Mao: Tam adıyla Mao Zedong, 26 Aralık 1893- Hunan doğumlu Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve Çin Komünist Partisi’nin on iki kurucu üyesinden biri ve 1945-1976 tarihlerinde ÇKP Merkez Komitesi Başkanı Çinli devrimcidir. 9 Eylül 1976’da hayatını kaybetmiştir.

“Devrimin güldürücübaşısının alaya almadığı ikinci konuda (ki birinci konu Mao’dur.) yeniden dinleyenler beri gelsin.” (Füruzan, 2020: 173)

marley: Yapılarda döşeme gereci olarak kullanılan plastik madde.

“Tabandaki marleyler, eprimiş, orta dikişi genişlemiş bir kilimle örtülmüştü.” (Füruzan, 2020: 9)

maroken: Fas’ta işlenen yumuşak bir tür keçi derisi.

“Armağan edilen menekşe çiçekli, lacivert, kalın maroken kaplı defterin güzelliği açıkça yadsınır gibi de değildi.” (Füruzan, 2020: 429)

marşandiz: Yük treni.

“Trenin ardındaki yok olan son iki marşandiz vagonuna bakıyor Emine.” (Füruzan, 2020: 323)

maşrapa: Metal, toprak, plastik vb.nden yapılmış, ağzı açık, kulplu, bardağa benzeyen, küçük kap.

“Kalın, kulplu bakır maşrapalarla soğuk suları alıp kaynar suyun yeterince ılınmasını sağlıyordu.” (Füruzan, 2020: 72)

mavzer: Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan ve orduda kullanılan bir tüfek tipi. 

“Mavzer kurşunuyla birbirlerini delik deşik etmelerinin, dalaşmalarının nedenlerini onlardan olanlar anlayıp da bağışlar ancak.” (Füruzan, 2020: 306)

meczup: Aklını yitirmiş kimse.

“Söz çok uzayıp Leylim ninenin belki de bir meczup olduğu konusuna kaydırılırsa -bu ‘meczup’ sözcüğünün ne olduğunu Kiraz elbette bilemezdi- o anda Kiraz alttan alta sürdüreceği türkülerinden birine çarçabuk girişirdi.” (Füruzan, 2020: 59)

muare: Dalgalı parıltılar verilmiş olan bir kumaş türü, kareli kumaş.

“Şeyin teyze kızının yolladığı tıbbiye çadırında çektirdiği fotoğraftaki gibi kabarık etekli muare tuvalet diktireceğim.” (Füruzan, 2020: 148)

mujik: Rus köylüsü.

“Babam votka içip Rus romansları söylermiş. Rusçayı da nereden öğrenmişse işte… Anayurda dönmemize yakın iki de mujik gömleği edinmiş.” (Füruzan, 2020: 63)

Mustafa Suphi: Osmanlı’nın iktisadî, askerî ve siyasî bir kargaşa içinde bulunduğu dönemlerde yaşayan Türkiye Komünist Partisi kurucusudur. İttihat ve Terakki hükümetine karşı muhalif kimliği nedeniyle sürgün edildiği Sinop’tan kaçıp Rusya’ya gitmiştir. 1917 devriminden etkilenip Bolşeviklere yakınlaşmış ve sosyalist ideali tamamen benimsemiştir. Bu yeni dönemde, yurtdışındaki Türk ve Müslüman komünistleri örgütlemeye ve sosyalist ideal doğrultusunda bilinçlendirmeye çalışmış, Anadolu halkının kurtuluşunu sosyalist bir devrime bağlamıştır. 1920’de arkadaşlarıyla beraber Türkiye Komünist Partisi’ni kurarak Türkiye’deki birtakım sosyalist grupları tek çatı altında toplamıştır. Sosyalist devrim hedefi için faaliyetlerini Anadolu’da devam ettirmek üzere ülkeye geri dönmüşse de, şüpheli bir kaza sonrası hayatını kaybetmiştir. Mustafa Suphi’nin arkadaşlarıyla öldürülmesi olayına karışan kişilerin İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmamaları, delil yetersizliği, görgü tanıklarının bir kısmının öldürülmesi ve yaşayanların birbirleriyle tutmayan iddialarda bulunması sebebiyle Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katilleri bulunamamıştır.

“Evet. Yorgunsun Emine. Beyin, fosforunu yitirir gibi oluyor. Sakin düşün, bunlar seni şaşırtmasın, ortanca. Hadi başlayalım, evet. Vietnam, evet. Filistin, evet. İspanya iç savaşı, evet. Mustafa Suphi, evet. Babi Yar, evet. Sacco ile Vanzetti, evet. Lumumba, evet. Ne kadar çok. Daha yakınlardakini düşün.” (Füruzan, 2020: 326)

nuhuset: Uğursuzluk.

“Ölümü yıkarlarken ne de nuhusetsizmiş demesinler.” (Füruzan, 2020, s. 354)

ondüle: Dalgalı, kıvrımlı, kıvrılmış.

“Ondüleli koyu kestane rengi saçları kulak bitimindeydi annemin.” (Füruzan, 2020: 17)

onmak: Eksiği kalmayıp gönül ferahlığına ermek.

“Alagöz dağını dolandığımda sürüye bir kara koçtur gelecek, onmam içindir.” (Füruzan, 2020: 36)

palaska: Askerlerin bellerine bağladıkları veya göğüslerine çaprazlama taktıkları, üzerinde fişek, kasatura vb. koymak için yerleri bulunan, genellikle köseleden yapılmış kayış.

