.

“Cüce”yi Beklerken “Ayna”dan Yansıyanlar

İrem Erdem Atak

irem.atak@sanatkritik.com

Leylâ Erbil, dilin oturmuş kelime hazinesi ve söz dizimi kurallarını değiştirme uğraşısıyla yazdığı eserlerinde büyük bir titizlikle psikanalitik düşünceyi izlemiştir. Freud’un geliştirdiği bilinçdışı kavramının, insanı kavrama noktasında kendisine yeni bir bakış açısı kazandırdığına inanarak, iç gerçekliğin, yani insanın içsel dünyasının gerçekliğin dışında sayılamayacağını savunmaktadır. 

Ruhsal gerçeklik, kişinin öznel olarak bilinçdışı düşlemlerinin oluşturduğu kendi özel tiyatrosudur. Birey için bir yanda maddi yaşamın oluşturduğu gerçeklik, diğer tarafta da kendine has düşlemlerin, bilinçdışı simge ve tasarımların oluşturduğu ruhsal gerçeklik söz konusudur. Freud’a göre, bilinçdışı asıl ruhsal gerçekliktir, en derin doğası bakımından bizim için dış dünyanın gerçekliği kadar bilinmezdir ve de bilincin verileri tarafından, dış dünyanın duyu organlarımızın iletişimiyle temsil edildiği kadar eksik olarak temsil edilir. 

Toplumsal dünyanın dolambaçlı yollarından geçerek bilinçdışının derinliklerine ulaşan Leylâ Erbil, dili yenileyerek, zengin çağrışımlarla yeni anlatım biçimleri yaratarak herhangi bir edebi türe dâhil edilmesi zor olan metinler ortaya çıkarmıştır. 

Peki bir kimseyi bilmek nedir, birini tanımak nasıl mümkün olur? Ya da birini anlamak?

Bir kimseyi tam olarak bilmek o kişinin bilinçdışını bilmekle, ruhsal gerçekliğini/işleyişini izlemekle mümkün olabilir ki bu oldukça zahmetlidir. Birini anlamak ise ancak dil ile olasıdır. Dil ötekini anlamak, tanımak ve anladığını aktarmak çabasıdır. Psikanaliz, her şeyden önce bir dil uğraşıdır. Lacan “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” derken ne denli haklıysa, Laplanche da “dil bilinçdışı gibi yapılanmıştır” derken o denli haklıdır. Yani dil ve ruhsallık arasındaki bağ oldukça karmaşıktır.

İşte bu bağlamda, neredeyse konuşuluyor gibi yazılmış olan Cüce romanı, bize adeta psikanaliz seansları sunuyor.

Leylâ Erbil, kadın yazar Zenime’yi, içinde yaşadığı mekânı, evini, olabildiğince tanıtarak başlıyor romana. Babasıyla neredeyse tüm dünyayı dolaşan, annesinden pek söz etmeyen, erken yaşta yitirdiği bir ağabeyi, bir kez evlenip ayrılan ve yaşayıp yaşamadığını bilmediği bir oğlu olan, siyasetle, sanatla, edebiyatla ilgili, “Hiçlik” adlı felsefi bir roman yazmış olmasının yanısıra İslam’da hümanizm üzerine dersler veren ve emekli olduktan sonra da babasından kalan köy evinde yaşayan ve tüm kapılarını dış dünyaya kapatan yalnız bir kadın….

Zenime, zihninden geçenleri, bir sınırlama, sansürleme ve gizleme olmadan “serbest çağrışım” içinde anlatıyor tüm roman boyunca. Serbest çağrışım, psikanalitik çalışmada kullanılan ve kişiden aklına ne geliyorsa, uygun ya da anlamlı diye düşünmeden, düşüncelerin, rastgele kelimelerin, imgelerin ya da sembollerin paylaşılmasını içeren bir tekniktir. Günlük dilde beyin fırtınası, edebiyatta bilinç akışı tekniği serbest çağrışımla yapılır. Serbest çağrışımda doğrusal bir düşünce örüntüsü yoktur, bunun yerine anlamsız gibi görünen kelime dizileri takip edilerek, o kelimelerin yarattığı duygular ve anılar arasında bağlantı kurulur ve böylelikle çalışılan kişilerin bastırılmış anılarının ve duygularının ortaya çıkarılması amaçlanır. Ferenczi’nin özetiyle: “Hasta serbest çağrışım yaptığı için değil, yapabildiği için iyileşir.”

