükanne için özeldir. İlk kocası gidip geri gelmeyen Peyman, ikinci evliliğini yapacaktır. Büyükanne, torununun çocuğu Peyman ile ortak bir kaderi paylaşmanın getirdiği bir bağ kurmuştur.

“Peyman” isimli üçüncü bölüm, Peyman’ın gözünden anlatılır. Zeytin ağaçlarıyla başlayan bu bölümde, barışa bir gönderme yapıldığı da düşünülebilir. Peyman’ın kocası İhsan politik sebeplerden dolayı yurt dışına çıkacaktır. Peyman, ailesindeki kadınların kaderini şu şekilde özetler:

“Ben ki sevgililerinden ayrı düşmüş kadınlar sülalesinden geldiğim ve hep yarım kalmış elemli aşklar dinlediğim için şerbetliydim bu tür ayrılıklara. Belki çok daha gerilere de gidiyordu ama benim yakından tanıdığım tam üç kadın, büyükannem, anneannem ve annem erkeklerini savaşta, orduda ve terörde yitirmişti.” (sf. 75, 76)

Eşlerinin eve dönmelerini bekleyen bu kadınlar, bu öyküde Odysses destanında kocasının eve dönmesini bekleyen Penelope ile benzeştirilir. Yazar bu hikâyede Birinci Dünya Savaşı’na, 1953 Tahtelbahir’e, ülkedeki terör sorununa, politik sebeplerle gitmek zorunda kalanlara değinerek çok yönlü bir okumaya kapı aralamıştır.

“Unutmak”, bir kaza sonucu hafızasını kaybeden ve kim olduğunu öğrenmeye çalışan kadının hikâyesidir. Gözlerini hastanede açan kadın, on haftalık bebeğini kaybettiğini ve vücuduyla ilgili başka birkaç ayrıntıyı öğrenir. Başlangıçta her yeri sargılar içindedir, konuşamaz. Zamanla vücudu iyileşmeye başlar, kim olduğunu bilmese de Nazım Hikmet’in “Bugün Pazar” şiirini hatırlar, İngilizce bildiğini fark eder. Doktoru bu şiirden pek hoşnut olmaz çünkü Nazım Hikmet politiktir. Kadın, iyileşmeye başladığında polis sorgularına gider. Bu sorgular esnasında koridorda karşılaştığı kadınlarla yan yana dururlar, birbirlerini kollarlar. Karakollar, herkesin suçlu hissedebileceği yerlerdir ona göre. Hayatına dair hiçbir şey hatırlamasa da o suçluluk duygusunu hisseder. Sorgu esnasında söylenenler, dönemin baskıcı ortamında herkesin ne kadar suçlu olabileceğini gösterir.

“Örgüte bağlı değilim. Hücrem filan yok. Kimseyle çalışmıyorum. Evet, solcuyum, kabahat mı bu? Benim yaşımda herkes solcu olur. Elbette o kitapları okuyorum. Pembe dizi okuyacak halim yok ya. Partiye üye değilim. Örgüte üye değilim. Arkadaşlarım solcu olabilirler. Faşist mi olsalardı? Sevgilim mi? Bundan size ne.” (sf. 93)

Kadın hatırlamaya başlar: babası, kızının solcu olduğunu öğrenir ve tartıştıkları esnada ölür. Kadın kendisini affettirmek için annesinin istediği bir türde evlilik yaptığını, aslında her şeyi unutmak istediğini hatırlar: “Kendimi hep unutmaya koşulladığımı… baş düşmanımın anılar olduğunu… huzura, unutabildiğim ölçüde kavuştuğumu… ve nihayet bir gün, kaza neticesinde bile olsa, bunu başardığımı.” (sf. 97)

Bu hikâyede ülkesi için mücadeleye girişen kişilerin, dönemin baskıcı rejimiyle nasıl korkutulduğunu ve yalnızlaştırıldığını görürüz.

Foto: Biyografya

“Umut” öyküsünde Güler ve Adil’in hikâyesini okuruz. Adil’in bir gün ansızın ortadan kaybolmasıyla Güler’in arayışı başlar. Öyle alelade bir kayboluş değildir bu. Dönemin politik atmosferinde ortadan kaybolan birçok siyasiden biridir Adil. Birçok insanın, rejime karşı bir tehdit olarak görülüp ortadan kaldırılmış olma ihtimalinin çok yüksek olduğu bir dönemde geçen bu hikâyede, geride kalanların çaresizliği, bilinmezlik içerisinde sürüklenişi Güler’in yaşadıklarıyla yansıtılmıştır.

“… Aynadaki soluk, bitkin yüzüne bakıyor ve avaz avaz bağırıyordu, ‘Yeter! Yalvarırım yeter. Bana deyin ki kocanı vurduk ya da pencereden bakarken aşağı düşüverdi, merdivenlerden ayağı kayıp yuvarlandı, sürücüsü bilinmeyen bir araba çarptı, vapurdan sarktı ve denize uçtu deyin, hesap sormamaya söz veriyorum.’” (sf. 105)

Bu, dönemin faili meçhul birçok cinayetinden geriye kalan insanların ortak yakarışı niteliğindedir. Kocasını arayan ve bekleyen Güler’in hisleri, gün geçtikçe yitirdiği umut; oldukça yalın ve yine de duygu yüklü cümlelerle anlatılır.