“Gözlerinin açık rengi, palaskasının sıklığında gövdesinin düzgünlüğü belirgin öndeki genç subayın, hemen ardında duran topluca adam da onunla aynı noktaya bakıyor.” (Füruzan, 2020: 196)

par par tutulmak: Şiddetle âşık olmak. 

“Sonra bir kadına hiç eksiksiz par par tutulabileceklerini de bilirim.” (Füruzan, 2020: 305)

patiska: Çoğu pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bez.

“1940’larda alınmış, lambaları yanınca onartılacağına yenisinin daha hesaba uygun olduğu anlaşılan radyoları, postanede mühürletilmiş, sararan patiska torbasının içinde duruyordu.” (Füruzan, 2020: 34)

Patria o muerte: Türkçesi “Ya vatan ya ölüm!” olan, 11 Aralık 1964’te Che Guevara’nın Birleşmiş Milletler Zirvesi’nde Küba heyeti adına yaptığı konuşmanın finalinde kullandığı ve bundan sonra yayılan slogan. Che, bütün dünyanın dikkatini çeken bu konuşmasında Küba olarak halkların emperyalizme karşı özgürlük mücadelelerinin yanında olduklarını, farklı sistemlerle yönetilen ülkelerin halklarının barış içinde yaşamasının sağlanması ve bu barışı tehdit eden emperyal güçlere karşı mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Patria o muerte sloganı ile konuşmasını bitirmiştir. Konuşmanın son kısmının Türkçesi: “…Adalet isteyen bu öfke dalgası, bastırılmış kinlerin, ayaklar altına alınmış hakların bu kabaran dalgası, Latin Amerika topraklarından yükselen bu devrim dalgası hiçbir zaman durmayacak, yenileri eklenerek devam edecektir. Geçen her gün, bu dalga daha da büyüyecektir. Çünkü en büyük sayıdan, her yönüyle çoğunluktan, emeğiyle zenginlikleri biriktirenlerden, değerleri yaratanlardan, tarihin tekerleklerini döndürenlerden, uyutulduktan sersemletici uzun uykudan artık uyananlardan oluşmaktadır. Bu büyük insan kitlesi artık “Yeter” demiş ve yürüyüşüne başlamıştır. Ve bu dev yürüyüşleri daha önce uğruna birden fazla kez öldükleri gerçek bağımsızlığa ulaşana kadar durdurulamayacaktır. Ancak bugün ölenler Domuzlar Körfezi’nde ölen Kübalılar gibi ölecektir. Onlar kendi gerçek ve asla teslim olmayacak bağımsızlıkları için ölecekler. Tüm bu olanlar, sayın delegeler, tüm kıtanın bu yeni iradesi, kitlelerimizin mücadele kararlılığının dile getiriliş şekli olan, istilacının silahlı kolunu felce uğratan çığlıkla özetlenebilir. Bu çığlık, tüm dünya halklarınca, özellikle de Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki sosyalist kamp ülkelerinde anlaşılmış ve benimsenmiştir. Bu çığlık: ‘Ya vatan ya ölüm’dür.”

“… altında ‘Patria o muerte’ yazılı Vietnam’a gitmemekte direnen iki genç Amerikalının fotoğrafı yine resimli roman tekniğiyle konuşturulmuş, sarı uzun saçlısı ‘They were too young to die.’ diyor.” (Füruzan, 2020: 194)

Che Guevara’nın bahsi geçen konuşmasının Türkçe altyazılı videosu için: https://www.youtube.com/watch?v=hK9k7zoRdys

Paul Lange Bey: Osmanlı padişahları V. Mehmet Reşat ve VI. Mehmet Vahdettin döneminde Mızıka-yı Hümayun şefliği yapmış müzisyen. 1890’larda önce Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde daha sonra Alman Lisesi’nde müzik öğretmenliği yapmıştır.

“Şimdi sana Hamidiye marşını çalacağım. Bu İtalyan muzıkacıbaşı Lange Bey’in maestroluğunda çalınmıştır.” (Füruzan, 2020: 507)

pazen: Dokuması kalın, sık ve yumuşak, bir tür pamuklu bez.

“Pazenleri, koca pamukluları nesince görülme olanağı yoktu.” (Füruzan, 2020: 57)

peksimet: Pişirildikten sonra dilimler hâlinde kesilerek ısı ile kurutulmuş, uzun süre dayanabilen ekmek.

“Nazik kadınla Kiraz kız annesinin tabağa koyup yolladığı peksimetleri çaylarına batırmamışlardı. Emine de onlara öykünerek peksimetlerini ıslatmadan yemeye başlamıştı. Öylesine sertti ki.” (Füruzan, 2020: 75)

pıtrak pıtrak: Dikenli tohumları hayvanların kıllarına ve insanların giysilerine takılan bir yıllık otsu bir bitki anlamına gelen pıtrak kelimesi, aynı zamanda sık ve çok taneli anlamına gelmektedir. 

“Bedeninin çıplaklığını bozan morarmalar, şişler pıtrak pıtrak genişliyordu.” (Füruzan, 2020: 334)

pusat: Silah, zırh vb. savaş aracı.

“Candarmalar pusatlarıyla kakaladıydı.” (Füruzan, 2020: 61)

pusmak: Bir şeyi kendine siper edip saklanmak.