Nitekim Cüce romanında da başlayan, devam eden, biten bir olay örgüsü yoktur. Zamanda sıçramalar, konuda sıçramalar son derece fazladır. Yine de bu sıçramaların, dağınıklığın yarattığı bir düzen izlenebilmektedir; belki de bu düzen romanı sürrealist bir tablo benzetmesine götürmektedir. Tüm roman bir rüya atmosferinde geçiyormuş izlenimi uyandırmakta; değişik zamanlarda olan birbiriyle alakasız olayların aynı anda verilmesi –Yıldırım’ın hep koşarak, sümükleri akarak geldiği sahnelerin romana eklenmesi gibi- hem zaman hem olay silsilesini karmaşık hale getirmektedir. 

Adeta ruhsal bir gerileme yaşamaktadır Zenime… Psikanaliz ruhsal gerilemeyi üç boyuta ayırır: Biçimsel boyut, mantıksal ve kavramsal düşünceden imgesel düşünceye gerilemeyi; kronolojik boyut yetişkinlik halinden küçük çocukluğa gerilemeyi, yerleşimsel boyut ise benlikten altbenliğe gerilemeyi sağlamaktadır. 

Sanırım bu ruhsal süreci takip etmenin bir yolu romandaki aynayı izlemek… Evet, ayna… üzerine düşen ışınları yansıtabilen cilalı yüzeylerin genel adı… Zenime’nin aynası, sonuçta, arka yüzeyi parlatılmış bir camdır… Roman boyunca hem bakılan hem bakılamayan bu ayna neden bu kadar önemli olabilir? Çünkü yansıtandır ayna. Freud yansıtma kavramıyla bir ruhsal eylemi adlandırmıştır: Kınanması gereken duyguların başkasına atfedilmek üzere bilinçten atılması, istenmeyen düşlemlerin ve dürtülerin kendilik dışına bırakılması…. Zenime önce aynaya bakamaz, ne göreceğinden korkuyordur belki de… Sonra da bakacağı bir ayna bulamaz. Bizse ondan aynaya yansıyanlar sayesinde Zenime hakkında bir sürü fikir ediniriz. “Aynaya baktın, baktığında aynaya yoktu orada yüzün, yüzün yoktu orada, yutmuştu seni ayna, o sana bakıyordu bomboş, sen de ona, aynaydın da sen artık o sadece yansıtıyordu senin aynalığını sana…”

“Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce…” onu anlatan önemli cümlelerden biridir. Çünkü Zenime hiçbir zaman birincil güçsüzlüğün izlerini silmek için yeterince güçlü hissedememiş gibidir. Küçük çocuk yaşamını sürdürebilmesi için annesine bağımlıdır. Çocuk büyüdükçe, kurduğu özdeşleşmelerle, ruhsal ve bedensel gelişimle özerkleşse de ruhsal yapılanmada birincil güçsüzlüğün izlerinin silinmesi hiç kolay değildir. “Kimse kimsenin değerini bilemez, başkası neden uğraşacakmış seninle? Değerini sen kendin biçeceksin kendine.” derken de belki bu uğraşısını anlatmaktadır.

Bu uğraşısında sanki sürekli bir kayıp hissi hâkimdir Zenime’nin yaşantısına.

Leylâ Erbil şöyle diyordu bir söyleşisinde: ‘Ma’ sesi davar kökenlidir. Manda, inek; süt verenlerin sesi. Aynı zamanda evrensel Tanrı ana’nın sesidir. Mitoslarda, imge ve simgelerde, araştırmalarda ilk tanrı kavramının, üretici, doğurgan olan kadınla ilişkisi ortaya çıkar. Doğuran ve kendi sütüyle besleyip yaşatan.” Kimlikle ilgili karmaşanın yanında anneyle ilişki de sorgulanabilecek önemli bir alandır yazar için demek ki. Yeterince iyi annedeki eksiklik, hissedilen boşluk özdeşim kurmayı güçleştirirken, benliğin gelişimini de engellemektedir.