“Çaya Gelen Konuk” öyküsü, siyasi sebeplerden aranan bir adamın, birkaç saatliğine rastgele bir eve sığınmasını ve evde yaşananları konu alır. Öykü üçüncü kişi gözünden anlatılarak evli ve Bora isimli bir çocuğu olan Zeynep’in açısından ele alınmıştır. Adam, Bora’ya bir misafir olarak tanıtılır. Gerilimli başlayan hikâye, Bora’nın dâhil olmasıyla ve karşılıklı konuşmalarla yumuşar. Adam, Zeynep ve Bora arasında geçen konuşmalarda, diğer öykülerde de yer alan dönemin politik atmosferi işlenmiştir. Bora masum bir kişilik olarak hikâyede yer alır, dışarıda yaşanan olaylar onun için bir havadisten ibarettir. “’Yine aşağı yoldan geldik,’ dedi Bora. ‘Üst yol kapalıydı. Polisler yolu kesmişler. Ülkücü ağabeyler solcu pezevenkleri dövüyormuş.’” (sf. 114)

Politik sebeplerden dolayı gizlenmek zorunda kalan adam aç ve mahcuptur, Bora’yı ürkütmek istemez, gitmesi gereken zamanda gider ve bunu yaparken çocuğu kırmamaya özen gösterir. Devlet tarafından suçlu görülseler bile bu suçun toplumda karşılığı yoktur. Hikâyenin sonunda adamla oyun oynamak isteyen fakat onun gittiğini öğrenen Bora’nın kurduğu cümle ironik bir son olarak okunabilir:

“’Gitti,’ dedi Zeynep, ‘işi varmış.’ ‘Yazık oldu’, dedi, ‘ne güzel birbirimizi vuracaktık.’” (sf. 121)

“Gülizar”, bir kalıp ustası olan Artin’in, kızı gibi gördüğü komşusunun kızı büyümeye başladığında ona farklı gözle bakmasının hikâyesidir. “Gülizar on beşine girdi gireli fena takılmıştı aklına. Doğumunu, bebekliğini, altında bezleriyle dolaştığı ilk yaşlarını bildiği komşu kızın karşı yeni gelişen duygularından dolayı çok rahatsızdı ama elinden bir şey gelmiyordu.” (sf. 124)

Gülizar’a olan takıntısı sapkınlık derecesine ulaşan Artin usta, onun vücudunu hayal eder, kızın vücut ölçülerinden kalıp çıkarıp mankenini yapmak ister. Yazar bu takıntıyı Artin ustanın gözünden oldukça gerçekçi bir şekilde anlatır, anlatı boyunca okur olarak bu takıntıdan rahatsızlık duyarız.

Hikâyede aynı zamanda, Taksim’in arka sokaklarından çıkıp Nişantaşı’nda yaşamanın önemi, toplumun moda-reklamcılık sektöründeki genç kızlara ne şekilde yaklaştıkları anlatılır.

“Sadece 1457 Kupona” hikâyesi, toplumun kupon çılgınlığından ironik bir dille bahseder. Hikâyenin kahramanı Semiha başta küçük eşyalar için kupon biriktirir, çeyizini kuponla tamamlar, sonraları kuponla devremülk ev bile alır, 10 senedir kupon biriktirmektedir. Toplumdaki diğer insanlar da tıpkı Semiha gibi kupon biriktirir. Gazeteler bu çılgın insanlara değişik kampanyalar sunar. Örneğin Gece gazetesinin kuponla bakire kız vermesi üzerine Yeni Arayış gazetesi erkek dağıtmaya karar verir. Hikâye, Semiha’nın kupon biriktirerek elde edeceği erkeği büyük bir heyecanla beklemesiyle devam eder. Küçük yaşamlarını dizayn etmek ve hayatlarına heyecan katmak uğruna “kuponkolizm” hastalığına tutulan insanların bu tutkuları alaycı bir dille anlatılmaktadır. Yazar bu hikâyesinde kullandığı dil itibarıyla Haldun Taner’in anlatı tarzına yaklaşmıştır.

“Adil Düzen”, ismini değiştirmek isteyen bir adamın hikâyesidir. Olay bir duruşma salonunda geçer. İsmini söylemek zorunda kaldığı her işlemde karşısındaki insanlarla dalga geçtiği düşünülen Adil Düzen, ismini değiştirmek istemektedir, hâkime yaşadıklarını anlatır.

Adil Düzen, İsminden dolayı istemeden bir örgüte karışır. Örgüt, dine hizmet adı altında Adil Düzen’in yaşam tarzını değiştirmek isterler. Adil Düzen etrafındaki birçok insanın ve hatta kendi karısının, kızlarının ve oğlunun dahi para için bu örgütün istediği şekilde giyindiğini fark eder, bir süre sonra kendisi de bu çarkın bir parçası olmuştur. Tüm bu yaşananlar alaycı bir dille anlatılırken Adil Düzen, etrafında olup bitenleri acı bir biçimde tecrübe etmektedir. O, hâkim karşısında yaşadıklarını anlatırken bizler okur olarak ülkenin toplumsal yapısının bile birileri tarafından para karşılığı değiştirilebileceğini görürüz.

“Sadece 1457 Kupona” ve “Adil Düzen” öykülerinde ironik bir dil kullanarak toplumsal bozukluğa dikkat çeken Ayşe Kulin, diğer öykülerinde ise ağırlıklı olarak ülkenin politik atmosferinden, devlet kurumlarının bozuk ve işlevsiz yapısından, kadınların yaşadığı haksızlıklardan bahseder; bu öykülerinde daha duygusal bir dil kullanmıştır.     

Tüm alıntılar: Foto Sabah Resimleri, Ayşe Kulin, Remzi Kitabevi, 2001


[1] https://www.darussafaka.org/hakkimizda/cemiyet/sait-faik-hikaye-armagani