“O yabanların, yırtıcıların önüne çıplak serilişinin ayılır ayılmaz iliğine işleyen utancını ne etse duyuyor. Olabildiğince pusmaya çalışıyor.” (Füruzan, 2020: 330)

resimli roman: Konusu bir dizi resimle anlatılan roman veya hikâye, çizgi roman. Resimli romanların Türkiye’ye gelişi ithal romanlarla olmuştur. 1950-1975 yılları arasında Türk resimli romanı altın çağını yaşamıştır. Başlangıçta çizgi maceralar, günlük gazetelerin sayfalarında yer almaktaydı. Daha sonra ise bir araya getirilip çizgi romana dönüştürülüyorlardı. Ayrıca karikatüristler de süreli yayınlara geçerek karikatür kültürünün de gelişmesinde etkili olmuşlardır. O dönemlerde Türk yazarlar, kurguladıkları öyküler için tarihsel temaları ve kahraman figürleri tercih etmişler ve bu kahramanlık öykülerini erotizmle bir arada sunarak okuyucuların büyük ilgisini çekmeyi başarmıştır. Suat Yalaz’ın yarattığı Karaoğlan, Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ı ve Sezgin Burak’ın Tarkan’ı oldukça popüler olmuştur. Baskı teknolojilerinin gelişmesiyle resimli romanların sonunun geldiği düşünülse de, zira fotoğrafların artık basılabiliyor oluşu gazetelerde basılan karikatürlerin sonunu getirecekmiş gibi görünmekteydi, Gırgır ve benzeri dergilerle televizyona rağmen resimli romanlar günümüzde de varlığını korumaktadır. 

“… altında ‘Patria o muerte’ yazılı Vietnam’a gitmemekte direnen iki genç Amerikalının fotoğrafı yine resimli roman tekniğiyle konuşturulmuş, sarı uzun saçlısı ‘They were too young to die.’ diyor.” (Füruzan, 2020: 194)

Richard Parkes Bonington: İngiliz Romantik Ressam Richard Parkes Bonington 1802’de Arnold’da doğdu. Zamanının önemli bir kısmını Louvre müzesinde Hollandalı manzara ustalarının çalışmalarını inceleyerek geçirdi. Romantik akımı benimseyen Bonington, özellikle kullandığı renklerin canlılığı ve isçiliğindeki yalınlıkla dikkat çekti. Eserlerinde ufuk çizgisini olabildiğince aşağıya çekerek derinlik izlenimini kuvvetlendirdiği görülür. Arka fona geniş bir alan ayırmakla birlikte ön plandaki figürler ve nesnelerin kolay algılanabilirliği ustalığının göstergesidir. Sanatçı, manzara tabloları, küçük tarihi sahneler ve çok sayıda suluboya resim yapmıştır.

“Sana müjdeliyorum, orijinal bir Richard Parkes Bonington gördüm. Bir suluboy çalışması.” (Füruzan, 2020: 434)

Rocco ve Kardeşleri: İtalyan yönetmen Luchino Visconti tarafından 1960 yılında çekilen İtalyan neo realizm (yeni gerçekçilik) akımının öncü filmlerinden biridir. Rocco ve Kardeşleri, İtalya’nın güneyindeki yoksulluktan kaçarak endüstri merkezi Milano’da yaşamaya çalışan bir ailenin öyküsüdür. Film, Vincenzo, Simone, Rocco, Ciro ve Luca adındaki beş kardeşin yaşadıkları üzerindedir. Bu beş kardeşin annesi Rosaria, yoksulluktan kurtulmaya çalışırken önceden şehirde yaşayan büyük oğlu Vincenzo’nun onlara yardım edeceğini düşünür. Boksör olan Simone ve sonradan boksa başlayacak Rocco ise bir kadın yüzünden karşı karşıya gelecektir.

“Bu vuruş bir de Haydar’la sinemaya gittikleri gün karanlıkta eğilip de ‘Yaman adam şu Visconti, Rocco’da insanı kaybetmeyen eytişimsel çizgiyi ne güzel çekmiş, hı?’ dediğinde olmuştu ilk.” (Füruzan, 2020: 76)

Ruhi Su: Asıl adı Mehmet Ruhi Su olan 1912 Van doğumlu Türk Halk Müziği sanatçısıdır. Çocukluğunda yetimhaneye verilmiştir. Ankara Müzik Öğretmen Okulu’na girmeye hak kazanır, okula başlar. Ankara Müzik Öğretmen Okulu’ndan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrası’na seçilerek orada çalışmaya başlamıştır. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak da İkinci Ortaokul ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde görev yapmıştır. Mehmet Ruhi Su, konservatuarın Opera Bölümü’nde okurken opera ve keman arasında bir tercih yaparak kemanı bırakmıştır. 1942-1945’te “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” adlı radyo programını yapmıştır. Ruhi Su’nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve nefesleridir. Alevi nefeslerini ve müziğini geniş halk kitlelerine kararlılıkla ilk duyuran Ruhi Su’dur. O, Alevi müziğinde, halkların yıllar süren başkaldırı mücadelesini görmüştür. Ali İzzet’ten “Bir Allah’ı Tanıyalım / Ayrı Gayrı Bu Din Nedir”, Pir Sultan Abdal’dan “Gelin Canlar Bir Olalım”, Muhyi’den “Zahit Bizi Tan Eyleme” gibi nefesler söyleyen Ruhi Su “Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye susturulmuş ve radyodaki görevinden alınmıştır. TKP tevkifatı ile tutuklanmış, beş ay boyunca ağır işkence görmüş, tabutluk denilen yere çömelemeyecek kadar küçük bir hücrede tutulmuştur.  Hapishanede evleneceği eşi de Ruhi Su ile yakın zamanda tutuklanmış, o da işkence görmüştür. İkisi de Harbiye Cezaevi’nde üç buçuk sene kalmıştır. Ruhi Su, çoğu türküsünü hapishanede bestelemiştir. Hapishaneden çıktıktan sonra dostları tarafından görmezden gelinmiş, önceleri sefalet içinde yaşamış, sonraları nakliyecilik yapmış ve gazinolarda sahne almıştır. Koro çalışmalarında bulunmuştur, günümüzde de bu korolardan olan Dostlar Korosu hâlâ faaliyetini sürdürmektedir. Hastalığı sırasında güç bela yurt dışına çıkabilmesi için izin alınmış fakat geç kalınmıştır; Ruhi Su kurtarılamamış, 20 Eylül 1985’te prostat kanserinden hayatını kaybetmiştir. Ruhi Su’nun cenaze törenine binlerce kişi katılmış ve cenaze 12 Eylül Dönemi’nin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüşmüştür. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutulmuştur.

