
Bir Cinayetin Hikâyesi[1]
1.
İçerde yanık çam kokusu var. Ve yanık bir reçine…
Yaz vakitlerinin kızgın bir güneş altında, kanla ve terle taşınmış bütün bir emeği, bu köy kulübesinin arka taraftaki basık ve penceresiz odasında, şimdi bir hamlede yanacak.
İçerde küf rengi bir duman, yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
İhtiyar bir baş, ocağa doğru yavaş yavaş eğiliyor.
Niçin?
Elbette korkulacak bir şey yok. İçerde yalnız bir çam kokusu var, bir reçine ve küflü bir duman…
İhtiyar biraz daha eğiliyor. Başı ocakla dümdüzdür.
Elli senelik göğsü yer yer yırtılmış bozuk bir demirci körüğü gibi alçaldı ve yükseldi. İçerde sadece bir duman, yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Ocak yağlı bir çıra demetine bir kibrit çakılmış gibi birdenbire gürüldedi. Duvarlar pas rengi bir ışıkla açılırken üç gölge yayvan hareketlerle tavana doğru gerindiler.
İhtiyar bir erkek.
İhtiyar bir kadın.
Ve genç bir oğul.
Ocak kızıl alevlerle gürüldüyor. Baca… O da gürüldüyor. Alevlerin rüzgârı tutuşturduğu zannedilmez. Bununla beraber baca gürüldüyor.
Ve üç vücut ocağın sıcak gürültüsüyle bacanın soğuk gürültüsü altında adeta küçülmüş gibidir. İçerde yanık bir çam kokusu var ve yanık bir reçine…
Dışarıda, kapı hızlı hızlı vuruldu.
Kim?
Yolda kar var.
İçeri kim girecek?
Baba; gene ocağa doğru eğiliyor. Ne tuhaf adam. Üflemekten zevk alıyorsa bir şey denemez. Öyleyse öldüğü zaman oğlu göğsünü bir demirciye götürsün.
Bir yolcuymuş.
Nereden geldiği lazım değil. Şu halde nereye gitmek istiyor?
“Kasabaya.”
Araba hazırdır.
Dışarıda bir kamçı şaklıyordu. Ve iki ihtiyar içerde, küflü bir duman, yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine içinde kaldılar.
2.
Araba iki tekerlekli. Hayvanlar çift.
Araba önde, ufukta, kıpkızıl ve değirmi bir kış güneşine doğru koşuyor. Ve yollar önde, ufukta, değirmi bir kış güneşine kadar bembeyaz.
Arkada mor bir ufuk var. Sanki sema gözleri altına gökten bir yumruk yemiş.
Akşamın yollar üstüne alçaldığı bu dakikalarda kar durmuştu. Az evvel yerleri karıştıran tipi bazı yerlerde toprakları sert çizgilerle çıkarmış, bazı yerler kubbeleşmiş. Rüzgâr esmiyor. Fakat soğuk, derimde yara açacak kadar keskin…
“Araba kaç saatte gider kasabaya?”
Yolcu sordu.
“Bilinmez.”
“Nasıl? Arabanın kaç saatte gittiği bilinmez mi?”
“Dört saatte.”
“Çok.”
Sustular.
“İşin acele mi o kadar?”
Arabacı sormuştu. Ve yan gözle bakıyordu. İşte bir yolcu kasabaya gidiyor. Belki çok zengin. Kendisinin bıraktığı yerdeyse hiçbir şey yok. Yalnız, iki ihtiyar, küflü bir duman yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Bu koku uzun bir kış nihayetine kadar sürecek. Bu koku hiç eksilmeyecek. Bu koku, yalnız bir çam ve yalnız bir reçine kokusudur.
“Hava çok soğuk değil mi?”
“Yoksa üşüyor musun?”
“Tabii… Sen üşümüyor musun?”
“Çalışan üşümez.”
“Bilmiyordum.”
Sustular.
“Çalışan üşümez. Ben arabayı koşuyorum. Onun için üşümüyorum. Fakat herhalde sen de üşümüyorsun.”
“Niçin?”
“Çünkü…”
İlave etti.
“Üstünde para var.”
“Ne biliyorsun?”
“Anlarız.”
Sustular.
Araba koşuyordu.
Yolcu üşüyormuş. Acaba yalnız soğuktan mı? Yoksa korkuyor mu da? Küçükken bir masal dinlemişti. Zenginin birisi tesadüfen düştüğü uzun bir yolculukta, kendisini öldürecekler diye hiç uyumamış.
Ne tuhaf hatırlayış!
Duramadı ve sordu.
“Sen korkuyorsun da galiba?”
“Hayır.”
İlave etti.
“Silahım var.”
Önde, siyah bir ufka doğru yüzükoyun yatmış düz ve beyaz yollar. Ve başka hiçbir şey…
Önde, gerçi yollar var, arkada küflü bir duman, yanık bir çam kukusu ve yanık bir reçine…
Araba koşuyordu.
Arabacı düşünüyor ki, bu adamdan paralarını istese acaba kendiliğinden verecek mi?