Üne, paraya ve her türlü hırsa sırtını dönmüş bir yazar olarak Zenime, kendi ahlaki duruşuna uymadığı halde, gazeteciyle görüşmeyi nasıl kabul ettiğini sorgularken şunları söyler: “Sen ki biliyordun artık seni: İngilizce’de I am, Zimmer’de ama-mayaya diye geçen, Hinduca’da ah-am, Asya’da es-em, Mısırca’da t-ama, Vedalar’da aum, Kuran’da en’am olan, insanı doğuran, tüm harflerin hecelerin sözcüklerin içinde barındığı ilk canlı nesneyi kitaba çeviren Ben’i; T’ama, Amen, amentü… ‘M’ ile titreşen saf sesini ilk doğanın”….”

“… onlardan da değilsin sen, sen hiçbir yere ait değilsin, aitsiz kimliksin sen, “Aitsiz Kimlik!”.  İşte ayna, Zenime’nin tam da bu kimlik karmaşasını yansıtmaktadır. Kendisini bir kimliğe yerleştiremediği için bir “hiç yazar” olmak istiyordur belki de. 

“Ünlü olmak, bu toplumda yer kapmak, seçilmiş üçten beşten sayılmak, medyatik arma olmak hepsi sana yabancı hepsi başka biçimde ne var ki istememektesin tümüyle de yok sayılmak…” derken de içinde bulunduğu ikircikli tutuma ve bir türlü doyurulmayan arzuya işaret etmektedir.

“Bulamadığım, bulamayacağım bir şeyi daima arıyor gibiyim. Nedir beni mesut edecek, ne gibi bir şeydir, onu da bilmiyorum.”

Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle “…tam anlamıyla yarışmış bir iç dünyanın, birbiriyle akortsuz atan iki karşıt yüreğin öyküsüdür kendiliğin öyküsü. Yüreklerden biri dünya nimetlerine sırtını dönmüş, arzularını bastırmaya yönelmiştir. İkinci yürekse enerjisini bir yere akıtarak dirilmek ister. Zenime kendine ait hissettiği bir benlikten yoksundur adeta. Bu karmaşanın yarattığı bulantıyı da çok yoğun hissetmektedir.”

“Bekliyorsun, sürekli bekleyişleri art arda ekliyorsun. Seni seyrediyorum ve ses etmiyorum çünkü bekleyişin süslü bir imparatorluğu vardır. Umut silinene kadar güçlü bir direnişle dikilirsin tahtında.”

Aslında, beklemek, kadının cinsel yaşamında hep varolan bir durumdur. Buluğ çağıyla birlikte önce bedeninde oluşacak değişiklikleri, sonradan sevgiliyi bekler kadın; tabi isterse sonrasında da doğuracağı çocuğu… Kadın bedeni üreyebilme özelliğiyle belki de daha ürkütücü hale gelmektedir. Kadınsının reddi, kadının temsil ettiği ötekiliğin karşısında duyulan tehdide karşılık gelir. Kadın erkekten farklıdır, anlaşılmaz, sırlarla dolu, yabancı ve bu yüzden düşman görülmesi olası olan bir durumdadır. 

Zenime’nin karşısına gelen ise omzunda süngü gibi kamerası, avcı yeleği, silme cephanelik bir kalın adam; buyurgan ve nobran bir erkek sesi olan bir cücedir. Zenime’nin kadınsılığının tam karşısında durmaktadır. Sürekli bir zirve arayışında olan cüce, fotoğraflarını çekmek için Zenime’yi yüksek yerlere tırmanmaya kışkırtır durur. Çizilen resimlerde de “kılıç boyunda erkeklik organı desenleri” bir silah gibi görülmektedir. Sadece cüce değildir güçlü gözüken üstelik, Zenime bir yandan da karıncalarla çevrilidir. Karıncalar çalışan, toplayan, düzeni, beraberliği ve bir bakıma toplumda gücü simgeleyerek Zenime’nin karşısında, çevresinde, yamacında dolanmaktadır. 

İşte, zamanın ne içinde ne dışında olan dağınık düşünceleri ile sürekli arafta, eşikte kalan Zenime, ölüm ile bir eşik atlamaya çabalamıştır belki. İçinde olamadığı zamanın dışına çıkarak, eşiğinde kaldığı hiçliğin kapısını aralayıp içeri şöyle bir bakarak…

Halil Cibran’ın sözleriyle vedalaşmak isterim Zenime’yle…”Güzellik aynada kendine bakan sonsuzluktur, fakat sonsuzluk da sensin ayna da”.