“İşe girişirken, onu geliştirip, kurup çalıştıran insanlaradır bu seslenişim.” Çocuk bana bakakalmıştı, sonra “Sizde şöyle türkü mürkü varsa,” demiştim. “Yoksa Mozart’ı da severim. Parlak mutlu yolunda gelir bana Mozart.” “Ruhi Su da var,” demişti, dinlemiştik. Paranı iyi ödedi mi bakalım? Sesteki suçlayışı atlıyor Cemşit. Melek’in yargılayan yüzüne yönelmiş gülüşü. Gözlerinin kahverengisi açılıyor: Evet, hem de bir Mozart plağı armağan etti. Yalnız çalacak yer yok.” (Füruzan, 2019: 174)

Ruhi  Su Seçkisi: https://open.spotify.com/playlist/37i9dQZF1DZ06evO3jJXrx?si=462340491d0548de

S. Süreyya (Süleyman Süreyya Bükey): “Foto Süreyya” adı ile anılan müessesenin kurucusu Süleyman Süreyya Bükey 15 Temmuz 1895’te İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi’nde yaptı. 1. Dünya Savaşı nedeniyle yarım kalan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki öğrenimini Mütarekeden (1918) sonra tamamladı. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne devam etti. 1919-1920 yılları arasında Milano Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde ihtisas yaptı. Fotoğrafa bir ticari uğraş olarak başlayan Bükey, ilk olarak 1924 yılında Eminönü Çiçek Pazarı’nda fotoğraf malzemesi satışı yaptı. 1928 yılında İstanbul Tünel semtindeki 1Foto Süreyya’ müessesesini kurdu. 1936-1938 yılları arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafçılığını yaptı. Fotoğrafçılıkla ilgili yayınladığı kitap ve katalogların yanında, Foto, Foto Magazin, Halivud Dünyası, Ufuk gibi süreli yayınlar çıkardı. Baskın bir gazeteci ruhuna sahip olan Süreyya Bükey, aktüaliteye özel önem veren biriydi. Fotoğrafçılık yaşamında katıldığı ulusal ve uluslararası sergilerde sanat madalyaları ve sertifikalar aldı. Halkın bilinçlenmesini ön planda tutan demokrat ve Atatürkçü bir fotoğrafçıydı. Süleyman Süreyya Bükey 21 Temmuz 1974’te İstanbul’da öldü.

“Bilinenler çoğunluk S. Süreyya imzasıyla büyütülüp renklendirilmiş fotoğraflarıdır.” (Füruzan, 2020: 196)

sanrı: Uyanık bir kişinin, kendi dışında var sandığı ancak gerçekte olmayan olguları algılaması, halüsinasyon.

“Nice yıllar sonra Emine işkencedeyken sıçrayışla, o beklenmez çağrışımla çocukluk düşünün eklentisi saydığı karabasanla sanrı arası şeyi görmüştü.” (Füruzan, 2020: 166)

santur: Kanuna benzeyen, tokmaklarla çalınan bir tür telli çalgı.

“Her şey öylesine ak bir kâğıt lekesizliği taşıyordu ki, biliyorsunuz Saide abla alaturka müzikten nefret etmekle ilerici sayılmanın eş anlam taşıdığı dönemden geçiyorduk. Oysa babam santur çalardı. Bu çalgıya ses olarak klavsen’in doğulusu dense yeridir. Severdim de dinlemeyi. Bach’a, Beethoven’e dönerken Itri’yi unutmuştuk.” (Füruzan, 2019: 99)

Sedat Anar’dan örnek bir santur icrası: https://open.spotify.com/album/72zRFoMALksXkWiNLvGEc4?si=lD6y85snT_KJ3BM4n1IwHw

Sardalya Sokağı: Konserveciliğin zirveye ulaştığı 1930’lar Amerikası’nda fabrika işçilerinin yanı sıra sanatçılar, bilim insanları, fahişeler ve serserilerin bir arada yaşadığı bir dünyayı anlatan John Steinbeck romanı. Yukarı Mahalle ve Tatlı Perşembe romanlarıyla bir üçleme oluşturur. 

“‘What are we doing in Vietnam?’ diyense Steinbeck’in kişilerini anımsatıyor. Sardalya Sokağı ya da Yukarı Mahalle’deki biri gibi.” (Füruzan, 2020: 194)

seki: Oturulacak sedir biçiminde taş veya set.