Demin ne diyordu?
“Silahım var.”
Hiçbir bahane yokken bir adamın üstüne paralarını almak için birdenbire atılınmaz. Aksi şey… Yolcu o kadar iyi bir adamdı ki…
Araba birdenbire durdu.
“Ne var?”
“Yay gevşemiş… Yavaş gidiyoruz.”
“Hayır, eskisi gibi.”
“Sen bilmezsin. Yavaş gidiyoruz. Yapmak lazım.”
“Çok sürer mi?”
“Bilinmez. Belki bir saatten fazla.”
“Fakat işim var benim. Üşüyorum. Kasabaya çabuk gitmek lazım. Hem araba iyi gidiyor.”
“Sen bilmezsin.”
“Araba iyi gidiyor. Mahsus yapıyorsun, araba iyi gidiyor.”
“Acele işin varsa yol işte. Apaçık. Senin için arabayı bozuk götüremem.”
“Hayır, mahsus yapıyorsun sen. Araba iyi gidiyor. Sen edepsizin birisin. Mahsus yapıyorsun sen.”
Ne tuhaf… Damarlarında birdenbire bir kavga arzusu ateşlenmişti. Kendisine edepsiz diyen bir adama elbette haddini bildirmek lazım.
Dövüş iki dakika sürmüştü. Ve yolcu yerde, kan içinde yatıyordu.
Araba gidiyor. Beyaz yollarda, yanık bir çam ve yanık bir reçine kokusuna doğru…
3.
İçerde ışık yok. Sadece bir duman. Kızıl ve alevli ve küflü bir duman. Sonra, yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine… İhtiyar başını mindere dayamış, tebessümü sakallarının ağarmış tellerine karışık, uyuyor.
Ana, ocak başındadır. İçerde yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Kim bilir… İhtiyar belki de bir rüya görüyor. Önünde yollar var. Al ve değirmi bir kış güneşine doğru upuzun giden beyaz yollar. Sonra, yollar üstünde bir araba… Sanki geyiklerin çektiği bir kızak seri ve çalak kayıyor.
Düşünüyor ki, bu araba yarın dönecektir. Şimdi yüksek dağlar ardına, al ve değirmi batan bir güneşe doğru giden bu kızak yarın sabah doğan bir güneşe doğru koşacak. Ve arabacının dudaklarında bir hayat türküsü. Türkü elbette ki, sadece yaz vakitlerinin kızgın sıcaklığı altında, tarlalar içinde söylenmez. Ve türkü öyle bir kış içinde de söylenir ki, kar toplayan bir güneş, beyaz yollar ucunda zambaklar gibi açmıştır.
İhtiyar baba belki böyle bir rüya görüyor ve ihtiyar ana belki böyle bir rüyayı zihninin içinde düşünüyor.
Kapının önünde bir araba durdu. Ananın pencereye gitmeye hiç cesareti yok. Adeta korkuyor. Niçin?
Bununla beraber merak içinde bir kurttur. O kurt bir dakika için bacaklarının mafsallarına girdi. Koca gövde yavaş yavaş yürüyor. İçerde yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Tuhaf… Oğlunun bir yolcu götüren arabası henüz iki saat olmamıştı ki, geri dönüyordu. Ve hayvanları ahıra soktuktan sonra içeri girdiği zaman, ne tuhaf, başında kalpağı yoktu.
“Osman… Kimin bu kaput?”
“Onun.”
Ocağın başında bir heyula gibi duruyor. Elleri cebindedir. Sonra parmakları dudaklarına gitti.
“Sus!”
İçerde yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine, küflü bir duman.
Kaputu çıkardı. Ocak başına eğildi. İkisi de eğildiler. Ve ocağın küflü dumanı zaman zaman dudaklarında kızıl alevler gezdirdi. Baca gürüldüyordu.
“Osman, ne bunlar?”
“Tanımadın mı?”
“Hayır.”
“Zavallı anam. “
Ve boynuna atıldı.
“Bak, bunlar lira… Bu bir kaput, bu… Bu da bir çizme. Babam bu gece mutlaka çok sevinecek.”
Ve içerde yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine …
İhtiyarın beyaz bir duman içinde gördüğü araba belki de bembeyaz bir yolun ucunda zambaklar gibi açan bir güneşe doğru koşuyor. Öyleyse bu kadın onu hiçbir zaman uyandırmasın.
“Hişt… Kalksana! Osman geldi.”
İhtiyarın gözleri geniş hareketlerle yavaş yavaş açıldı.
“Niçin?”
Tekrar ediyor.
“Niçin? Saat kaç? Ben o kadar çok mu uyudum?”
Ana bir şey söylemiyor. Dudakları sanki kilitlenmiştir. Parmakları, kilitlenen dudaklarına gidiyor.
“Sus…”
İçerde yanık, bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Araba bir rüya içinde beyaz zambaklar gibi açan güneşe doğru yağız ve acul koşarken birdenbire durmuştu.