“Kiraz, sekinin ucunda, gözleri raflara dizdiği sahan, tencere dizisinde, ağlamaklı bir dudak büküşüyle kayarak yaklaşırdı ninesinin yanına. Kara saçlarla yığılı küçük başını dayardı yaşlı kadının omzuna. Kirpiklerinin ağır ipek örtüsü karararak inerdi yanaklarına. Zor duyulur bir sesle sözsüz bir ezgiye başlardı.”  (Füruzan, 2019: 30)

serkeşlik: Kafa tutma, başkaldırma, dikbaşlılık.

“Beni unutacaktır. Bir erkekteki serkeşliğin nedenlerini aramadan onu silivermek kadınlar için çok kolaydır. Çünkü onlar erkeğe dayanmaya bir alışıyorlar ki. Erkeklerin açıkça çekinmeden yaptıkları şeyleri anca aileyi yıkıcı olursa uyumsuz sayıyorlar. Burda kalsın. İstanbul’da sarsılır.” (Füruzan, 2019: 198)

sevi: Aşk.

“Seçil’in sesindeki sevi, özen titreyişi Emine’yi de sarsmıştı. Ablasına yaklaşmış iyice yüz yüze gelmişlerdi.” (Füruzan, 2019: 117)

“Bir gizli sevi ya da ilişki konuşması için saklandığı sanısını veren telefonunun başındaydı.” (Füruzan, 2020:  205)

sıhriyet: Evlenme sonucu oluşan yakınlık, dünürlük, hısımlık.

“İclal öğretmenin de seçkin insanlarla akrabalığı, sıhriyeti olduğu kesin.” (Füruzan, 2020: 96)

sınıf bilinci: Marksist teoriye göre kişinin toplumdaki ekonomik veya sosyal statüsünün farkına varabilme ve daha geniş bir bakış açısıyla toplumdaki bütün sosyal veya ekonomik sınıfların ayrımını yapabilme yetisine denir. Marx’ın işçilerin birleşerek kapitalist sistemi alaşağı edebileceği inancının temelinde sınıf bilinci vardır. Şayet işçiler sınıf bilincine varabilirlerse kapitalist sistem tarafından sömürüldüklerini anlamış olacak ve buna izin vermeyerek bu düzeni yıkacak, eşitlik ve adalete dayanan bir düzen kurabileceklerdi. 

“İnsanlık sınıf bilinciyle toplumculuğa varmaz demeye gelecek neredeyse bu tartışmanın sonu.” (Füruzan, 2020: 177)

siğim siğim: Yavaş yavaş, ince ince (yağmur yağmak, su, gözyaşı vb. akmak için).

“İstanbul’un günlerce siğim siğim yağan yağmurlarını anıyor.” (Füruzan, 2020: 258)

sirke: Bit, tahtakurusu vb. asalak böceklerin yumurtası.

“Saç belikleri arasında sirkelerin parlak çıtır çıtır durduğu, belki de dünyanın en güzel gözlü kızları için nasıl ölündüğünü de bilirim.” (Füruzan, 2020: 305)

Siti Sevir Fırtınaları: Nisan ayında fırtınaları ile meşhur olan altı gün.

 “Neredeyse sitti sevir fırtınaları başlar. Benim romatizmalarımın eli kulağında.” (Füruzan, 2020: 321)

somaki: Kızıl veya yeşil renkte, damarlı ve çok sert bir porfir türü mermer.

“Öne eğik vücutlar artlarındaki avluların yüzyıllık çınar ağaçları, somaki mermer merdivenlerin yayvanlığında uzayan ders arası gürültüleri bile vardı.” (Füruzan, 2020: 311)

somurma: Dudakları yapıştırıp kuvvetlice içine çekmek, emmek.

“Hırslarında acımasız, bir bitiverme, somurma isteği yer etmişti.” (Füruzan, 2020: 169)

somya: Şilteyi taşımaya ve ona esneklik vermeye yarayan yaylı, duvara dayalı, tahtadan sedir.

“Eşya olarak ilk bakışta iki üç şey öne çıkıyordu. Toplanmamış bir yatak, Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye girişinde satılan herhangi bir somyanın üstüne kümelenmişti. Yatağın yambaşında üstü kâğıtlarla, sayfaları kapakları dönmüş kitaplarla dolu bir tahta masa. Yerde atılmış ters pabuç tekleri, bir çift naylon çorap duruyordu.” (Füruzan, 2019: 8)

sörpmek: Gevşeyip kendini koyvermiş. 

“Solup sörpmüş bir demet kokinanın yanında annesinin geçen yıl armağan ettiği kuru çiçek, diken hatta enginar, buğday başakları uygulamasından oluşan solgun, soylu renklerle yığılı demetin vazosu var.” (Füruzan, 2020: 196)

sulbünden biri: Bir kimsenin öz evladı 

“Ben de kendi sulbümden birinin bu eşsiz vatana hayırlı hizmet edeceğini düşünüp gözüm arkada gitmeyeceğim.” (Füruzan, 2020: 351)

sufli: Aşağılık, bayağı. 

“Sus artık, kes. Aklına yazık senin. Bunca fedakârlık, bunca çaba. Her şeyin bir zamanı var. O oğlanlarla gezmen süfli süfli paylaşma merakınız.” (Füruzan, 2020: 71)

süt tozu: İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik bunalıma giren Avrupa ülkelerinin, kendi sıkıntılarını çözebilmek için Sovyet modelini örnek almasının önüne geçebilmek ve Sovyet propagandasının Avrupa’da işe yaramasını önlemek amacıyla Amerika Birleşik Devletleri tarafından Avrupa ülkelerine 1948-1951 yıllarında sağlanan Marshall Yardımları’nın kapsamında Türkiye’ye giren Amerikan ürünlerinden bir tanesi, üzerine su katıldığında süt olabilen bir ürün. Amerikan süt tozları ve Marshall Yardımları kapsamında gelen ürünlerin amacı, ülkelerin tüketim alışkanlıklarını değiştirerek Amerika’ya bağımlı hâle getirmektir. Yardımları alan ülkelerin yönetimleri de bu ürünlerin kullanımını teşvik etmesiyle de liberal Amerika amacına ulaşarak Avrupa’da Sovyet etkisinin büyük ölçüde önüne geçebilmiştir. Yazar bu alıntıda Marshall Yardımları kapsamında gelen Amerikan süt tozlarının çocukların günlük düzenine nasıl katıldığını ve dolayısıyla bir alışkanlık hâline getirildiğini göstermektedir. 

“Anneleriyle babalarının sık sık katıldığı okul aile birliği, öğretmenler, kardeş köy, eğitim okulu, yoksul çocuklara giyim, gıda, sabah on bir kahvaltısında okulda içilecek Amerikan süt tozları üleşmesi gibi benzeri toplantılardan ötürü, ev geç vakitlere kadar çocuklara kalırdı.” (Füruzan, 2020: 44)

şaki: Haydut. Anlatıcı, burada eylem yapan solcu gençlerin haydut olarak ilan edildiğini vurguluyor. Bu söylem yakın tarihte kullanılmış “çapulcu” söylemine eşdeğerdir. 

“Herkes ibretle okuyor, bu “şehir şâkilerinin,” üniversiteli olmasını anlamaya çalışıyordu. Fotoğraftaki yeşil gözlerine aydınlık veren kara bıyıklarını, alnındaki saçlarının gür tacını aralayıp neden sonra çocukluğunun Erzurumlu öğrencisini tanıyabilmişti. İkinci fotoğrafın altında “Anarşist genç vurulduktan sonra,” diye yazıyordu.” (Füruzan, 2019: 68)

şase: İçine mendil, gecelik vb. şeyleri koymaya yarayan, çeşitli büyüklükte, kumaştan koruncak.

“Annesi bir yandan da Emine beceremezmişçesine sıkıca ütülenmiş mendilleri mor atlas şaseye yerleştiriyordu.” (Füruzan, 2020: 73)

şavkımak: Işık saçmak, parlamak.

“O günden bu yana olan Karsu kal’asının orada şavkıyan olmaz bir Zümrüdüanka kuşunun üstünde masal güzeli bir yiğit görünür ki ‘bilisizlik sona erdi, yılgınlığı alışkanlık edinmeyesiniz canlar.’ diye bir türkü çağırır.” (Füruzan, 2020: 32)

şedde: Arap yazısında, iki kez okunması gereken ünsüzün üstüne konulan işaret. Burada edile küfrü sertleştirmek amacıyla kullanılmıştır.

“Sus şeddeli orospu!” (Füruzan, 2020: 378)

Şemsettin Günaltay: 1883 Erzincan doğumlu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sekizinci başbakanı, uzmanlığını İslam dini ve tarihi üzerine yapmış Darülfünun (ve üniversite reformundan sonra İstanbul Üniversitesi) hocası, İttihat ve Terakki İstanbul eski mebusu. İslâm düşüncesi ve tarihi üzerine yazdığı makalelerini 1909 yılından itibaren Sırât-ı Müstakîm ve daha sonra Sebilürreşad adlı haftalık dergilerde yayımlamaya başlamış ve böylece dönemin modern İslâmcıları arasında yer almıştır. Sırât-ı Müstakîm ve Sebilürreşâd’dan başka Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Türk Tarih Kurumu Belleten, Düşünce ve İslâm dergilerinde de pek çok makale yazmıştır. CHP’nin iktidara tutunma çabaları içinde Orta Yol siyaseti izleyerek ilkokullarda din derslerinin başlatılmasına, imam hatip yetiştirmek için ilk imam hatip kurslarının açılmasına ön ayak olduğu dönemin başbakanlığını yapmış, selefi Hasan Saka’nın izinden köy enstitülerinin yıpratılmasına katkıda bulunmuştur. 

“Düşündüm de doğru söylüyorsun Selahattin’ciğim. Onların partileri bile Şemsettin Günaltay zamanında imam hatip okullarına yeniden can verdiler de nasıl yaptılarsa, biz bile halk Partili olduğumuz halde bu okulları Demokratlar açtı sandık. Oysa İsmet Paşa’nın (…)” (Füruzan, 2019: 63)

tafta: Bir tür sert, ipekli kumaş.

“Düğün gecesi babası, annesi, ablası evden çıkarlarken annesinin ince tutumluluğuyla edinilip bir gündelikçi terzinin acemiliğine elbirliğiyle karşı konularak dikilen boncuk mavisi taftasını giymişti Seçil.” (Füruzan, 2020: 23)

tapışlamak: Birini beğenerek arkasını okşamak.

“Bizim insanımız arkalanıp tapışlanmaya alışkın değildir.” (Füruzan, 2020: 302)

taş bebek: Genellikle alçı gibi maddelerden yapılmış oyuncak bebek.