İhtiyar “O,” diyordu, “benim oğlum değil. Benim kanımda katil yok. Benim kanımda hırsız yok. O benim oğlum değil. Ocağımı mahvedecek. İstemiyorum. O benim değil. Evimde katilin işi yok. Evimde hırsızın işi yok.”
İçerde yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine, küflü bir duman.
Ana dışarı çıktı. Oğul orada, dışarıda, kapının yanında duruyordu. İçeriye girmeye cesareti katiyen yoktu. Ve ana oğlunun göğsünde hıçkırıyordu.
“O benim oğlum değil! Ocağımı mahvedecek. Evimde katilin işi yok! Evimde hırsızın işi yok. Bulacaklar, ocağımı mahvedecek! O benim oğlum değil! Benim kanımda hırsız yok. Benim kanımda katil yok.”
Ve ana ağlıyor.
Kapı birdenbire kapandı. Az sonra, dışarıda bir kamçı şaklıyordu.
İki ihtiyar kapıda, gözlerini beyaz yollara diktiler.
“Allah ona acısın. Ve Allah ona yardım etsin.”
4.
Araba koşuyor.
Önde, başını ufka kaldırmış yollar. Ve arkada küflü bir duman, yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine…
Allah ona acısın. Ve Allah ona yardım etsin.
Araba koşuyor. Fakat doğmak üzere olan güneşe doğru koşmuyor. Ve arabacı ilerdeki yolların ucunda olduğu zaman güneş arkada kalacak. Ve onun dudaklarında türkü bulunmayacak.
Kulakları birdenbire uğuldadı. Ardında uğultulu bir ses, bir çığ gibi mahuf yuvarlanıyordu.
Bu sesi o çok iyi tanırdı. Ve ses bir çığ gibi mahuf ve keskin ve telaşlı ve boğuk yuvarlanıyordu. Bu ses, beyaz yollar, beyaz kırlar içinde, aç ve çeneleri kupkuru koşan bir kurt sürüsünündü.
Allah ona acısın. Ve Allah ona yardım etsin.
Fakat Allah ona acımadı. Ve Allah ona yardım etmedi. İki dakika sonra başlarını ufuklara kaldırmış yolların beyaz sırtlarında, didiklenmiş kemiklerden başka hiçbir şey kalmamıştı.
5.
Geride, yollar kasabaya doğru uzuyor. Ve içerde yanık bir çam kokusu var ve yanık bir reçine.
Bu geceden bir hafta sonraydı. Kapıda bir ikindi üstü birdenbire bir at kişnedi. Ve kapı vuruldu.
İki ihtiyar bakıştılar. Acaba sesi duymadılar mı?
At tekrar kişnedi ve kapı tekrar vuruldu.
Ocağın başına mıhlanmış gibiydiler. Ne tuhaf… Bunu elbette ki, hiç ümit etmezlerdi. Bir yolcu öldüren ve hırsızlık eden bir adam kendini teslim için gittiği yerden bu kadar çabuk döner mi?
Bununla beraber sevindiler.
İçeride yanık bir çam kokusu, yanık bir reçine ve küflü bir duman…
Ana pencereye yavaş yavaş gitti.
Üç jandarma süvarisi ve bir çavuş.
“Allah yardımcınız olsun. “
Kapıyı açtıkları zaman, ihtiyar “Hayır,” diyecekti, “O benim oğlum değil! Ben onu tanımıyorum. O benim oğlum değil! Benim kanımda katil yok. Benim kanımda hırsız yok. O benim oğlum değil!”
Arkada ihtiyar ana, elleri kilitlenmiş, beli eğik, dudaklarında bir dua ve gözleri mütecessis bakıyor.
“Ne olmuş? Osman’ı asıyorlar mı yoksa?”
Ve gözlerinde yaşlar var.
“Daha fena bir haber. Osman’ı kurtlar parçalamış, atınızı da. Başka bir yolcuyu da parçalamışlar. Bir ceket bulduk. İçinde Osman’ın asker cüzdanı çıktı, yanında paralar… Kumandan bu sabah size yolladı. Siz sağ olunuz.”
Ve süvariler başka hiçbir şey söylemeden ve arkalarına bir kere bile bakmadan beyaz yollara gittiler. Ve süvariler birazdan batacak olan al ve değirmi bir kış güneşine doğru beyaz yollara atıldılar.
İçerde ocak yanıyordu. İhtiyar bacaklarında birdenbire tuhaf bir kesiklik hissetti. Birdenbire çöktü. Ve paralar dağıldılar. İhtiyar ananın gözleri donmuş bir parıltıyla bakıyordu. İçerde küflü bir duman, yanık bir çam kokusu ve yanık bir reçine…
Dışarıda, ufkun ucunda sapı kırılmış, kristal, yayvan, yuvarlak bir kadeh içinde batan al ve değirmi bir kış güneşini içmek için başlarını uzatmış beyaz ve buzlu yollar…
Başka hiçbir şey…
(Bu hikayeyi bize ileten Serdar Soydan’a çok teşekkür ederiz.)
[1] Uyanış (Servet-i Fünun), No: 1703 – 18, 4 Nisan 1929.
Bir yanıt bırakın