“… muşambası yırtık bir bebek puseti, babası ile annesinin katıldığı taşra balolarından kalma kâğıt şapkalar, kâğıt düdükler, gözleri içine kaçmış, yanakları çökmüş bir taşbebek, şişesiz bir lamba altı, otuz kırk kadar gramofon plağı…” (Füruzan, 2020: 34)

tayın: Asker ekmeği, Savaş veya seferberlik dönemlerinde vatandaşlara karneyle dağıtılan ekmek.

“Yıllar sonra Beyazıt Meydanı’nda bir tayın korkulu, terli koşuşuyla, kaçışan dört dönem topluluklarını coplaya çalışan polislerden birinin ‘Komünisti bulmuşam’ demesiyle bu yanan odun seslerini inanılmaz bir gerçeklikle yeniden duyuverecek bu çağrışım hızını da zor çözecekti” (Füruzan, 2020: 57)

tayyör: Ceket ve etekten oluşan kadın giysisi.

“Abartılmadan yapılmış bir süsün çevrede yadırganmayacağını biliyordu da niçin yersiz bir kaçamakla belirsizliğe sığınmaya çalışıyordu, anlamak güçtü. Annelerinin üstünde o gün ilk gördükleri bir tayyör vardı.” (Füruzan, 2019: 111)

teneşir: Üzerinde ölü yıkanan ayaklı tahta, salacak, teneşir tahtası.

“Ne zaman ki tam soyunursam teneşiredir bu, ölünce bedenimi görüp de ürkmem Tanrıma şükür.”  (Füruzan, 2020: 29)

tensip etmek: Uygun bulmak, münasip görmek.

“Anayurda dönmemize yakın iki de mujik gömleği edinmiş. Bunları evde giyip anneme verdiği çarpıntıyla da ürküntüleriyle de eğlenirmiş. Acem komşularımız konuk geldiklerinde başlarında Horasan takkeleriyle bağdaş kurup oturunca annemin, “Korkuyorum efendim, nedir böyle, siz de tensip etmeyiniz?” diye sürdürdüğü koyu İstanbul ağzını gülümseyerek dinlermiş. Babamın bir ara bir Gürcü kızına tutulduğunu sanıp yatak döşek serilmiş. Ölümüne yakın bile anlatırdı. “Selahattin’çiğim, güya kızın beli babanın iki elini kavuşturmasıyla toparladığı kadarmış. Ben de doğurmadan dokumadan öyleydim, ne var buna şaşacak.” Oysa Sühendan ablam anneme hiç benzemez.” (Füruzan, 2019: 63)

tevellüt: İnsanın doğumu, doğduğu zaman.

“Canım bu çocuğa Emine deyip durmayın. Bu eski zaman adları bizlere, eski tevellütlülere yaraşır artık. Semra ne güne duruyor da göbek adını öne aldınız.”  (Füruzan, 2020: 13)

Turan Emeksiz: 1960’ta, İstanbul Üniversitesi bahçesinde düzenlenen, Demokrat Parti tarafından muhalefetin denetlenmesi amacıyla kurulan Tahkikat Komisyonu’nu protesto mitinginde polis kurşunuyla öldürülen, 1940 Malatya doğumlu, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi. Sol kesimlerce hürriyet şehidi olarak da anılmaktadır. Turan Emeksiz’in öldüğü yer olan Beyazıt Meydanı’nın ismi, onun anısına Hürriyet Meydanı olarak değiştirilmek istenmiştir. Nâzım Hikmet “Beyazıt Meydanındaki Ölü” adlı şiirini Turan Emeksiz’e ithafen yazmıştır.

Turan Emeksiz Lokantası: 1960’ta Tahkikat Komisyonu’nu protesto ederken polis kurşunuyla ölen Turan Emeksiz adlı İstanbul Üniversitesi öğrencisinin anısına İstanbul Üniversitesi yemekhanesine verilen isim. 11 Temmuz 2016’da yıkılmıştır.

“‘Seninle bir gün Turan Emeksiz Lokantasında yemek yiyebilir miyiz?’ diye söz aldı benden.” (Füruzan, 2020: 175)

tüze: Hukuk.

“Tüzeyi görünüşte uygulamış olmanın yettiği düzenlerdeki bayağılığı bu gece daha iyi anlıyordu.”  (Füruzan, 2020: 500)

umar: Çare.

“Kimse de bu derde bir umar, bir yol bilmezmiş.”  (Füruzan, 2020: 31)

Umut: Nobel edebiyat ödüllü Fransız yazar André Malraux’nun İspanya İç Savaşı’yla ilgili eseri. İspanya İç Savaşı’nın patlak vermesi üzerine 1936’da İspanya’ya giderek Cumhuriyetçilere katılan Malraux, burada bir uluslararası hava filosunun kuruluşunda görev almış, bir süre cephede bulunmuştu. Malraux’nun İspanya’daki deneyimlerini anlattığı Umut, 1937’de yayımlandığında büyük yankı uyandırmış, hemen ertesi yıl sinemaya aktarılmıştı. Umut’ta yetmişten fazla karakterin gözünden savaşa ilişkin panoramik bir bakış sunan Malraux, Cumhuriyetçi milislerin ve bütün dünyadan onlara destek vermek için gelen yoldaşlarının iyimserliğini Manuel ve Magnin karakterleri aracılığıyla aktarırken, anarşistlerden falanjistlere (Franco taraftarları) İspanya İç Savaşı’nın aktörlerini hayat ile ölüm arasında bıçak sırtında ilerleyen bir anlatıda birleştiriyor.

“Bir gün Malraux’nun Umut kitabını bile güzel bir beğeniyle Emine’ye sergilemişti.” (Füruzan, 2020: 116)

utku: Birçok emek ve tehlikeli uğraşma pahasına erişilen mutlu sonuç.

“Masallardaki utkular bile ancak erkek giyimiyle donanıp elde ediliyordu. Başarılar salt onların mıydı? Emine annesinde ikide bir beliren eziciliğin, böylesi bir öykünme sonucu mu olduğunu düşünüp aramıştı.” (Füruzan, 2019: 112-113)

Ülkü: Halkevleri’nin yayın organı olarak Şubat 1933 ile Ağustos 1950 tarihleri arasında yayımlanan dergi. Üç seri halinde yayımlanan derginin amacı, halkevlerinin ve dolaylı olarak cumhuriyetin ideolojisini yaymaktı. Konu başlıkları genel olarak edebiyat, dil, sosyoloji, güzel sanatlar, ekonomi, halk terbiyesi, spor ve halk evleri hakkındaki haberlerdir. 

“…eski Yedi Gün dergileri, pompalı bir gaz ocağı, Ülkü dergisi ciltleri, üç tekerlekli gidonu kırılmış, lastikleri soyulmuş çocuk bisikleti…” (Füruzan, 2020: 34)

vecibe: Ödev, boyun borcu.

“Size de anlatayım da kadın olmak vecibesiyle yeniden düşünün.”  (Füruzan, 2020: 98)

yaba: Harman savurmakta kullanılan, çatal biçiminde, tahtadan tarım aracı.

“Koyunu kuzusu meleşmeyen. Bineği yabı olan.”  (Füruzan, 2020: 31)

yalım: Alev.

“Odunların vuran yalımlarında babası daha genç görünüyordu.” (Füruzan, 2020: 75)

Yankee Go Home: Genel olarak anti emperyalist ve anti Amerikancı mitingler ve protestolarda kullanılan slogan. Türkçesi, “Yankee Evine Dön”. Dünyada Amerikan emperyalizminin dokunduğu her yerde kullanılmıştır. Türkiye’de de 1968 neslinin 6. Filo Protestoları gibi birçok anti emperyalist ve anti Amerikan eylemlerinde kendine yer bulmuştur.

“Yıkıcı eylemlere karışmış. Amerikan filosunu protesto için yapılan mitinge katılmış. Boykot komitesinde görevlendirilmiş. Yasak kitap ve dergiler. ‘Yankee Go Home’ adlı broşür. Almanya baskı. İngilizce.” (Füruzan, 2020: 13)

yarpuz: Ballıbabagillerden, çiçekleri birbirinden ayrı halka durumunda, nane türünden, kısa saplı, az veya çok tüylü, güzel kokulu bir bitki.

“Burnuma kekikler, yarpuzlar çarpar.”   (Füruzan, 2020: 36)

yatır: Doğaüstü gücü bulunduğuna ve insanlara yardım ettiğine inanılan kimsenin mezarı.

“Üç sokak ötede yatırın yanındaki çıkmaz var ya…”  (Füruzan, 2020: 117)

yeğni: Ağır olmayan, hafif.

“Bulut yeğniliğinde görüntüleriyle binlerce renk dolanıyordu çevresinde.”  (Füruzan, 2020: 165)

yekinmek: Davranmak, olduğu yerden fırlamak, ayağa kalkmak, kalkmak için hareket etmek, kımıldamak.

“İleride sık sık abanacağı o korkusuzluğuyla Emine’yi yekindirecek haklılık duygusunun ilk izleri belirmeye başlamıştı.”  (Füruzan, 2020: 110)

Yerli Malı Haftası: II. Dünya Savaşı’nın ardından oluşan ekonomik darboğazda, ithalat yoluyla paranın yurt dışına çıkışının engellenmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşması konusunun önem kazanmasından dolayı 1946 yılından itibaren kutlanan haftadır. Haftanın adı 1983 yılında Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası olarak değiştirildi. Bu haftanın amacı, yerli tüketimin bilinçli olarak artırılmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve yerli malı kullanmanın önemi vurgulanır. Okullarda yapılan etkinliklerle tüm gençler yerli malına teşvik edilir. 

“Evet, dershanemiz oldukça tuhaftır sizler için. Arada bir yerli malı haftası da yapıyoruz.”  (Füruzan, 2020: 196)

yetke: Otorite.

“O gece büyükler, yetke diye sürdürdükleri ağırdan alışlarının, ilgilerinin çıkmazda olduğunu sezmişlerdi.”  (Füruzan, 2020: 446)

yuğmak: Yıkamak. 

“Mutlu olmak için kişilerle paylaşılabilir bir dünyada, yalnızlıktan kurtarılmış bir dünyada olmak isteği alabildiğine sıcaklaşıp yuğup arıtıyor Emine’yi.”  (Füruzan, 2020: 258)

yüzgörümlüğü: Damadın düğün günü geline verdiği armağan.

“Bu iğne Kafkasya göçmeni babaanneden miras yüzgörümlüğü olarak gelmişti.”  (Füruzan, 2020: 111)

zebil: Perişanlık. 

“Yoksul, üstelik turist pasaportuyla gitti. Çok zebillik çekti.” (Füruzan, 2020: 481)

zilyet: Sahibi kendisi olsun olmasın bir malı kullanmakta olan, elinde tutan kimse, eldeci.

“Zilyetimizde sayılası mal parçamız yok.” (Füruzan, 2020: 481)